30 Mayıs 2021 Pazar

Ayrılma Zamanı

 

Deniz Kenarında Bir Yıl

Ayrılma kararı bir gecede verilmiş gibiydi. Bir aksam eşim isten geldi ve kilometrelerce uzakta bir başka yerden aldığı is teklifini kabul ettiğini söyledi detayları anlatırken ben orada, kalakaldım, onunla beraber gitmemek için bir bahane aramaya başladım. Sonuçta çocuklarımız büyümüştü ve on yedi seneden beri oturduğumuz bu büyük ev artık bizim için gerekli değildi. İşim taşınabilirdi. Niye direniyordum? Niye dondum kaldım, niye korkuyorum, niye öfke doluyum?

 

Aslında fazla karışık olmayan gerçeği görmem çok zor olmadı. Onunla beraber gitme isteği ve enerjisi yoktu ben de. Yeni bir yerde yeni bir hayata başlamak özellikle de bu evlilik böyle durağanlaşmışken imkânsızdı. Tek düşünebildiğim alternatif Cape Cod da ki yazlık evimize gitmekti. Bunu söyleyince kendim de şaşırdım. Oraya gidip, düşünmeliydim.

Bu hareketsizliğimden, bu umursamazlığımdan tedirgin oldum; ama olay buydu iste.

Bu resmi bir ayrılık mı olacaktı, bunu bilinçli olarak düşünmüyordum. Sadece nefes almak istiyordum bu ilişkiye bir ara vermek... Çeşitli sebeplerden dolayı birkaç ay sonra bir araya gelecektik, nasılsa. Kocam bu durumu söylediğimde, bir tepki vermedi, duygularını göstermedi, daha uzaklaştı sanki.

Olmayan geleceğimizden konuştuk, fazla da önemsemeden ve korkutan bir kibarlıkla. Sonra bu durumu arkadaşlarımıza söyledik.  İhtiyacımız olmayan fazla eşyamızı evin garajında satışa çıkarıp sattıktan sonra, her iki manada da yükümüz hafifledi. O sırada bir sessizlik oldu sonra biri” Burada ne hatıralarınız var” dedi.

Oğlum daha evvel burada yaptığımız kutlamalardan birini hatırlatınca, ben titredim. Başka hatıralar birbirini izledi ta ki oda anılarla dolana kadar. Tam da o anda hayatımızın bu bölümünün bitmesi bana makul geldi. Burada yaşanmışlık var, bu evi sevmiştik ve en önemlisi başkalarıyla da paylaşmıştık. Tam ışığı söndürmüş yer yatağına yatmışken-bu arada karyolayı da satmıştık - birden yakın geleceğimi düşünerek panik oldum.

Böyle belli bir olgunluğa gelmiş anların daha önce yasanmış diğer anları bir anda silme  özeliği vardır. Ona doğru dondum ve elimi onun şişman karnına uzattım- ne için bilmiyorum. Bu yakınlığı özleyeceğim, ona doğru daha da yaklaştım. Kıpırdadı, bir an zannettim ki donup bir şey söyleyecek veya beni kollarına alacak, hayır hemen uykuya daldı ben de onun nefes sesini bir ninni gibi dinledim.

Daha önce, birçok geceler onun yanında yatarak ne rüyalar gördüğünü düşünmüştüm. Onu dertlendiren neydi? Alkolik bir ailesi vardı çocukluğu sert ve yalnız geçmişti. Daha on iki yaşında nefret ettiği Episcopalian yatılı okuluna gönderilmişti. Bunları başından beri biliyordum.  Onunla görüşmeye ilk başladığımda benim bunları anlamamı istedi hayatında aldığı darbeleri, taşıdığı yükü; ben de şefkatli biri olarak bu gölgelerden daha da etkilendim. Bu evliliğe girerken rolümün belirlenmiş olması, bu evin annesi olmak beni rahatlattı. Bir şekilde melankolisini geçiririm ve bu taşıdığı karanlıktan onu çıkarırım zannettim.

Zamanla onun bu tükenmeyen acısı beni de yordu. Duygusal olarak yakın değildi, ben de bunu reddedildiğim, seklinde yorumladım, ben de ilgi istiyordum: "Benim de ihtiyaçlarım var biliyorsun değil mi?" Diyordum. Aramızda bir bağ kurulsun, beni kabul etsin istiyordum. Kitabından kafasını kaldırıp bana “ihtiyaç dediğin şey, başını sokacak bir ev ve yiyecekten ibarettir” derdi. Bu da benim susmama sebep olurdu, diğer cevapları da öyle bir şey sorduğuma pişman ederdi beni. Aklı başında bir tavırla benim kızgınlıklarımı hafife alırdı. Pragmatik adamın anlam bilimci yani...  Bu ona uyuyordu.  Seneler suren bu durum yani zorlayarak, herşeyin makulünü araması benim için sonunda tahammül edilmez bir hale geldi.

Birkaç defa beni kıskandı. Bir aksam yemeğinde davetlilere anlattığım hikayeler ve fıkralardan sonra içine kapandı ve bana dedi ki: “sen renkli televizyon, bense siyah beyazım”.

“Ne olacak” dedim,” ne var bunda, niye sen de yaşantına biraz renk katmıyorsun?”

Benim cevaplarım hiçbir zaman onun ki kadar akıllıca olmazdı ve hiçbir zaman konuşmalarımız esprili olmadı. Ben kendi yarattığım ve oynadığım bur rolden bunalmaya başlamıştım. Benim mutluluk anlayışım, vermek, vermek ve vermekti; taa ki karşı taraf mutlu olana kadar. Bu yanlış yolla kendi mutluluğumu, karşı tarafın yüzündeki mutluluğu görmeye bağlamıştım. Ben kendimi unutursam o da beni daha iyi görürdü. Öyle zannetmiştim. Benim ihtiyaçlarım, ona karşılamak istemediği talepler gibi görünüyordu. O denediği zaman da onun çabaları yeterli olmuyordu.  Her nedense yasama sevinci yok olmuştu ben de bunu yeniden canlandırma umudunu kaybetmiştim.

İlişki bana göre bir macera olmalıdır, eğlendirici ve paylaşımcı. O kendi rolünü eve ekmek getirmekle sınırlı görüyordu, aile hayatına başka katkısı yoktu.

Hafta sonlarını insanlarla ve partilerle dolduruyordum, eşimin moralinin düzelmesini istiyordum, ama o giderek daha fazla içe kapandı. Ben onu kabuğundan çıkartmaya çalıştıkça, O da bana “Bu ne zaman bitecek, ne zaman tatmin olacaksın? İstediğin heyecansa, git ara bul” diyordu.

Buldum da; derhal evli bir adamdan hoşlanmaya başladım –ama bu duygulardan kurtulmak için hemen Maine’deki bir yazarlar konferansına gittim; yeni sözleşmeler yaptım ve daha enerjim yükselmiş olarak geri döndüm; yeni kişilerle tanıştım, kariyerimi ilerletmek ve şahsi ihtiyaçlarımı, yazarlığın ihtişamıyla gölgelemek istiyordum. Her kaçış bana geçici bir heyecan verdi ama benim gerçekten ihtiyacım olan samimiyet ve birine ait olma hissini getirmedi.

Şimdi tek bir seçenek kaldı o da bu ilişkiyi, şimdilik reddetmek ve belki kendimle bir ilişki aramak. Geç oldu... Yarın büyük bir gün; düşüncelerimle birlikte döndüm ve uykuya daldım.

Saat beste kalktık, onun için her zamankinden bir saat erkendi. Arabalara eşyalarımızı doldurduk ve o yeni işine, ben de yeni hayatıma doğru hareket ettik. “Bunu yaptığımıza inanamıyorum” dedim, böylece izin almayı da zorlaştırmış oldum ve aslında onun bana ne cevap vereceğini biliyordum.

Dişlerini sıkarak, “İnanamıyorsun? Bu senin fikrindi” dedi. Sözlerim onu daha da sinirlendirmişti, zaten dolu olan bagaja birkaç çanta daha atarken, vücut dili kızgınlığını yansıtıyordu. Bagajın kapağını çarparak kapattı.

Gülümseyerek, “Gitmem lazım” dedi, biraz önceki tersliğini yumuşattı bu gülümseme.  “Benim de senin gibi kendi hayatıma başlamam lazım” dedi.

Kendimi daha fazla cezaya hazırladım, zira arkasına bakmadan gidiyordu, ama o anda döndü, kara bir bakışla baktı, acı vardı o bakışta ama huzurlu bir şekilde “Görüşürüz” dedi. İşte hepsi bu...

O anda evden ayrılmasının ağırlığı çok şaşırtıcıydı. Başımı arabanın üstüne dayadım ve ağlamaya başladım.

Başka çaresi yoktu... İki arkadaşım, ellerinde bir termos kahve ve yolluk hazırlayıp gelmişler, onları görünce ağlamayı kestim. Birbirimize sarıldık. Bu hem evli, hem bekar kadınlar, evlilikleri çoktan soğumuş ve kızgınlıklara kurban gitmiş bana öylece bakıyorlardı onların gözlerinde de ayni şeyi yapma isteği vardı. Bana cesur olduğumu ve aynı şeyi yapabilmeyi istediklerini söylediler. Onlar da kendi ayaklarının üzerinde durabilmeyi hayal ediyorlardı. Kafamı kaldırdım ve parmağımı burnumun altına bastırdım, daha fazla gözyaşlarına engel olmak için, söylediklerine karşı bir söz bulabilmek için. O anda halimi en iyi ifade eden kelime, “umutsuz”du. Benim halime “cesur” demek doğru olmazdı. Benim yetiştiriliş tarzıma göre “sen nereye gidersen, ben de oraya gelirim...” Demek gerekiyordu ama şimdi aksi istikamete doğru koşuyordum. Burada geçirdiğim her dakika tehlikeliydi, beni vazgeçirebilirdi.

Hanim arkadaşlarım benim her derdime devaydılar, her zaman kötü günlerimizi paylaşırdık. Ama şimdi ortada bir kriz var ve ben bütün dikkatimi bunu çözmeye vermeliyim arkadaşlarımın benim dikkatimi dağıtmalarına izin vermemeliyim. Alıştığım çevrenin içinde kalmak, benim hareketime mâni olur. Arabama bindim, paslanmaya yüz tutmuş, eski bir Volvo, içinde kitaplarım, kâğıtlarım bitmemiş el yazısı metinlerle yazarların taşıdığı her çeşit öteberi. Giderken evin önündeki “SATILIK” levhasına son bir kez baktım.  Burada son durağım, banka olacak, hesabımda kalan 3,782 dolar 42 cent paramı alacağım. Mühim ödemeleri eşim yapacak ben de kendime bakacağım bundan sonra. Adil bir anlaşma sayılır, ben bunca yıl yazarlıktan kazandığım parayla çocukların okul masraflarını vergileri ve bazı ekstra harcamaları karşılamıştım.

Tappen Zee Köprüsü’ne yaklaştığım sırada içimden defalarca ayni şeyi tekrarladım “Doğru yapıyorsun, gitmeye bak,...doğru yoldasın...” Köprü geçiş ücretini ödeyip de “New England” işaretini görünce omuzlarım düştü, koltuğa daha çok gömüldüm. Sonunda yoldaydım ve bu değişiklik sanki kafamın içinde çok uzun zamandan beri vardı, öyle hissettim.

Belki de öyleydi. Yanlış başlangıçlar daha önce olmustu. Bir kac defa ani bir kararla kaçmış sonra da  böyle ikide bir kaçmanın karsi tarafa olan dramatik etkisinin azaldigini farkettim. Bu sefer degisik, hem de cok buyuk bir degisiklik. Bu sefer harekete gecmeden once bazi seyleri garantiye aldim. Kendimi Makyavelci gibi hissediyorum, cok iyi bir planlama yaptim, ya da ölmeden once bütün islerini hale yola koymus bir kisi gibiyim. Hayatlarindan sorumlu oldugum herkesin isi gucu yolunda. Bazan kendi özgürlüğüme biran evvel kavusmak icin sabirsizlandigimi ve bu sebeple cocuklarimi,  diger arkadaslarindan cok daha evvel evlenmeye tesvik ettigimi dusunuyorum.Evlilik diger genclerin akillarina bile gelmezken ben kendi yuzugumu,  tasiyla nisanlisina yeni bir yuzuk yaptirabilmesi icin kucuk ogluma verdim.

 

Bu ne manaya geliyordu?  Belki kendi mutlulugumu temin edemedigim icin onlarinkini garantiye almayi istiyordum. Tam kendi gerçeklerimizi gormeye basladigimiz zamanda cocuklarin evlilikleri bizi bir muddet oyaladi. Pek cok arkadaşım cocuklarini evlendirirken  düğün telaşıyla bir cok ayrintiya kendilerini kaptirdilar. Kocamla ben de ayniydik. Romantizm bizim icin artık bas döndürücü degildi ama teselli mükâfatı olarak vekaleten cocuklarin mutlulugundan bizde payimiza duseni alabilirdik. Hep düşünürdüm acaba dugunlerde bu kadar insanin ağlamasının sebebi acaba bu muydu? Aski goruyorlar ve kendileri icinde istiyorlardi ama ayni zamanda boyle bir rüyanın gerçekleşmeyeceğini de biliyorlardı. Oğullarımızın düğün törenlerinde  gururla  anne baba olarak o ani yasamak gösterinin bir parçası olmak cok guzeldi. Cocuklarim icin tasidigim umutlari kendimiz icin de taşıyor muydum?

 

Ama  pirinci fırlattıktan sonra hemen büyü bozuldu, günlük hayata geri donduk. Hatta kedi bile zamanini bilmis gibi bir Pazar gunu biz klisedeyden, evin  bodrumunda oluverdi. Artik ikimizi birbirine bağlayan, bize bağımlı olan hic bir sey yoktu hayatimizda.

Merritt Parkway ‘e geldiğimde artik başım dönüyordu, bir kalem bulup düşüncelerimi yazmaya basladim.”Bir gun araba kullanirken, yazi yazmaktan dolayı öleceksin.” demişti bir arkadaşım. “Biliyorum, biliyorum” dedim ve hiç bir zaman uyarısını dikkate almadım.

Volvo’nun icine buzusmus, hayatımdaki her şeyden uzaklaşıyordum. Su anda zihnim acilmis kendimi çok hafiflemiş hissediyordum. Radyoyu açtım klasik muzik istasyonunda Vivaldi’nin “Dort mevsim”i caliyordu. Bu eskiden kosarken dinledigim muzikti- iyi işaret-ben de su anda yeni hayatıma kosuyordum.Duyduguma gore Olimpiyatlara hazirlanan atletlere heyecanlarini bastırmaları için; onemli yarışmalardan once soyunma odasında koclari barok muzik dinletiyorlarmis. Derin bir nefes aldım ve o huzura ve sakinliğe kavuşmayı diledim.

Yine de kendimi yaramaz hatta kötü bir çocuk gibi hissediyorum. Ayrılıp giden daima suçludur, pasif bir şekilde olaya katılan, ama kalan bütün sempatiyi hakkeder. Anladığım kadarıyla çoğu adam terk etmeyi istemiyor. Ayrılmayı istiyor ama olaylar öyle gelişsin ki kapıdan çıkıp giden kadınlar olsun istiyorlar. Şimdi, çocuklar olup biteni sorgulamaya başlayacaklar ve eminim ki benden cok babalari icin kaygılanacaklar. Onun hatalarini, cok seyrek olarak görürler çünkü kendisi, her zaman akılcı, sorumluluk sahibi ve dürüsttür. Diger taraftan, sopayi atan ben, cok konuşan ve inanilmaz ruh hallerine geçiren ve duruma göre ciglik atan(-sebep olan adama kizilmaz)-hep ben.

 

Interstate 95 yolunda, bir şehre benzeyen herhangi bir yerden çok uzakta Vivaldi’nin Bahar’ının Allegro bölümündeki viyolinlerle beraber hız yaparak gidiyorum. Gene de kafamın içinde olumsuz sesler var, bana şımarık olduğumu söylüyorlar. Sonuçta, kocam karısını döven veya ona kötü sözler söyleyen biri değildi-bir defa cadı gibi demişti-ve çok terkedilmiş, mahzun görünüyordu.

”Bu sefer gerçekten yaptın, Joan!” dedim kendi kendime ve yumruk atar gibi direksiyona vurdum. Keşke şimdi bir içki, Valium ya da kum torbası olsaydı!

Tam o sırada tabelayı gördüm; “NEW HAVEN”. Allah’ım, buradan yüzlerce kez geçtim ve hic kendi geçmişimle bağlantı kurmadım. Bu tanıştığımız yer. “Yale” başlangıçtı. Frene bastım çıkışa doğru kaydım, geçmişi görmeye gittim, bir iki hayalet bulacağım.

 

 


 

Bir kaç dakika sonra kendimi “White Tower Diner”a bakar buldum. Green’in tam karsısında, birbirimizi ilk tanıdığımızda, bedava doldurdukları kahvelerle bütün gece konuşmamıza neden olan yer. Paslanmış hafızama güvenerek Trinity tarafına döndüm ve tiyatro okulunu gördüm, gösterişli kırmızı kapıları tam hatırladığım gibiydi, ve yakınlardaki ara yol, öpüştüğümüz yer. Birkaç öğrenci taş duvara yaslanmış ayni şeyi yapıyorlar simdi. Etrafta arabayı sürmeye devam ettim ve bodrumunda bir oda kiraladığım eski evi gördüm, orada da fazla ileri gitmeye cesaret edemeden, sevişirdik.

Her yerde bir kararlılık ve heyecan var, olması gerektiği gibi, okul yılının başı...sonbahar. Etrafta tertemiz öğrencileri görüyorum, bazısı hararetli bir şekilde konuşuyor, bazısı kararlılıkla sınıflarına yürüyor. Biz de öyleydik, ama birden onun ilişki ciddiye gitmeye başlayınca kaçtığını hatırladım. Belki onun peşini o zaman bırakmalıydım. Ama bir koca bulmaya çok kararlıydım ve o da iyi bir aday gibi görünüyordu. O beni yakalayana kadar, ben onu takip ettim, sonunda nişanlandık; annesi ona yüzüğü verir vermez, birkaç dakika içinde bana getirdi. Sanki ayarlanmış bir evlilikti, şimdi bana öyle geliyor. Eve kız arkadaşlarını daha önce getirmiş ama annesine göre büyük ödülü alan, ben oldum. Benim annem de pek etkilenmişti, çünkü nişanlım bir doktorun oğluydu, yani paralı pulluydu. Anne babasının içkisi görmezden gelindi, çünkü büyük bir evleri ve” Beach Club” üyelikleri vardı. Annem görünüşe çok önem verirdi ama bütün bunlar evlilik için iyi bir temel sayılamazdı.

 

Arkamdan biri kornaya bastı, ben yeşilde duruyordum, hemen anahtarı cevirdim, gaza bastım ve adamın sabırsızlığına bir parmak gösterdim. Sonra da kendime ileriye gitmem ve geçmişi geride bırakmam gerektiğini hatırlattım. Anayola çıkınca cami açtım, rüzgâr saclarımda hissetmek istedim ve geleceğime doğru hız yaparken heyecanlandım. Conneticut-Rhode Island sınırını gecene kadar kendimi tam olarak New England’da hissetmem, hiçbir zaman. O zaman içim kıpırdar ve yolculuğun bitmesine birkaç saat kaldığını anlarım. Eve veya eve benzer bir yere gitmek bana huzur ve yerleşmişlik duygusu verir. Cape bana bu duyguyu veriyor çünkü çocukluğumdan beri her yazı burada geçirdim.

Eski bir yerde, yeni bir başlangıç, bunu sevdim. Yazlık evin mutfağında Wendell Berry’ nin bir sözü yazılı: “Nerede olduğunu bilmiyorsan, kim olduğunu da bilmiyorsun demektir.” Oradayken kim olduğumu biliyorum, çünkü etraftaki aşınmış, yürünmüş, yolları iyi biliyorum. Dahası bu öyle bir biliş ki, sadece kafamla, değil, bütün duyularımla da biliyorum. Buralarda benim geçmişimden birisiyle veya bir olayla bağlantı kurmadığım hiç bir kanal, kum tepesi veya bataklık yok. Eskiden kim olduğumu hatırlamak için bu anılara güveniyorum kimliğimin ana maddesi kaybolmuş gibi, onu bulmaya çalışıyorum.

Herhalde, burası benim gerçekten evim olmaya, babam ölüğünde buraya gömülünce başladı. Gömüldüğü yer, İlk Cemaat Kilisesinin, (Yapımı 1746)  yanındaki mezarlıktı. Orada aynı zamanda, dedem, iki büyükannem ve bir kuzenimiz de yatıyor. Mezar taşının üzerinde, ANDERSON ismini  görünce, önce irkildim, sonra buraya ait olduğumu düşündüm. Geçmişte yasamış olduğum, bütün şehir ve kasabalar, benim eve dönüş yolumda sadece birer durak olarak kalacaklar.

 

Değişim denizle çevrilmiş küçük bir kara parçasında başladı. Ağustos’ta böğürtlenleri nerede bulacağımı biliyorum, Eylülde acımsı tatlı olurlar. Kum yığınları ve deniz yıldızlarının olduğu yerler. Su andaki heyecanım, yirmi yıl evvel buraya gelişlerde, babamın Buick arabasının arka koltuğunda erkek kardeşimle, birbirimize sarılıp, artık yaklaşmakta olduğumuzu fark ettiğimiz, zamanki heyecanın aynisi. Önce yol kenarındaki toprak, kum haline gelmeye baslar, sonra bir iki martı havada dönmeye baslar, sonra da Sagomore Köprüsünü görürüz, o köprü bizim cennetimize geçiştir. Köprüden geçip de öbür tarafa varınca, camları acarız, yağmurlu bile olsa, içinde cam kokusu olan nemli havayı koklarız. O zaman anlarız ki birazdan kasabayı geçeceğiz, çanları her saat başı  çalan kiliseyi göreceğiz, caddenin karsısındaki yerde  “coffee frappes” içeceğiz, küçük teknemizin bağlı olduğu limanı geçeceğiz ve sonunda yazlık evimizin kapısına giden kumlu yolu bulacağız.

Bu düşüncelerde kaybolmuşken birden karşıma çıkan köprüyü görünce şaşırdım, bu kadar çabuk mu geldim? Sanki New Haven’ den yeni ayrılmıştım ve daha  yeni öğlen oldu! Güneşli bir gün ama ben kendimi fırtına öncesi havada daireler çizip, nereye konacağını bilemeyen bir martı gibi şaşkın hissediyorum. Yere konmayı ve hemen yerleşmeyi istemiyor gibiyim. Kendime belli bir zaman çizelgemin olmadığını, hatırlatıyorum. Sonuçta yazlık evde kimse beni beklemiyor. Bunu düşünmek bile geriyor beni. Arabayı, sahile doğru süreceğim ve buraya taşınma kararıma, biraz alışmaya çalışacağım, bunun gerçek manasını düşüneceğim-denizin ritmine bırakacağım kendimi, beni beşikte gibi sallasın ve sadece “var olma” duygusunu yasatsın.

 

En sevdiğim plajın park yerine geldiğimde nemli kumlara basmak için hemen pabuçlarımı çıkarttım, sanki bölgemi sahiplenmek ister gibi, kum tepesinin üzerine koştum. Hayatımda bundan sonra ne olacağına tamamen hazırlıksız olduğum için, su anda önümde ne varsa onunla mutlu olmaya mecburum. Bir söz vardı, sanırım Thomas Merton söylemişti: “Nevrozdan kurtulmanın en çabuk yolu, kendini doğayla, özellikle de ağaçlarla bas başa bırakmaktır. Bir grup ağacın önünde, ruhsal bunalımın olamaz” demişti. Ben de buna, kum tepelerini, denizi ve mütevazi, küçük bir çam cinsi bitkiyi de ekleyebilirim. Burada dünyanın bir ucunda denize bakarken, kendi duygularımın ne kadar abartılmış olduğunu anladım. Bu kuvvetli ve sessiz yer, bocalama, kızgınlık ve depresyon gibi duygulara mani oluyor ve su anda insanlarla beraber olmaktansa, bu manzarayla baş başa olmaktan huzur duyuyorum. Sonbahar renklerindeki bu plaja bakıyorum, solumda artık eskimiş olan beyaz deniz feneri var. Hafif hafif kıyıya vuran su, sağımda, ayağımın altında kahverengiye dönmüş otlar. Kafamın üzerinde, çoktan Brezilya yolunda olması gereken Monarc kelebeği dönüyor,” Belki senin de, deniz kenarında biraz daha zaman geçirmeye ihtiyacın var” dedim, o da kanatlarını çırptı ve omuzuma kondu. Daha sonra, tepeden indim, suyun çok durgun olduğu, ne geldiği, ne gittiği yere doğru gittim. Sular alçalmıştı, herhalde-cezir vakti. Deniz de benim gibi durmuştu. Cezir olayında, beni çileden çıkaran, bu hiçlikti, rüzgâr nefes almayı bıraktığında, su durgunlaştığında, yüzmek için yeterli derinlik olmadığında, heyecan verici bir akıntı olmadığında, hissettiğim hiçlik.

 

Kuzenimle ben en çok suların yükseldiği zamanı severdik. Onların evi bataklığın kenarında, ucu denize acılan harika bir kanalın yanındaydı. Çocukken, suyun yüksekliği müsait olunca, orada yüzerdik, beyaz köpüklü dalgaların geldiği, okyanusun bütün enerjisiyle kabardığı zamanlarda. Dalgakıranın sonuna kadar koşar, kendimizi soğuk tuzlu sulara atardık, akıntı bizi eve kadar geri sürüklerdi.

Fırtınalı günlerde etrafta, fazla tekne olmazdı, bizde mayolarımızı çıkartır, denize çıplak dalardık, suyun hareketi ve denizin yosunu bizi sarardı. Daha soğuk bir yere geldiğimizde veya ayağımızı kuma basıp, orada parmaklarımızı ısırmak için hazır bekleyen, yengeçlere rast geldiğimizde, çığlıklar atar, neşelenirdik.

Cezir zamanına tahammül etmemizin tek sebebi, bu surede deniz kabuklularını, istiridyeleri toplamak ve çamurda oynayarak vakit geçirebilmekti. Ama yine de suların yükselme zamanı bir şey yapamıyorsak sadece oturup denizi seyrediyorsak o zaman alçalma zamanı daha iyiydi. Bana simdi öyle geliyor ki, cezir bir kadının ruhunu dinlendirme, uykuya yatırma zamanıdır, bir kadın, hayati boyunca kadın olmayı öğrenir. Buna bir ara verip dinlenme gerekir. Ben, hiç durağan olmayı düşünmemiştim, kaçış zamanlarında ve onun beraberinde gelen her şeyde bile bir hareket vardı.

Akıntıya karşı yüzmekten bıktım...Böyle yüzerek doğal olmayan yerlere varmaktan, bu yolun nereye çıkacağını bilmemekten, ektiğim ekini ne zaman biçeceğimi, ne soracağımı, nasıl bulacağımı bilememekten bıktım.  Şimdi her şeyden fazla, akıntıyla sürüklenmek, tuzlu suya karışmak istiyorum. Ama gerçekler, beni kıyıya vurmuşum gibi tutuyor. Şimdi, yuvasında gizlenen bir yengeç veya bir istiridye gibi içine kapanıp, dalgalar üzerimden geçerken, bir durum değerlendirmesi yapmalıyım.

Garip bir şekilde sessiz burası. Şu üzerinde oturduğum Eylül plajı gibi, ruhum da sönük, tekdüze. Burada sakince oturup kuşların seslerini dinlemeliyim, nefes almalıyım, bu nemli temiz havayı içime çekmeliyim ve ne olursa olsun önüme çıkacak herşeye hazır olmalıyım.

 

 

FOK BALIKLARININ ÇAĞRISI

 

Ekim Başı

 

Bir şeyi yeni öğrendiğinde veya tesadüfen bir şey yaşadığında, ruh halin değişir, hatta kalbin değişir. Bunun için bir şeyi görmeye, duymaya zaman ayırmak gerekir. Yeni tecrübeler yaşayarak, kendini yeni bir çevreye, yeni bir lisana açmak, kişiyi, bir halden diğerine geçirebilecek, değiştirebilecek  güce sahiptir.

Clarissa Pinkola Estes,

Woman who run with the wolves

Kurtlarla Beraber Kosan Kadın

 

 

  

 

 

Sabah oldu, çok erken ve karanlık.  Kuşları dinliyorum genellikle ötmeye dört buçukta başlarlar. Sessizlik var.  Sadece yatağımın üzerinde, çatıdaki pencereye düşen yağmurun sesi.  Dönüp uykuya devam mı edeyim yoksa kalkayım mi?  Her zamanki ikilem.

Üç haftadır buradayım, günler birbirini kovalıyor.  Bir amaç ve rutin olmayınca, günlerin hesabını unutuyorum. Günlerden ne olduğunu öğrenmek için bir takvim bile yok, ben de öğrenmeyi istemiyorum zaten. Ama yine de bu konuda amatör gibi davranmayı istemiyorum. Önsezilerim bana biraz aşağıdan almayı, değişimin ortağı olan, yas tutmayı da yaşamayı söylüyor, ama yine de bir şeyler yapmaya başlamam gerekiyor, bunun farkındayım.

Günlük olarak tek vazifem postaneye gitmek ve gelmesini umut ettiğim birkaç çeki almak. Bu ay telif haklarımı almam gerekiyor. Ufukta yeni bir proje yok, eski kitaplardan kazandığım parayla bir süre geçineceğim.  Postane müdürü olan hanımın kedisi Zipcode masasının üzerinde yatıyordu. Bu hanım beni hem yazar olarak, hem de yazlıkçı olarak tanıyor. Senenin bu zamanı burada olmamı çok esrarengiz buluyor ve seksi bir roman yazdığımı zannediyor.

Şimdi burada yatarken, yeni bir çeşit yalnızlık yaşıyorum. Ara sıra aklıma gelen zorlu gerçekleri, ya da daha önce, başarısız kalmış girişimlerimi düşünüyorum. Gelen bazı telefonlar, ya kocamın aile meseleleriyle ilgili bir şey hatırlatması ya da arkadaşlarımın halimi sormak için aramaları, bazı olumsuz düşünceler uyandırıyor.  Kimseye vereceğim basmakalıp bir cevabim olmadığı için, yılıyorum. Geride bıraktığım ailem, dostlarım benim aklimi karıştırıyor ve sabahları kalkmayı zorlaştırıyor.

Uzun zaman önce böyle yağmurlu günleri severdim, kalkar kendime sıcak çikolata yapar sonra tekrar yatağa döner yorganın altında fırtınanın sesini dinlerdim. Belki bugün de ayni şeyi yapmalıyım. Son zamanlarda tavsiyesini aldığım bayan din görevlisi, takılıp kaldığımı söylediğimde bunu doğruladı ve bana “Çöldesin” dedi, “toprak yarılmaya başlamış susuzluktan ama tamamen de kurumamış.” O bunları söylerken ben kendimi çorak bir toprağın ortasında bir kütüğün üzerinde otururken hayal ettim. Kilometrelerce kerpiç rengi sertleşmiş toprak, hiçbir kaçış yolu da görünmüyor.  “Şu anda sessizce oturup dinlemekten başka bir çaren yok, zamanla cevapları duyacaksın.” Dedi.

Ayaklarımı yataktan aşağıya sallandırdım ve dikkatlice kalktım.  Son birkaç gündür belim tutuldu Şaşırmadım bana bir keresinde masaj terapisti duygusal enerjimizi belimizde depoladığımızı söylemişti. Arzularımı tatmin etmeyeli çok oldu, belki de bu yüzden belim isyan ediyor.


Ayaklarım soğuk yere bastığında, henüz uyanmamış bir tarafım kaldıysa, o da uyandı. Mutfağa kahve yapmaya gittim. Hay Allah, kahve kutusu bos. Kilerde ne varsa onlarla idare ediyordum, bakkala gitmedim ev kadınlığını hatırlatacak herhangi bir şey yapmak istemiyorum. Ama simdi kahve istiyorum ve bu saatte bulabileceğim tek yer Larry’s PX, balıkçılar kahvesi. Senelerdir, oraya gitmek için hep bir bahane bulmak isterdim, şimdi bir bahanem var. Kotumu ve akşamdan yatağın yanında, yere atılmış olan eski mavi kazağımı üzerime geçirdim, anahtarları kaptım ve dışarı çıktım.

Bezelye çorbası kıvamında bir sis tabakası on dakikalık yolu, on beş dakikaya çıkardı. Park yeri, bir deniz feneri gibi davet ediyordu beni, pikaplar, balıkçı aletleri ve ön koltukta sahiplerini bekleyen sadik köpekler...

Benim içeri girisimle bir sessizlik oldu. Fark etmemis gibi davrandım, burnuma pastırma kokusu geliyordu. “U” seklindeki tezgâhta oturulacak tek yer uçta kalmıştı. Iri yarı, yanık tenli, sari sakallı bir adamın yanına tabureye oturdum. Buranın yerlilerine ait bu kahveye dalmakla,  bir tuhaf hissettim ama sabah kendime gelmem için kahvemi de içmem gerekiyordu. Ben bu yerin basit beyaz duvarlarına, kırmızı muşamba kaplı tezgâhlarına bakarken, garson kadın  hemen kahvemi doldurdu.
Kapalı plastik kapların içi kurabiye doluydu, gazeteler bir kenarda düzgünce dizilmişti.

Bir iki dakika içinde sohbet yine kaldığı yerden devam etti, ben de dinlemiyormuş gibi yapıp menüye bakmaya başladım. Havadan, avladıkları balıklardan ve zehirlenen martılardan bahsediyorlardı , o sırada biri, sözü, sahili dolduran fok balıklarına getirdi. Ben de, sözün geri kalan kısmını dinleyebilmek için, kendime yumurta söyledim.

Burada fok balıkları olur mu? Olamaz ama herkes sahilde sayılarının bini bulduğunu ve balıkları yiyip bitirdiklerini anlatıyor! Tenis maçı izler gibi, kafamı balıkçıları dinlerken bir o tarafa, bir bu tarafa çeviriyorum. Dinlediğimi anladılar. Belki de biraz abartmaya başladılar ama bu sohbet bu kasabanın en iyi sohbeti olmalı. Fok balığı dediğin Baja, Patagonya veya başka bir egzotik yerde olur, benim bu küçük balıkçı kasabamda değil. Nova Scotia ya gidip gelen gri, liman fok balıklarından bahsediyorlar. Hayran kaldım. Ama artık göç etmiyorlarmış ve kışı burada geçirecek gibilermiş, bu da balıkçıları rahatsız ediyor. Heyecandan yanaklarım kızardı. Sanki biri önüme parçalayıp, açmak için sabırsızlandığım bir paket bırakmış gibi.

Yemeği içmeyi bıraktım, çiğnerken, yutarken konuşmanın hiç bir kısmını kaçırmak istemiyordum. Denizi fok balıklarıyla dolu ve kendimi de onlarla beraber yüzerken hayal ettim. Biraz saçma gelecek ama çok merak ettim. Çılgın gibiyim şu anda, oraya gitmek için bir yol bulmalıyım. Hiç vakit kaybetmeden cesaretimi topladım ve yanımdaki adama “ beni oraya götürür müsünüz?” dedim.

Kahvesinden bir yudum alarak “Şaka mı yapıyorsun?” dedi. Bu kadar cesur olmama kendim de şaştım ama ona kararlı bir şekilde baktım. “Bugün mü?” dedi bana, taburesini de öbür tarafa doğru çevirerek yanındaki adama, “doğru mu duyuyorum” gibilerden baktı.

“Ben oraya gittiğimde, yedi-sekiz saat kalacağım” dedi. Sanki ben bunu duyunca vazgeçeceğim.  “Bakalım sular, istediğim kadar uzun sure yüksek kalacak mı?” diyerek bir de göz kırptı. Bu son söz beni gerçekten etkiledi. Zamanı saate göre değil de, denizin dönüşümüne göre ayarlamak! “Benim icin uygun” dedim.

Şimdi herkes, bakalım ne yapacaklar diye bizi dinliyor.

Blöf yapıp yapmadığımı anlamak için bana “Kendine seni sıcak tutacak kıyafetler ve de bir sandviç hazırla" dedi. Gözümü bile kırpmadım. Bunun üzerine "Yarım saat içinde rıhtıma gel, teknenin adı “Seal Woman”dedi. Tabağımı kenara ittim, hemen tezgâhın üzerine bir kaç dolar bıraktım ve arabama koştum, eve rekor zamanda vardım, derhal fıstık ezmesiyle, simitleri mutfaktan aldım, yağmurluk, havlu ve süveterimi, bez çantama attım, ve rıhtıma döndüm. Sadece bir kaç dakikam kalmıştı.

“Zamanında geldin” dedi; biraz şaşırarak, sanki herşey sadece bir şakaydı. “Çantanı bana at ve tekneye bin.”

Bana yardım etmek için elini uzatınca birden dilim tutuldu, hatta yüzüm kızardı. Dokunuşuyla, beni şaşırtan bir elektriklenme oldu. Bana kimse dokunmayalı o kadar uzun mu olmuştu?

Maceraperestliğimin üzeri bir bulutla gölgelenmeye başlamıştı, “Kendine gel Joan” dedim. Ne yapıyorsun simdi? Tamamen yabancı bir adamla yola çıkıyordum.  Etrafımdaki diğer teknelere baktım, onlar da bütün bir günü denizde geçirmek için hazırlanıyorlardı. Yanımdaki teknedeki adamın bana bakarak, gülümsediğini fark ettim. Böyle küçük yerlerde, en ufak şeyler fark edilir, özellikle de sezon dışı zamanlarda... Şimdi bu bir skandal olacak mı? Bu adam acaba evli mi? Eh, ben öyleyim, kendime hatırlattım. Ama bu maceradan hoşlanıyorum. Eğlence, bu kelimeye “E” kelimesi diyoruz ve arkadaşlarımla ben, her gün, eğlence için biraz vakit ayırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Pek başarılı olamıyoruz. Evde herkesin ihtiyaçlarından sıra gelmiyor.

Şimdi ben bu adamı ayartmış gibi oldum. Benim yaşımda şaşılacak bir şey. Ama neden olmasın? Hayatımda, birini ayarttığım bundan önce, sadece bir kez olmuştu; benden yaslıydı ve New York’tan Dallas/ Fort Worth’e uçuyorduk. Yolculuk esnasında, konuşmaya başladık. Beni otelime bırakmayı teklif etmişti, çünkü o araba kiralıyordu ve benim arabam yoktu. Ama Hertz masasına gelince, otelin yerine baktım ve aksi istikametlere gittiğimizi fark ettim. Ben Dallas’a, o Fort Worth e gidiyordu, böylece orada ayrıldık. Bir keresinde de bir uluslararası uçak yolculuğunda, beni First Class’a aldılar, yanımda lisede gezdiğim futbolcuya benzeyen biri oturuyordu. Atlantik’i geçerken bütün bir yol boyunca konuştuk, hatta, etrafımızdaki insanlar rahatsız oldu. Sonra, Seville’ de kaldığımız süre içinde, beraber bir yemek için sözleştik. Fakat onun işleri nedeniyle buluşamadık, benimle yemeğe ayıracak zamanı olmadı.

Daldığım bu düşüncelerden, istiridye avcısının “ o düğümü çözer misin?” demesiyle sıyrıldım. “Tabii” dedim, memnun etmeye çalışarak. Verilen görevi yetenekli bir tayfa gibi yerine getirdim, O da anahtarı sokup, motoru çalıştırdı. “Daha ismini bile bilmiyorum” diyerek, elimi uzattım: “Ben Joan”

“Ben Josh, Joshua Cahoon.” Dedi.

Başımızın üzerinde, kanat çırpan martılar, bize eşlik ederken, rıhtımdan ayrıldık. İstiflenmiş yüklerin üzerinde tünemiş olan iki Balıkçıl, bize ne korkarak, ne de fazla ilgilenerek bakıyordu. Uzun bir kum yığınına doğru yol alıyorduk. Birden istediğim yerde olmanın keyfini hissettim. Kalbim hızla çarpmaya başladı, en son ne zaman kontrolü bir başkasına verdiğimi hatırlamıyordum. Bu bir cesaret işiydi, bilmediğim bir yere gidiyordum, bilmediğim bir kimse beni götürüyordu.

Kanaldan çıkınca, gaza bastı ve bana camlı bölmeye onun yanına gelip, rüzgârdan korunmam için işaret etti. O kısım sadece bir kişilikti. Omuz omuza duruyorduk, yapılı göğsünü ve geniş sırtını yanımda hissedebiliyordum, tekrar kalbim çarpmaya başladı. Hay Allah! Deli miyim ben! Öyle de olsa onu çok seksi buluyordum. Senelerce, etrafımda hep beyaz yakalılar, çizgili takım elbiseler, bağa çerçeveli gözlükler ve Wall Street Journal olmuştu, onlardan sonra bu sert görünüşlü tip çok çekici geldi bana.

Benim bir WASP ismim olabilir, ama onlar gibi davranamam. Öyle bir tip ağır başlı, ince dudaklı ve duygularını belli etmeyen biri olur. Catherine Deneuve’u bir filmde gördüğümü ve onun gibi olmak istediğimi hatırlıyorum. Sinemadan çıkınca eve gidene kadar onu taklit ettim, cool görünmeye, akli başında, ince, narin, mercan kırmızısı bir gül yaprağı gibi olmaya çalıştım. Hatta onun hep filmlerinde yapmakta başarılı olduğu gibi, kocamı bir yere gönderip, bir şey sipariş etmek istedim. Fakat olmadı, başaramadım.

Belki de bir önceki hayatımda barda çalışan, şehvetli bir kadındım, Akdeniz’ de bir yerde yaşıyordum ve etrafımda denizciler vardı, bol palavra atan, marifetlerini gösteren, esprili adamlar. Belki de bundan, burayı çok seviyorum simdi. Daha özgür ve daha dünyevi olmam gerekiyor.

Rüzgârın ve motorun gurultusu konuşmayı zorlaştırıyor. Dümeni tutan, büyük kuvvetli ellerine bakıyorum, mavi gözleri kısılmış doğan güneşe bakıyor. Mütevazi bir tekne ama sağlam. En yalın şeyler var içinde ama iş görüyor. Balıkçılar fazlalıkla uğraşmaz. O kadar paraları yoktur. Bu beni etkilemiştir her zaman. Böyle yoklukta da idare edebilen erkeklere bayılırım. Babamı hatırlarım, yoktan var etmeyi bilen bir dehaydı o.

Dalgaların üzerinden aşarak suyun üzerinde uçar gibi gidiyoruz. Bilemiyorum, gene kaçıyor muyum bir şeylerden yoksa anlık sığınacak bir yer mi istiyorum. Ne önemi var? Bu macera büyülüyor beni. Burada kıyıdan uzaklaşırken geriye bakmak, nasıl da görüş açımı değiştiriyor, buna hayret ediyorum. Sanki burada sayısız geçiş noktalar var, Josh bunları çok iyi biliyor ve hızla istediğimiz gibi ilerlemekte özgürüz. Hiçbir karışıklık yok, bizi kontrol eden, bizi sınırlayan, hiç bir engel, herhangi bir sosyal zorunluluk yok.

Uzakta bir ada göründü, ten rengi bir tümsek, ortası daha koyu, bir iki dakika içinde Josh, motoru susturdu, karniyi göstererek, “İşte” dedi, fısıldayarak. O zaman onları gördüm- karaya vurmuş yüzlerce gri, kahverengi, bej tonlarında çilli, yumuşak yaratıklar, yasadıkları doğayla bütünleşmişler.

Tam ben daha ne kadar yakınlaşabiliriz, derken, küçük bıyıklarıyla, tatlı bir surat, sudan çıktı. Josh “Bu kadar yakınlık yeter mi? Dedi.

“Merhaba” dedim. Bana hiç gözlerini kırpıştırmadan bakan bu yüzü görünce, doğal olarak, böyle dedim. Sudan çıktığı gibi, aniden gene suyun altına dalarak kayboldu ve elli ayak ileride gene ortaya çıktı. Dondu, bana sanki “gelmiyor musun?” der gibi baktı. Denizin hareketiyle, kıyıya yanaştık, koloninin içinde pek çoğu kıpırdanmaya, kafalarını kaldırıp etrafı koklamaya ve incelemeye başladılar. Sonunda bir erkek fok balığı döndü, kalın gövdesini esnetti ve diğerini uyandırdı. Dominolar gibi birbiri ardınca dönmeye başladılar, ta ki kumsalı kaplayan o kadifemsi örtü tamamen hareketlenene kadar. Tak, tak, tak, kumda ilerleyen yüzlerce yüzgecin sesi, gök gurultusu gibiydi, tüylerim, diken diken oldu. Kıyıdan kendilerini mavi sulara kaydırırken, biraz hantal ve ne yapacaklarından emin değillerdi ama suya girince zarif ve kontrollü bir şekilde yüzüyorlardı. Bize doğru yüzmeye başladılar hem tekneyi, hem de bizim niyetimizi merak ediyorlardı, suya jimnastik yapar gibi dalıp çıkıyorlardı. Her sudan çıkışta gözlerimizin içine bakıyorlardı, bir de boyunlarını eğip de bize takip edin der gibiydiler... Daldım gittim...


Büyüyü Joshua bozdu: “ İnme zamanı” dedi aniden.

“Ne, şaka mı yapıyorsun?” diye bağırdım.

“Buradan yüzebilirsin, bunlar arada sırada gelen ziyaretçilere alışıktır.”

“Sen beni burada yalnız mi bırakacaksın? Ben senin burada istiridye toplayacağını zannetmiştim.”

“Karşı uca gideceğim, orada düzlükler var, söylediğim gibi suların hareketi değişince gelirim.”

