30 Kasım 2017 Perşembe

Francesca ve Paolo


Böylece ikinci halkaya indim.
Burada daha fazla hüzün ve daha fazla ağlama ve inleme  sesleri vardı.
Koca Minos dişlerini gıcırdatarak kapıda bekliyor,
 Gelenlerin günahlarını itiraf etmelerini istiyordu.
İtirafları dinledikten sonra gelenleri yargılıyor ve
Cehennemin hangi kısmına gönderileceklerine karar veriyordu.
Kaçıncı bölgeye gönderildiklerini anlamak için günahkarlar,
 Canavarın kuyruğuna bakıyorlardı.
Kuyruğu kaç kere kendi etrafına dolarsa,
 o numaraya göre gidecekleri seviyeyi anlıyorlardı.
Önünde daima toplanmış bir kalabalık vardı,
Herkes Minos’ a itirafta bulunmak için sırasını bekliyordu.
Minos beni görünce bu olağan üstü vazifesini bıraktı ve


“Hey sen!Bu azap ülkesine gelen!
Kapının genişliğine bakma,
Nasıl girdiğine dikkat et kimseye güvenme”

Virgil “Neye itiraz ediyorsun? Onun giriş izni var mani olma,
 yukarıdan -emri yerine getirilen kişiden- izin almış, daha fazla soru sorma bize” dedi
Şimdi artık iyice moralim bozulmaya başladı.
Burada bütün ışıklar karartılmıştı.
Önümüzde sanki karanlık bir deniz vavardı,
Ve denizin üzerinde bitmez tükenmez bir fırtına.
Karşıt rüzgarlar hortumlar buna maruz kalan ruhları
Yerden yere savuruyordu.
Yukarı doğru atıldıklarında kayalara çarptıklarında,
Bu zavallılar felaket rüzgarlarına söyleniyorlardı.
Buraya düşenler şehvet tutkularının kurbanı olmuşlardı.
Akıllla değil duyguyla karar vermişlerdi.
Bir yukarı bir aşağı, bir sağa bir sola
Rüzgarlar onları yerden yere savuruyordu.
Bir anlık sukunete muhtaçtılar.
Biraz sakinliğe kavuşmak acıyı biraz daha az  hissetmek istiyorlardı,
Ama hiç ümitleri yoktu.

“Bu karanlıkta bu acıyı çekenler kimler üstad?”
“İlk gelen Semiramis tir.
Bir zamanlar pek çok millete hükmeden bir imparatoriçeydi.
Meydana gelen skandalı örtmek için istediği gibi kanunlar çıkarttı.
Ninus’ un eşiydi, sonra varisi oldu.
Onun hükmettiği topraklara artık Sultan hükmediyor!

Arkadan Kleopatra geliyor;
Sonra Helen; onun yüzünden senelerce ızdırap yaşandı,
Biliyorsun Achille’in hikayesini
En son savaşta aşkı buldu.”
Virgil, ask meşk meseleri yüzünden buraya düşmüş olan daha yüzlerce ruhu gösterdi.
Bunların halini görünce içim acıdı
Yine yolunu kaybetmiş bir adam gibi oldum!

“Söyle bana Şair, acaba ben  şu ilerde hafif bir rüzgarla
 buraya doğru savrulan ikiliyle konuşabilir miyim?”
“Onlar buraya gelene kadar bekle, sonra onlara aşkla hitap et.
Onlar aşka gitmişlerdi,
Aşkı duyunca gelirler.”
Yanımıza yaklaşınca onlara seslendim hemen
“Bu ızdırapla hırpalanmış olan ruhlar,
Eğer yasak değilse benimle konuşur musunuz?”

Dido nun yanından ayrılarak yuvalarına kavuşmak isteyen güvercinler gibi
O kötü rüzgarla mücadele ederek yanıma geldiler.
Benim içten seslenişim onlara böyle bir etki yaptı.

“Yaşayan adam kibar ve iyi niyetli,
Bizi bu karanlıkta ziyarete geldin,
Bizim vücüdumuz dünyayı kanla lekelemişti,
Alemlerin yöneticisine kabul ederse yakaralım,
 Sana iyilik huzur versin.
Çünkü sen bizim halimize acıdın.

Şimdi rüzgar durmuşken ne istersen söyle,
 seninle konuşmak bizi de mutlu eder.
Po ırmağının Denize dökültüğü huzura kavuştuğu yerdeydik;
Aşk onun kalbini sardı
Benim, benden alınan güzel vucudum yüzünden.
O felaket beni hala yaralamakta

Aşk aşığı bırakmaz, cananı bırakmaz.
Beni öyle bir eline aldı ki gördüğün gibi hala bırakmadı
O aşk ki bizi ölüme götürdü.
Bizim hayatımızı elinden alanıysa Caina bekliyor.”

Onların sözleri bize ulaşınca başımı önüme eğdim.
Şair sordu:“Ne düşünürsün?”
“Of, of kimbilir ne hülyalar, ne güzel düşünceler onları bu hale getirdi.
Ne özlemler,ne sevda yaşadılar.”
Sonra tekrar bu çifte döndüm:

“Francesca anlattıkların beni hüzne gark etti; ağlattı.
Nasıl başladı bütün bunlar,anlat bana.”


