Ontario Gölü Kıyısında Bir Kasaba
Ontario gölünün kuzeyi Kanada güneyi ABD’dir. Zaten Kanada nüfusunun
çoğu bir çizgi gibi uzayan sınıra yakın yaşar. Çünkü kuzey daha soğuktur. Bir
de sınıra çok yakın olan küçük kasabalar vardır. Buradaki aileler Amerikan
tarafıyla sürekli irtibattadır, okumak için, çalışmak için, bazen alışveriş
için sık sık gidilip gelinir. Bazı ailelerden o tarafta evli olan kardeşler çocuklar
vardır, kiminin teyzesi amcası akrabalardan biri Amerikalıdır.
Bugün göl kıyısında küçük bir kasaba olan Silver İslet’ten
bahsedeceğim size. 1860 larda kasabanın kaderi zengin gümüş yatağı bulunmasıyla
değişmiş. Montreal’den bir madencilik firması gelip gümüş çıkartmaya başlamış,
sonra o iş bitince kasaba gene eski sakinliğine dönmüş.
Merkezde bir var, bir café, kütüphane birkaç dükkan varmış.
Café’ de çalışan garson kız Sarah, güzel, sarışın bir kız. Babası
da vakitler madende çalışanlardan. Ana baba ölünce yalnız kalmış hayatta, bir
başına.
Bir de çocukluk arkadaşı var Amerikalı bir genç, Thomas.
Onun babası zengin, yazlık evleri var Ontario’da. Gelip giderlermiş
çocukluğunda.
Eskilerden anılar, yazdan yaza görüşmeler, bakışmalar, akşam
barda içmeler, ortak arkadaşlar, bir kalp ağrısı var her ikisinde de.
Ama işte ne var ki, dediğim gibi farklı sosyal çevre, biri
zengin çocuğu biri yoksul madenci kızı.
Adam ona ilgi gösteriyor mu, göstermiyor mu o da tam belli
değil.
Thomas ressam, New York’ ta yaşıyor, sergilere katılıyor, isim
yapmaya, eleştirmenlerden tam not almaya çalışıyor. Sosyete partilerine devam
ediyor. Hep biraz daha yukarıya çıkmaya çalışıyor.
Ara sıra gene geliyor Kanada’ya çocukluk anıları var.
Annesini erken kaybetmişti. Şimdi baba da gitti. Orada bakması gereken işler,
satması gereken mallar var.
Aklında babasıyla ilgili çözemediği sorunlar.
Yine böyle bir Kanada seyahatinde, kendisini Sarah’nın
evinin önünde buluyor. Dışarıda verandada bir tilki, evin kedisi gibi
kıvrılmış oturuyor…
2
Evet tilki öyle salıncağın üzerine kurulmuş, aldırmıyor bile
gelen yabancıya.
Thomas bir müddet evi izledi. Acaba Sarah evde miydi? Ne yapıyordu?
Ne de güzel bacakları vardı değil mi? Uzun bacaklarını yeşil
kareli eteğini unutmamıştı.
Etraf karlı, hava soğuktu, bacaya baktı, duman tütmüyordu.
Yaklaştı camdan içeri baktı. Kanepe, yine o eski kanepeydi. Üzerine oturup
konuştukları, öpüştükleri. Yine aynı yerde duruyordu, üzerine bir el örgüsü örtü
atılmıştı. Rengarenk, iç açıcı. Yünün sıcaklığını
hissetti.
Hey gidi günler. Orada Sarah ile birlikte olmayı şimdi ne
kadar isterdi. Başını kucağına koyup yatmayı, huzur içinde hayallere dalmayı…
“Ne yapsam acaba, biraz beklesem gelir mi?” diye düşündü. "En iyisi gidip kasabaya dolaşmak, belki bir yerlerde rastlarım ona. Acaba
evlenmiş midir? Çoluk çocuğa karışmış mıdır? Mutlu mudur? Öyle güzel bir kızı
kimse kaçırmaz."