Hiç tartışabileceğim bir şey yoktu. Ben bütün gün için anlaşmıştım, ne olursa kabul etmem gerekirdi. Kotumun paçalarını çabucak sıvadım, teknenin kıyısına çıktım ve buz gibi suya atladım. “Güzel atladın” diyerek bana çantalarımı verdi. “Yakında görüşürüz” dedi ve tekneyi geri vitese taktı.

“Tabii”  dedim, güneşin acısından anladığım kadarıyla, saat  sabah sekiz veya dokuzdu, sular halen yüksekti. Onun dönmesi, en azından sekiz saati bulurdu. Ama zaten, benim istediğim de buydu. Suyun alçalıp yükselmesine göre, zamanı ayarlamak ve bütün günü, burada geçirmek.

Çantayı başımın üzerinde tutmaya çalışarak kıyıya doğru ilerlemeye çalıştım. Neyse ki su sığdı. Hoppala; su birden derinleşti, şimdi kasıklarıma kadar ıslandım. Lanet olsun! Biraz daha yaklaşsa, ne olurdu sanki. Bu kot pantolonu giymekle aptallık ettim. Esnemiyor, üstüme yapışıyor ve ağırlaşıyor. Teknede çıkarmalıydım ama bir yabancının önünde soyunmam, doğru olmazdı.

Oh, son adımım. Kıyıya vardım ve yere yığıldım. Biraz soluklanmam lazım. Buranın güzelliğine hayran kaldım. Daha kötü yerlerde kaldığım olmuştu, şüphesiz. Herhalde güzel bir gün olacak. Her neyse, artık yoluma şans eseri ne çıkarsa, sevmeyi öğreniyorum.

 

 

 

10 Mayıs 2021 Pazartesi

Özel Oda- Bir Yağmur Sonrası

 

Epinay- sur- Orge 


 

Yağmur sonrası odama geldi. İngiltere’deki o büyük malikanelerden birindeydik. Benimle özel bir şey konuşmak istiyordu.

Önce kapıyı açmak istemedim. Ama adam ülkemiz için savaşa gidecekti, açmamak olmazdı. Ne söyleyecekti acaba? Açtım çaresiz.

Üzerinde üniforması, içinden kıvılcım çakan koyu mavi gözleri, belinde silahı…

Odada duvarda annemin resmi asılıydı. Lancaster’dan Devonshire’a gelmiştim.Bu malikanede çocuklara mürebbiyelik yapıyordum. Daha uzun yıllar da burada kalabilirdim.

Genç bir adamın odama gelmesi etraftan hoş karşılanmazdı arkamızdan hemen dedikodu yapabilirlerdi.

Ama işte savaş arifesindeyiz. Gidenler coşkuyla uğurlanıyorlar, dönüp dönemeyecekleri belli değil.

Radyolar savaş borazanlığı yapıyorlar. Gençleri askere yazılmaya özendiriyorlar. Aileler heyecanlanmış, bayrak sallıyor. Hatta çocukta bir rahatsızlık varsa torpil yapıp illa da göndermek istiyorlar. Sanki oğlunu askere göndermemek ayıpmış gibi…

James ilk görev yerinin Fransa olduğunu söylemişti. Hayırlısı.

XXX

Annemden mektup geldi. Devonshire’ın nasıl olduğunu soruyor. İşimden memnun olup olmadığımı, birisiyle tanışıp tanışmadığımı, havaların soğuk olup olmadığımı falan. “Aman üşütme” diye bitiriyordu mektubunu.

Haksız da sayılmazdı. Bu taş evde odalar ısınmak bilmiyordu. Bütün gün koşuşturma sırasında ısınıyordum, derslerde sırtıma şalımı alıyordum ama odama gelince üşüyordum. İçi yünlü terliklerim vardı neyseki, yere de kuzu postu sermiştim. Camlar çift camdı uçsuz bucaksız bir ormana bakıyordu odam.

Burası bana Uğultulu Tepeler kitabını hatırlatıyordu. Ormanın diğer ucunda bir malikanede yaşayan yakışıklı gizemli bir adam hayal ediyordum.

Akşamları mum ışığında günlüğümü yazıyordum. Günlükte hep bu yakışıklı adamla ilgili hayaller vardı. Kitaptaki adam biraz tehlikeli biriydi hatırladığıma göre. Tehlikeli ama kadınların hemen cazibesine kapılacağı türden biri.

Bir de ormanı geçerken yaşanabilecek tehlikeleri hayal ederdim.

Büyük beyaz atları, hızla geçen atlıları, ormanda yakılan ateşi

James bir keresinde avdan dönünce getirdiği ördekleri temizletmiş, sonra açık havada pişirelim deyip ateş yaktırmıştı bahçede. Çocuklar nasıl da neşeliydi, Koşup oynamaktan yanakları kızarmıştı.

James çocukların dayısıydı. Aramızda öyle bir elektriklenme vardı ki yanımdan geçerken tutuşacak gibi oluyordum.

XXX

Yünler karışmıştı birbirine. O gitmeden kendisine bir şey örüp vermek istiyordum. Lacivert yünüm vardı bir yelek örmeye başlamıştım. Acaba ona hediye vermem garip karşılanır mıydı? Sanmıyorum. Bu asker uğurlama coşkusunda herkes birbirine bir şeyler hediye veriyordu.

Beyaz bir kutu içinde çikolata da almıştım. Akşamları otururken hızlı hızlı örgümü örüyordum.

Odanın kapısını açtığımda içeri girdi. Yatağın üzerindeki örgüyü gördü. “Ne yapıyorsun?” dedi.

“Sana sürpriz yapacaktım amam işte gördün. Bir yelek örüyorum. Yoksa kazak mı yapmalıyım? Ne dersin? Soğuk akşamlarda giyersin.”

 

“Evet. Fransa’nın güneyine gitmeyi isterdim ama savaş kuzeyde” dedi. “Belki savaştan sonra beraber gideriz” diye de ilave etti.

Ne diyordu bu adam. Kısa bir süre sonra yolcu edecektik onu. İyi şanslar demekten başka ne söyleyebilirdim? Oysa söylemek istediğim çok şey vardı. Hepsini bütün hayatımı tek tek, sayfa sayfa anlatmak istiyordum ona. Belli ki o da benzer duygular içindeydi.

“Çok fazla bir heyecan var etrafta, benim içimde, bütün arkadaşlarımda, ailemde. Buraya senin odana biraz sakinleşmeye huzur bulmaya geldim” dedi. Yatağıma uzandı. “Anlat bana bir şeyler” dedi.

“Anlatacağım” dedim.

Les Rouches Rouges


 

Yazı çalışmalarından

resimler: Armand Guillaumind