En acısı mutsuz zamanlarda geriye dönüp bakmak ve mutlu zamanları hatırlamaktır
Bunu üstadın iyi bilir.
Aşkımızın nasıl başladığını bilmek istiyorsan,
 ben yine de anlatayım; hem ağlayayım, hem de anlatayım.
Bir gün birlikte zaman geçirmek için Lancelot’ un şiirlerini okuyorduk.
Onun nasıl aşka teslim olduğunu.
Yalnızdık ve hiç bir şeyden şüphelenmemiştik.
Okurken hep gözlerimiz birbirini buluyordu,
Yüzlerimiz sararıyordu.
Sadece bir an bizi mağlup etti.
Kızın güzel gülüşünü öpen hakiki sevdalıyı okuyunca bu yanımdaki,
 benden hiç ayrılmayacak olan bu yanımdaki
Bütün vücudu titrerken, beni öptü dudaklarımdan.
Kitab ve kitabı yazan şaire ne demeli?
O gün artık kitabı bir daha okumadık.”

İki ruhtan biri bana bunları anlatırken öbürü ağlıyordu.
Bende de onların acısından o kadar etkilendim ki bayılmışım
 Bir anda ölü gibi yere yığılmışım.

Kanto 5
Inferno
Çeviri Elif Mat

27 Kasım 2017 Pazartesi

Kanto 4 Limbo


Uyumakta olduğum derin uykudan bir gök gürültüsüyle uyandım,
Nereye gelmiş olduğumu anlamak için etrafıma baktım.
Cehennem çukurunun kenarındaydım.
 Bitmek bilmez inlemeler hıçkırıklar ve gök gürültüleri duyuyordum.
Önümdeki çukur o kadar karanlık o kadar derin ve o kadar sisliydi ki,
 ne kadar çabalasam da bir şey göremedim.
“Şimdi o kör karanlığa inelim” dedi şair.
Tamamen solgundu yüzü,
“Ben önden gideyim sen arkadan gel” dedi.
Virgil’ in solgun yüzünü görünce,
“Sen hep beni cesaretlendiriyordun, ama şimdi çok korkmuş görünüyorsun” dedim.
 “Sen de korkarsan, ben  seni nasıl takip edebilirim?”
“Korkmuyorum, sadece bu adamların çektikleri azab beni bu hale getirdi,
 Korkudan, değil üzüntüden.
Haydi yürü, yolumuz uzun”
Bunun üzerine Limbo ya Cehennem’n ilk halkasina  geldik.
Burada çok yüksek bir ses yoktu, sadece inlemeler gelıyordu kulağa
 o inlemeler ki havayı titretiyordu.
Buradaki ruhlar işkence görmüyorlardı, suçları yoktu.
Kadınlar, çocuklar erkekler kalabalıklar…
Şair “Bunların kim olduğunu sormayacak mısın?
Daha fazla ilerlemeden önce öğrenmem gerekir” dedi.
“Bunların suçu günahı yok hatta iyilikleri de var ama bunlar senin dininden değiller,
vaftiz olmamışlar” diyerek Hristiyanlik öncesi Pagan dönemde doğan kişilerin ahiretteki durumunu açıkladı.
“Ben de bu guruba dahilim Hristiyanlıktan evvel doğan ve Hazreti Isa’nın dininden olmayanlar gurubuna”
Bizim Cennet’e girme umudumuz yok, ama arzumuz çok”
Bu sözleri duymak beni çok üzdü.
Limbo da bulunanlar arasında çok değerli ruhlar vardı:
“Üstadım söyle bana, buradaki ruhlardan hiç kurtulan Cennet e giden oldu mu?”

“Evet benim buraya yeni geldiğim sıralarda Hz Isa gelip bazılarını kurtardı”


Burada hem konuşup hem yolumuza devam ettik
İlim adamlarını, sanatkarları, fılozof ve yazarları gördük.
“Buradakiler seni biliyor” dedi Virgil bana,
Birisi; “Değerli şairi selamlayalım” dedi ve bize doğru yaklaşmakta olan dört büyük ruh gördük.
Bunlar ne neşeli görünüyorlardı, ne de üzgün.
Gelenlerden biri Homer’ di,büyük şair elinde kılıç diğerlerinin efendisi gibi yürüyordu.
Öbürleri Horace, Ovid ve Lucan’ dı.
Hepsi beni selamladılar.

Bu önemli grubu görmüş oldum
Homer hepsinin üstünde, adeta yüksekten uçan bir kartal gibiydi.
Bu dört büyük şair, Virgil ve ben;
Bu gruba dahil edilmiş olmak, yani 6 büyükten biri sayılmak;
bu şairlerce onlardan biri sayılmak, benim için büyük bir onurdu.
Işığa doğru yürüdük.
bir büyük kalenin yanına geldik;
Kalenin etrafında kaleyi yedi kez çevreleyen surlar vardı;
Surların çevresinde de güzel bir ırmak akmaktaydı.

Bu bilgelerle beraber yedi kapıdan geçtik,
çayır çimen yeşillik çiçekli  güzel bir yere geldik.
Burada bulunan zatlar,
çok otorite sahibi, ağır başlı kişilerdi,
az ve öz konuşuyorlardı,
Konuşmaları ince ve kibardı,
Daha yüksek ve havadar bir alana geldik,
Burası daha aydınlıktı.
Çıktığımız yerden topluluğun tamamını görebiliyorduk.
Bu yüce gönüllü insanlar bana gösteriliyordu
ve onları görmek benim için büyük bir şerefti.


Arkadaşlarıyla Elecrtra; Hector, Aeneas ve Sezar beraberdiler.
Sezar şahin bakışlı ve üstünde zırhı vardı.
Latin dünyasının önemli kişileri kadınlı erkekli bir aradaydılar
ve diğer uçta yalnız başına Selahaddin Eyyubi.

Biraz daha yukarı bakınca filozofları gördüm,
Sokrat, Plato, Demoritus, Diojen ve diğerleri;
Alimler, tıp doktorları, Hipokrat, Galen...
Ve Avicenna (Ibni Sina)
Averroes (Ibni Rüşd) Şarih (Yorumcu- the Great Commentator)
Onları tamamen  anlatabilmeme imkan yok
buradan ayrılıp yoluma devam etmeliyim.
Zaten gördüklerimi anlatmaya sözler yetmez.


Altı kişilik gurubumuz ikiye ayrıldı,
Benim bilge rehberim ikimizi başka yola yöneltti.
O sukunetten ayrılıp, yine sarsıntılı yere geldik.
Artık geldiğimiz yerde hiç bir şey parıldamıyordu.




Buradaki kale felsefeyi temsil ediyor; 7 rakamı da 7 sanat dali 7 bilim dali ve insanlarin sahip olmasi gereken 7 erdem.

Felsefe evinin ışığı kendinden oradan ayrılınca yine karanlık basıyor. Nasıl kuşun iki kanadı varsa insanlarda bir tarafta bilim bir tarafta inancı dengelemeli. Dante'ye göre bu filozoflar ve devlet adamları Hristiyan olmadıkları için Cennet e giremiyor bir suçları günahları olmadığı için Cehenneme de girmiyor ama insanların faydasına olan bilimsel çalışmaları nedeniyle burada güzel bir ortamda kendi eş ve dostları arasında ilim konuşarak sanat konuşarak varlıklarını sürdürüyorlar.

Limbo Italyanca da bir şeyin kenarı kıyısı, demek onlara da Cehennemin kıyısı düşmüş...
Bu değerli filozoflar arasında üç tane de Müslüman sayılmış Dante onlara duyduğu saygıdan ötürü bu en çok değer verdiği kişilerle beraber tutmuş.

Selahaddin'in ordusu Fransiz Manuskripti 1337


Selahaddin Eyyubi (d. 1138, Tikrit - ö. 4 Mart 1193, Şam), 
Mısır ve Suriye sultanı, Eyyubi hanedanının kurucusu olan hükümdar. Hıttin Muharebesi ile 2 Ekim 1187'de Kudüs'ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son verdi, akabinde Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi'ni etkisiz hale getirdi.



İbni Sina  d. 980 AfşanaKöyü, Buhara ö. 21Haziran 1037 HamedanTıp adamı, fizikçiyazarfilozof ve bilim adami

Ibni Rust


İbn Rüşd d. 14 Nisan 1126 - ö. 10 Aralık 1198),
 Endülüslü-Arap felsefecihekimfıkıhcımatematikçi ve tıpçıKurtuba'da doğdu ve MarakeşFas'ta öldü. İbn Rüşd'e göre biricik filozof Aristo'ydu
Ibni Rüşd,  Batıda Averroes ismiyle biliniyor Aristo’ nun eserlerini Arapçaya cevirmiş ve Şerhler yazmış bu eserler üzerine.
Daha sonra Arapçadan Latince ye çevriliyor bu eserler ve bir anlamda Batı da Rönesans’ ın başlamasına kaynaklık ediyor. Thomas d’Aquinas Aristo ya "Filozof", Ibni Rüşd’ e” the Great Commentater” yani "Şarih" veya 'Yorumcu' diyor kitaplarında.




25 Kasım 2017 Cumartesi

Çocukluk Aşkı Beatrice


 Kanto 2
Inferno



Artık akşam olmaktadır,
Yeryüzündeki canlılar,  dinlenmeye çekilmektedirler
Dante ise zorlu bir yolculuğa hazırlanmaktadır.
Burada gördüklerini anlatabilmek için ilham perilerini ve üstün aklı yardıma çağırmaktadır.
Önce aklını kurcalayan soruyu Virgil’ e sorar:
“Şair sen benim rehberimsin,  söyle bana; ben bu yolculuğa dayanabilecek kadar kuvvetli miyim?
O korkunç geçitlerden geçebilir miyim?
Sen dedin ki Sylvius un babası Aeneas daha ölmeden buradan geçmiş;
Onun kim olduğunu düşünürsek ve kötülük karşıtı bütün güçlerin de ona yardım ettiğini de hesaba katarsak bu o kadar analşılmaz değildir.
Çünkü Aeneas büyük Roma’ yı kuran seçilmiş kişidir.
Roma’ yı kutsal bir yer haline getiren klisenin kurucusu Peter’in ardından gelen Paul de bu yolculuktan geçmiş;
Burada kendisini zafere götürecek şeyleri öğrenmiştir.
 Paul de seçilmiş kişidir.
Peki ya ben? Ben nasıl girebilirim buraya? Buna kim izin vermiş olabilir?
Ben “Aeneas” değilim, “Paul” de değilim, kendimi buna layık göremem;
zaten bir başkası da beni buna layık görmez.
Korkarım bu yolculuk boşuna bir çaba olacak!
Sen cok bilgesin, benim sana söylediklerimden daha fazlasını da anlayabilirsin.”

Aeneas in Truva dan kacisi

Dante bu düşüncelerle başlamakta olduğu yolculuktan, neredeyse vazgeçmek üzeredir.
Virgil kızar:
“Senin ne dediğini doğru anladıysam, ruhun korkuyla dolmuş.
 Bu insanın üzerinde büyük bir yüktür.
Korku insanı yapacağı onurlu işlerden alıkoyar, insan gölgelerden korkar olur.
Ben senin korkunu gidermek için, buraya niye geldiğimi ve sana niye yardım etmek istediğimi anlatayım;
Ben Limbo’ da diğer ruhlarla beraberken, çok güzel kutsanmış bir hanım geldi oraya ve benden yardım istedi.
Gözlerinde yıldızların parlaklığı vardı, benimle çok hoş,  yumuşak bir  sesle konuştu:
Kibar Mantua’ lının ruhu, senin şiirlerin ve ünün dünya durdukça duracaktır.
Benim talihsiz arkadaşım, şuradaki tepede yalnız kaldı, korku içinde,
Cennet’ te onun hakkında duyduklarıma göre, doğru yoldan ayrılmış, yardıma ihtiyacı var.
Ben gelmekte geç kaldım,
Lütfen git ona yardım et, sen ikna etmeyi bilirsin,
 onu oradan çıkar da benim içim rahat etsin.


Ben Beatrice’ im;  seni ona benim gönderdiğimi söyle.
Ben Cennet’ten geldim bir an evvel oraya dönmeyi arzu ediyorum.
Beni buraya getiren kuvvet aşktır...
Aşk yüzünden geldim burada seninle konuşuyorum.
Cennete geri dönünce orada Efendimize senden bahsedeceğim.”

Beatrice'in bu sözleri üzerine Virgil,
Dante ye yardım etmeyi kabul eder,
 ve merakından Beatrice’ e sorar:
Sen nasıl oldu da Cennet’ ten çıkıp buraya gelebildin, korkmadın mı?
O da, iyilere bir şey olmayacağını, iyilerin korunmuş olduğunu, Cehennem ateşinin iyilere değmeyeceğini anlatır. “Allah beni böyle yaratmış.” Der.
 Beatrice’ in Dante’ nin durumuna üzülmesi nedeniyle kendisine Cennet’ te Meryem Ana acır ve Dante ye yardıma gönderir.
Virgil’ in Dante’ ye bunları anlatması üzerine, Dante’ ye cesaret gelir;
 sabah güneşin açmasıyla büzüldükleri yerden doğrulan çiçekler gibi ayağa kalkar.
Beatrice’ in Cennet’ teki Meryem Ana’ nın ve Virgil’ in kendisine yardım etmesinden çok mutlu olur.
Artık bu zorlu yolculuğa hazırdır.
Virgil’e “sen benim üstadımsın, rehberimsin” der ve bu güvenle dik yokuşu tırmanmaya başlarlar.


 Bu özetten sonra, bir- iki kısa bilgi verelim:
-Dante bu eser boyunca değişik edebi stiller kullanıyor O anda konuştuğu kişiyle veya anlatılan olayların niteliğiyle ilgili olarak üslup değişiyor. Burada ilk bölümde de gördüşümüz gibi Virgil' i kendi "rehberi üstadı ve Romanın en büyük şairi" olarak selamlıyor. Onun için bu bölüme Virgil' in tarzıyla,  antik çağdaki edebi usulle, anlatacağı zor konuda kendisine yardımcı olmaları için "ilham perilerini" çağırarak başlıyor.

-Virgil daha önce Aeneas' ın hikayesini yazdığı için halen hayatta olan bir kişinin ahireti görmesini konu etttiği için Inferno bölümünde Dante’ye rehberlik ediyor.

- Dante sekiz yaşındayken annesini kaybeder; dokuz yaşındayken de komşusunun kızı Beatrice' i görür; bir daha tekrar 18 yaşındayken karşılaşırlar. İkisi yaşıttır.
 Dante onu çok sevmesine rağmen evlenemezler. Maalesef, Beatrice genç yaşta ölür.
Şair Beatrice' e olan aşkını gençliğinde yazdığı "Vita Nuova" adlı eserinde anlatmıştır.

Aradan geçen yıllardan sonra, surgunde Komedya' ya başlarken de Beatrice' i anlatmakta;
 onu Cennet'te hayal etmekte ve onun da kendisini sevdiğini, düşündüğünü ümit etmekte zor günlerinde bundan teselli bulmaktadır.




19 Kasım 2017 Pazar

Dante ve Virgil


Kanto 1 Inferno
Yorumlar
Elif Mat


Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.



Cahit Sıtkı Tarancı' nın "Otuz Beş Yaş" şiirini hepimiz biliriz. Belki bazılarımız niye 35 yaş; niye insan ömrü 70 yaş olarak hesap edilmiş diye sorabilir
İncil de 30+30+10= 70 olarak bir insan ömrü formüle edilmiş. Dante’ de bundan yola çıkarak;  35 yaşı insan ömrünün yarısı olarak kabul etmiş. Hayatının yarısında, ama bunu “hayatımın ortasında” olarak ifade etmiyor da “hayatımızın” diyor ilk başlangıç mısralarnda... Yani okuyucuyu da katıyor işin içine. Hepimiz aynı hayatın içindeyiz; hepimiz aynı güçlüklerle karşılaşıyoruz demek istiyor
Kendi hayatını, alışagelmiş bir oto biyografi gibi yazmak istemiyor. “ 1265 yılında, Floransa da dogdum” diye söze başlamıyor da;  hayatın ortasından- konunun  tam ortasından başlıyor anlatmaya. Hem de tam bütün herşey sarpa sarmışken:

Hayatımızın ortasını geçtiğimde, kendimi karanlık bir ormanda buldum;
çünkü doğru yolu kaybetmiştim.
O korkunç ormanı hatırlamak, şimdi bile içimi korkuyla dolduruyor.
O kadar zordu ki;ölümden beterdi!
Buraya nasıl geldiğimi de hatırlamıyorum,
Kendime geldiğimde buradaydım işte;
O kadar uyku halindeydim ki ;
Doğru yoldan ne zaman ayrıldıgımı hatırlayamıyorum.

Dağın tepesinde görünen ışığa doğru yürümek istiyorum ama korkuyorum
O ışık ki insanları nesiller boyu doğru yola ulaştırmıştır...

Şairimiz  bu duygular içersinde biraz dinlendikten sonra  dağa tırmanmaya başlar ama önce karşısına yere yumuşak patileriyle basan bir leopar çıkar, sinsice yaklaşır; Dante çaresiz geri döner.
Ondan kurtuldum derken; bu sefer de  aç bir aslan yolunu keser, onun heybetinden sanki yer gök titrer; ardından doymak bilmez bir dişi kurt,  Dante’yi geldiği yere tekrar o vadinin karanlığına, sisine; bilinmezliğine, ürkütücülüğüne geri sürükler.
Bu üç canavarın kendisine geçit vermeyeceği anlaşılmıştır. Peki ne yapacaktır? Bu korkular yetmezmiş gibi, o sırada karşısına bir de ruh çıkar. Dante önce kim olduğunu anlayamaz. Bu gelen kişi uzun müddet hiç konuşmamış olduğu için şimdi de konuşmakta zorluk çekmektedir:
Dante korkuyla;

“Aman acı bana- Miserere di me-
Ruh musun,  insan mısın?” diye sorar.
Ruh cevap verir:

"Bir zamanlar insandım. Ben Mantua’lıyım; Sezar zamanında doğdum; İmparator Ausgustus zamanında; yani Hrıstiyanlık’ dan evvel yaşadım. O zamanlar sahte Tanrılar vardı. Ben şairdim; şiirlerimde Truvalı Aeneid' in hikayesini anlattım "der; ve “Niye o karmakarışık dünyaya geri dönmek istiyorsun?” diye sorar.

Dante hemen tanır O’nu; bu kişi büyük Roma şairi Virgil’dir. “ Sen benim üstadımsın, ben de şiirlerimde senin tarzını kullanıyorum” der, ve başına gelenleri anlatır.
Virgil ona “Buradan çıkmak istiyorsan yukarı doğru değil, aşağıya doğru gitmelisin. Bu canavarlar kimseye geçit vermezler; ama günün birinde bunların da hakkından gelecek başka bir yaratık ortaya çıkacak ve Italya'yı kurtaracaktır” der.

"Şimdi gel beni takip et ben seni Cehennem’ den geçireceğim; mahvolmuş ruhları göstereceğim;" diyerek Dante’ye yardım eder.

Virgil önde; Dante arkada yola koyulurlar...


Üç canavarın neyi temsil ettiği merak edilir, bu kısımda. Bazılarına göre bunlar Cehennemde daha sonra anlatılacak olan saldırganlık, sinsilik, açgözlülük gibi gunahları temsil eder bazılarına göreyse bunlar Dante’ nin yaşadıgı yıllarda o zamanın Floransa’sı Fransa’sı ve de Papalıktır.
Çoğu zaman şiirde ilerde de göreceğimiz gibi, mısraları birden fazla şekilde yorumlamak mümkündür.




15 Kasım 2017 Çarşamba

Ethem's Victory



It was almost sunrise. Farouks’ machine gun was quieter now. Jamil wanted to offer some cognac to Nuri.  As he was stretching the bottle towards him, he heard a noise and stopped. The horses were approaching at full speed. There must have been something. They reached for their rifles. Jamil heard Shaban’s noise and jumped to his feet.
“Major! Sir!” Shaban was out of breath;  Jamil called, “Here! We are here! What happened? Is that Anzavour?”
“Yes, Sir! It is Anzavour!” Shaban pulled the reigns and his horse was on his back feet. “ Sir!  Ethem the Circassian finished Anzavour! Ethem defeated Anzavour; his troops are dismantled. Lieutinenant Shevki came and gave us the news.”
Asos

Jamil threw his rifle to the ground and put his hands around his mouth and yelled, “Farouk! It is over! Come here! Leave it and come back!” Then he turned and hugged Dr. Munir.
Dr. Munir was breathing fast. Lieutenant Sevki was telling the story with a teenager’s enthusiasm. “The battle was on for five hours, not exactly five hours. In fact the heavy fighting lasted only two hours. We were riding in rugged terrain. When we descended to the stream, we saw that the first team had already got there. After letting their horses drink water they were crossing the stream. Then we let our horses drink. All of a sudden we heard gun fire; a lot of bullets were being fired. We mounted our horses. We didn’t go halfway up the hill when we noticed that the first unit was retreating, they were broken up. We proceeded to go to the top of the hill where we saw that the enemy had dismounted their horses and was attacking. They were two hundred men strong. In the north there was one group moving to the other side. I raised my arm to signal the back to pick up speed. If we could carry two machine guns to the hill on the left we could have finished them. I sent half of the men to help our units, who the enemy was trying to encircle. I ordered the other half to climb up the hill and wait for the machine guns. They went up the hill quickly while riding their horses neck to neck.  As they were going the machine gun team arrived and I ordered the team Commander Halim take the guns to the hill. When I saw that the first team already arrived at the summit and the machine gun team was on their way, I felt confident and I was sure in a short period of time we would be able to chase the enemy away. I brought the reserve horses of the two teams close to the hunters and told them that if the enemy breaks down then the units will start a cavalry charge immediately without waiting for the orders. At that instant Anzavour attacked with all his force towards the left hand side. The cavalry moved to both sides and left the job to the foot soldiers, like we had decided before. We attacked with all our might from the left side. We went around a small hill to guard a wooden bridge that was far away. Our Artillery was shooting the targets accurately.”

When Jamil heard the word ‘artillery” he paid more attention, “Our Artillery?”
“Yes, our artillery. In fact, they didn’t miss a single shot. We claimed the bridge. You know the feeling; suddenly one can feel that the other side is not up to it. They were struggling. They started out confident but our infantry has broken them.”
“Then our soldiers fought a good fight?”
“They were like Lions. Each unit was as strong as a Fortress.”
“What happened next? You claimed the bridge…”
“When Anzavour saw that we had the bridge, he saw that there was no point in forcing anymore. He turned his back. Upon seeing this, everyone mounted their horses and followed him at full speed.”
Doctor Munir was curious, “How would you rate Ethem as a Military Man?”
“I don’t know if he is good or not but he couldn’t have won without the help of our infantry. There is one thing though; he is really calm on the battlefield. He is calm, coldblooded and brave. Anyway, we were able to get back the cannons that Anzavour had taken from Hamdi at Biga. As we were celebrating the fact that we had taken back the cannons and the machine guns; Ethem’s horsemen….” Lieutenant Shevki lowered his voice, “… started plundering. Some changed their horse; some changed their boots with the better ones…Ethem’s units and the regular military fought together, yet one side started plundering while the others remained disciplined and worked together in an orderly fashion. That was different. I appreciated our soldiers much more than in previous wars. You might say that sometimes our infantry soldiers also misbehave. You are right. But it’s rare. That’s the important part, they rarely misbehave. I paid attention to them and I saw that our soldiers were looking at Ethem’s bandits disapprovingly. You know how they are, quiet, and knowing.
When Shevki said ‘quiet’; Jamil thought of Major Nuri. He hadn’t seen him since the morning. He asked, “Doctor, Have seen Nuri?”
“Nuri? Major Nuri? No, I haven’t seen him”
“I wonder where he is. I hope he is not sick.”
“You better go check.”
Shevki started to tell the story about how Anzavour hanged a lot of people in Gonen. “He ordered many Officers to be executed.”
“That’s how you know he is a bandit.”
“He ordered the execution of the Muftu in Gonen as well as the President of the local Rights Association. His men plundered the town.”
“Where is he now?” Munir asked.
Assos Temple of Athena

“He tried resisting our forces in Biga once more but when he realized that it was useless, he caught the ferry and went away.”
Jamil stood up and went outside. He asked the batman where Selahaddin was.
“Captain Selahaddin was asked to go to the telegram office urgently, Sir.”
“Where is the Commander?”
“He is with Ethem.”
“Have you seen Major Nuri?”
The Batman hesitated, “Sir, Nuri is in prison.”
“Did they put him in prison? Who ordered this? Why?”
“Tewfik ordered it.”
“What for?”
“Nuri didn’t salute him.”
“When did this happen?”
“They say Nuri didn’t salute Tewfik as he was leading his forces.”
“That’s too bad! Does the Commander know about this?”
“Yes, he knows, Sir.”
“Does Selahaddin know?”
“Yes, Sir.”
“So?”
“We couldn’t talk to Ethem, Sir. Selahaddin talked to Hafiz Huseyin and Hafiz advised us not to interfere. He fears, if someone interferes, they might put him in front of the firing squad. He advises we to wait a little and he promised to talk to Tewfik after things calm down.”
“Where is Nuri now?”
“He is at the Gendarmerie Division.”
“Are there any other prisoners there?”
“Yes, there are some Anzavour supporters.”
“Who is guarding the prison?”
“Ethem’s flag bearer, Haji Omer is guarding the prison; he is a tough man. Maybe you can talk to Ethem. We should let him know. We should tell him that Nuri has some…mental problems…he needs help.”
Jamil looked at the Commander’s room’s door for a minute, and then turned towards the stairs, walking fast. When he went on the road, he was thinking of the terror. He thought to himself ‘Whether we win or lose, we bring terror. Some of us have lived in fear for so many years, yet they still like terrorizing other people. We don’t know how to celebrate. That’s not human. Tewfik came to a big city like Bursa as if he was the conquering Commander and yet he got angry at a man who was sitting down in a corner silently. How is this even possible? Why would he even think about putting Nuri in prison?’ Jamil realized that it didn’t occur to the people of Bursa that they need to celebrate; it was a time for celebration. The roads were empty, people were still suspicious and they preferred to stay in their homes. As he was walking, he became angrier with every step.
As he was approaching the Gendarmerie Headquarters, he recognized Haji Omer sitting in front of the door. His huge body spread out over the chair and he was enjoying his water pipe. One leg was stretched on one chair and other leg was on the second chair. His arm was on the third one. Not even Yavuz Sultan Selim was as proud as him when he was returning as a Caliph from Egypt.
Haji Omer was from Kayseri. When he saw Jamil he stood up, “Oh Jamil Bey! It is nice to see you, Sir. I looked for you but couldn’t see you in the morning. Come, take a seat. I will order some tea and water pipe for you.”
Yavuz Sultan Selim

“Thank you, Omer. I don’t have time. I came to see a friend of mine.”
“Who is your friend?”
“I was informed that he is a prisoner here. Come with me.”
“Oh! Is that right? Who is that?”
“Come.”
Jamil entered the building and walked towards the detention room. Omer said, “Who is your friend? Oh! I know. It must be the Major that Tewfik Bey has ordered to be arrested.”
Jamil ordered the guard on duty, “Open the door!”
The bandit opened the lock in a hurry. Jamil entered. Anzavour’s men were afraid. They stood up immediately to salute Jamil.
Major Nuri was looking through the bars to the outside absentmindedly. The bars on the window had spider webs on them.
Haji Omer called, “Hey, Major! Don’t you see? You have a visitor!”
Nuri Bey turned to see who had come. He looked at Jamil, “Oh! Jamil! Did you come for me?”
For the first time since he met Major Nuri, Jamil clicked his heels and saluted him formally, “Yes, Major I came to apologize.”
“There is no need to…” Staff Major Nuri Bey was about the same age as Jamil; however, he looked much older. He smiled like a grandfather. “Mistakes happen, I was so happy to see our soldiers victorious. You don’t know how happy I was but I think happiness made me tired. I just stayed there. It is my fault. I should have stood up; I should have known it was my duty. I didn’t think of it… It is my fault. They are right. Probably they thought I wasn’t happy for our country on a day like that. All this happiness can make people do wrong. I know that joy can mislead our nation more than sorrow. You came to see me. Thank you very much.”
“You are welcome. Please get ready, we are leaving.”
Omer interrupted, “Oh, Jamil Bey. What about Tewfik Bey? He will punish us.”
He looked at the face of the bandit in such a way that the man swallowed and was quiet. Jamil’s face was filled with anger.
Jamil asked Major Nuri, “Sir, do you have your walking stick?
“I think I have it somewhere. Oh! Here it is.”
“Omer! Bring me the Major’s walking stick. I told you to bring it!”
Omer with his huge body hurried to get the walking stick. As he was giving it to the Major, Jamil took it and gave to the Major himself.  “Here is your walking stick, Sir. I apologize again.” He said to Omer, “Tell Tewfik that I came by and took Nuri Bey out. If he wants to talk to me, I am at the headquarters, as always.”
“Oh, Sir, there is no need! There is nothing to talk about. You know Tewfik, I am sure he has forgotten about Nuri Bey. Would you like to have some tea?” Then he stopped talking and listened outside. There were trumpets calling the soldiers to order.
Jamil hired a carriage, let Nuri board first, and as he jumped on board, told the coachman to go to the Division headquarters quickly.
There were trumpet noises persistently calling everyone to order, there were messengers riding their horses hurrying to get to the places they were going. There were horse shoe noises on the stone pavement.
Everyone was alert when they reached the headquarters. The orders were short and strict. The Officers, Sergeants and the soldiers all had something to do. As Jamil was walking toward the stairs, Shaban stopped him, “Major, it is bad news.”
“What ? Is it the English? Did they attack?”
“Worse…This time it is inland, my hometown. It is in turmoil…This time our own Turks are revolting…”
“What are you talking about? Who are your own Turks?”
“My hometown! The Stupid folks of the inland region! They are revolting and they are revolting in a really bad fashion. They attacked and instantly killed our Division Commander.”
“Which Division Commander is that? Are you talking about Bekir Sami?”
“No, Sir, I am talking about the Commander of the 3rd Cavalry Division! He was our Commander at the Sinai Front.”
“This is too confusing. Tell me from the beginning or else I am going to hit you!”
“Captain Selahaddin received a telegram from Ankara; they ordered Ethem to go to Bolu right away.”
“So Bolu is your home town? I don’t think so…”
“Bolu is our bordering neighbour, Sir! Turkmens live there, that’s why it is ours. Bolu, Gerede Duzce and Hendek all those areas are revolting against Ankara. There is mutiny everywhere. The boilers were carried to the town square.”
Bolu Cennet Lake

“What was that for? Are they preparing meals for the soldiers?”
“There wasn’t much time for that, Sir! Ethem ordered the merchants to open the Bazaar and he is telling them to bring meat and sausages to the square. They are cooking meals for Ethem’s men.”
“Is this for everyone?”
“No, Ethem’s men will be given freshly baked bread and they will have sandwiches with this meat and pastrami, then they are going on their way.”
“Is there enough for the soldiers?”

“No, there isn’t. This food is for Ethem’s bandits only. Those Bashibozouks! Our soldiers will have bulgur soup if they are lucky. The infantry will follow them. They are making preparations in the warehouses for the army’s needs. Ethem is giving orders. He wants the best hay for his horses. He is threatening he will hang people if the animal feed is not up to his standards.”
“Where is he now?”
“He is at Ulucami; he gathered all the big turbans to the Mosque.
 “What is he doing there?”
“He is making the Hodjas witnesses to the message that he is sending to the Sultan. In his message he is letting Istanbul know that he already defeated Anzavour and advising the Sultan to get himself a better Pasha…. He told the Sultan not to send any more unworthy commanders to fight with him; he is letting the Sultan know that he is going to Bolu now and to beware of what will happen next when he returns from Bolu.”
Selahaddin called from upstairs so Jamil left Shaban and climbed the stairs. Selahaddin said, “Did you get the bad news?”
“No, what is it?”
“Colonel Mahmud got killed in Duzce by the rebellion.”
“You don’t say. How did this happen? Was he killed in action?”
“No, I think Mahmud was confident because of his Circassian origins but they tricked him. First they sent an envoy to him, that’s why Mahmud ordered the cease fire trumpets. Then he went out of the trenches and proceeded towards the enemy. When he was close enough, he realized that the other side were not meaning well. He realized what their intentions were and got the rifle from the Officer and fired. When he missed, the enemy shot and killed him.”
“I am sorry to hear this. He was a good friend of mine. He was very brave.”
“Upon hearing the news our Commander cried like a child. There is worse news; the resistance is spreading from Bolu towards Ankara. Ethem got the orders to go and attack them immediately!”
“I will ask the Commander’s permission to leave and join Ethem’s forces now.”
“We already talked to the Commander about this. It is impossible. We can’t leave Bursa. We have to guard the city. We don’t have enough soldiers here.
 “Why did you gather the hodjas in the Mosque? Are they going to give counter Fatwa?”
“Yes!”
“Are they willing to do that?”
“Sure, they will issue a counter Fatwa. In fact, they are fighting one other to sign it first. You know those Hodja types as well as I do. They can’t resist to power.”
Selahaddin ran to open the coded telegram that was brought in by the batman. Jamil went out of the building.
When he went to the town square, he saw Ethem’s men lining in front of the boilers to get meat to put in their sandwiches. Once they got their food, they were returning to their horses. They had all rested in Bursa’s famous hotels. They shopped at the bazaar and enjoyed the thermal waters for the last couple of days. They have fresh clothes on. Since they changed their horses at every chance they got, their horses were quite handsome.

When Ethem’s Battalion Commanders came to the town square, the cavalry units were ready to leave.
Ethem bid farewell to the Commander and the Governor and told Jamil quietly, “I will ask for Ankara’s permission for you to join my units, even though I asked the Commander here, he refused to allow you to come with me.”
The horsemen were following Omer the flag bearer in an orderly fashion; two horses, side by side. They had their rifles across their shoulders. The silver of their saddles and knives were shining in the sun.

Jamil didn’t want to nod to Ethem’s older brother, Captain Tewfik, so he looked towards Lieutenant Shevki’s heavy Machine Gun Unit.
The regular army soldiers had patched clothes and ripped boots, however, they had the pride of real warriors in their faces. They weren’t defeated by the bandits. Jamil saluted those proud soldiers. He didn’t put his hand down until the last soldier who was carrying water, passed by.
The Heavy machine gun troops suddenly started singing the famous patriotic song of the Great War. The song echoed from the front of the troops to the end. They were walking on the dusty road.
Dr Munir said, “Ethem the Circassian defeated Anzavour the Circassian, and now he is going to crush the resisting Turks who are against the War of Independence. Do you understand that, Shaban?”
Shaban was behind. He was staring at Munir’s skinny neck with his one eye. He tried hard to understand. “Yes, Sir, I understand. How can I not understand?”
“Wow! Good for you, you are very clever.”
Since Munir said this in a Balkan accent, Shaban knew he was joking so he smiled. Then Dr. Munir got mad. “If you were back home I would kill you for laughing. Thank the Lord you are here!”
“I think it is best to be here on a day like this. Don’t you think, Doctor?”
“Don’t ask! If you were back home right now what would Ethem do to you?”
Shaban didn’t hesitate, “He would hang me, Sir!  I am sure of it!”





Ataturk in the middle and Ethem the Circassian on his right with fur coat. Ethem's men in the front


The End




 The Reluctant Warrior
by Kemal Tahir




 Translated by
Elif Mat

Thank you for all the readers:))