Kasabaya kadar hızlı adımlarla yürüdü. Önce barın önünde
buldu kendisini.
3
Sarı bir ışık geliyordu barın penceresinden içeri girip
baktı. Eski arkadaşı Jason oradaydı barmenlik yapıyordu.
Hemen koştu seslendi sarıldılar birbirlerine. “Nasılsın
hayat nasıl gidiyor?” dedi Thomas.
“Hayat beni oradan oraya savurdu, sonra getirip, gene
buraya bu kasabaya attı” dedi Jason.
Anlatmasını istedi Thomas, ama bir yerde de anlatmamasını.
İçine bir sızı saplandı. O yıllar savaş yıllarıydı. Jason orduya gönüllü
yazılmış, kendisi okumaya Amerika’ya gitmişti.
Arkadaşlardan biri Cehennem’ den geçerken, diğerinin tek
vazifesi baba parası yemek, Güzel Sanatlar Akademisinde resim
dersleri almak, hafta sonları kızlarla gezmekti.
İşte hayat yine onları karşı karşıya getirmişti. 'Çok şükür
görünürde bir arıza yok', diye düşündü Thomas.
Ama ya görünmeyen yaralar?
Aynı şeyler belli ki Jason’ ın da aklından geçiyordu.
Anlatmaya başladı, sesi duyulsun istiyordu, yaşadıkları bilinsin.
Bir gemiyle ayrılmışlardı limandan…
.
4
Ayrılmışlardı işte Sarah ile o yaz. Tam ayrıldıklarını,
birbirlerini senelerce göremeyeceklerini de bilemeden. Kanadalı gençler askere,
Amerikalı Thomas memleketine okumaya gitmişti.
Kanada İngiltere’nin dominyonu, Britanya İmparatorluğunun bir parçası olduğu için, savaşa hemen 1914
yılının Ağustos’unda dahil olmuş, Amerikalıların İngiliz ve Fransızlara yardıma
gitmeye karar vermesi 1917 yılını bulmuştu.
İngiltere’nin savaşa girmesiyle Kanada’da otomatik
olarak savaşa girmiş sayıldı. 600.000 kişi gitti, 67.000 kişi geri gelemedi.
Bazıları o hep görmek istedikleri Avrupa’ya asker olarak
gitmiş ve geri dönememişlerdi. 170.000 de yaralı vardı. Bu savaşa sömürge
olarak girmişler, tam olarak olmasa da bağımsız millet olarak çıkmışlardı.
Britanya, imparatorluğunu kaybetmişti.
Bardaki sohbette Thomas sözü Sarah’ya getirdi. Jason güldü. “Halen
aklın onda değil mi?” diye sordu. -Biraz ilerideki kafede çalışıyor,
oradadır şimdi.
-Evlendi mi? Birisi var mı hayatında?
-Yok, bildiğim kadarıyla yok, görmedim onu birisiyle.
“Peki” dedi Thomas. Hemen oradan ayrılıp caféye gidip
bakmak istiyordu. Ne bahane bulsaydı acaba?
Jason anladı durumu: “Sen biraya boş ver, git bir kahve
iç istersen” dedi.
Thomas caféye doğru yürümeye başladı, içeri girdi, oturdu.
Yoktu görünürde aradığı. Sarah işini bitirmiş, hazırlanmış tam dışarı çıkmak
üzereydi ki, karşılaştılar. Göz göze geldiler.
Sanki bir korku geçti gözlerinden genç kadının. Ne yapacaktı,
nasıl konuşacaktı onunla seneler sonra?
Thomas gülümsedi, masaya davet etti.
“Çok yorgunun, eve gidiyorum artık” dedi Sarah.
Not Haftalık yazı grubu egzersizlerinden biri olarak yazılmış bir hikaye. İlki 10, daha sonrakiler 6şar dakikalık periyodlarda yazıldı.
Hikayenin konusu Jane Uruquart'ın Underpainter adlı romanından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder