30 Haziran 2015 Salı

Lockless Door by Robert Frost



The Lockless Door


    It went many years,
    But at last came a knock,
    And I thought of the door
    With no lock to lock.
     
    I blew out the light,
    I tip-toed the floor,
    And raised both hands
    In prayer to the door.
     
    But the knock came again
    My window was wide;
    I climbed on the sill
    And descended outside.
     
    Back over the sill
    I bade a “Come in”
    To whoever the knock
    At the door may have been.
     
    So at a knock
    I emptied my cage
    To hide in the world
    And alter with age.

by Robert Frost

29 Haziran 2015 Pazartesi

Your Laughter by Pablo Neruda


Take bread away from me, if you wish,
take air away, but
do not take from me your laughter.

Do not take away the rose,
the lance flower that you pluck,
the water that suddenly
bursts forth in joy,
the sudden wave
of silver born in you.

My struggle is harsh and I come back
with eyes tired
at times from having seen
the unchanging earth,
but when your laughter enters
it rises to the sky seeking me
and it opens for me all
the doors of life.

My love, in the darkest
hour your laughter
opens, and if suddenly
you see my blood staining
the stones of the street,
laugh, because your laughter
will be for my hands
like a fresh sword.


Next to the sea in the autumn,
your laughter must raise
its foamy cascade,
and in the spring, love,
I want your laughter like
the flower I was waiting for,
the blue flower, the rose
of my echoing country.

Laugh at the night,
at the day, at the moon,
laugh at the twisted
streets of the island,
laugh at this clumsy
boy who loves you,
but when I open
my eyes and close them,
when my steps go,
when my steps return,
deny me bread, air,
light, spring,
but never your laughter
for I would die. 

28 Haziran 2015 Pazar

The Road Not Taken


The Road Not Taken



Two roads diverged in a yellow wood,
And sorry I could not travel both
And be one traveler, long I stood
And looked down one as far as I could
To where it bent in the undergrowth;

Then took the other, as just as fair,
And having perhaps the better claim,
Because it was grassy and wanted wear;
Though as for that the passing there
Had worn them really about the same,

And both that morning equally lay
In leaves no step had trodden black.
Oh, I kept the first for another day!
Yet knowing how way leads on to way,
I doubted if I should ever come back.

I shall be telling this with a sigh
Somewhere ages and ages hence:
Two roads diverged in a wood, and I—
I took the one less traveled by,
And that has made all the difference.

The road not taken by Robert Frost

Siste Yuruyus





Büyükannemin, sallanan eski mutfak masasında, üçüncü kahvemi içiyordum. Bugünün en güzel olayı, dört millik  yürüyüşümü, yapmak oldu. Yürüyüşü, tamamlayınca buraya geldim. Genellikle bu sıkı tempolu yürüyüşlerden memnunum. Biraz nabzımı hareketlendirmek ve bir önceki günün zamanının üzerine çıkmak tek amacım. Başlangıcı, gelişme evresi ve sonucu olan aktiviteler, beni motive ediyor, adrenalimi arttırıyor, ama bittiklerinde moralim bozuluyor. Belli bir amacımın olmaması, beni bunaltıyor, sonra da bir rehavet çöküyor ve tamamen duruyorum.



Bu tahmin ettiğimden, daha yalnız bir yolculuk. Son günlerde, gereğinden fazla bir zamanı, sadece kum saatinin kumlarının boşalmasını izleyerek geçirdim. Kumun bir taraftan ötekine boşalması, on beş dakika sürüyor; sonra çevirip yeniden baslamasını izliyorum. Zamanın, benim yanımdan geçip gitmesini izleyecek kadar kötü durumdayım.
Bugünkü halim felçli gibi; bahanem, iki gün evvelki kar fırtınası.Hem elektrik, hem de telefon direkleri yıkıldı.Kar tatilini eskiden, çocuklar küçükken, severdim. Okula gitmeyip, yatakta fazladan bir saat daha kalırlardı. Sonra pastırma ve krep yapıp, bu güzel kokuyla onlari mutfağa çağırırdım. Ama burada yalnız başına olmak ve belediyenin karları kürememesi yüzünden, eve giden yolun kapalı olmasi nedeniyle, evde mahsur kalmak, hiç de eğlenceli değil. Özellikle, şimdi odunlar tükenmeye yüz tutmuş ve ben komşudan odun çalmaya baslamışken. Arkadaki korulukta, düşmüş bir ağacı kesip getirmeye çabaladım ama yalnızca bir gece için, sobayi yakabileceğim kadar odun toplamak için bile yeterli günışığı yok.
Her geçen gün, daha çok endişe ediyorum. Bir sene inzivaya çekildikten sonra,insanlara ne gösterebilirim? İki cocuk kitabını bitirmek üzereyim, son düzeltmelerini yapıyorum, ama ondan sonra, profesyonel geleceğim meçhul. On iki yıllık iş arkadaşım,bunca sene birlikte tanınmak için gösterdiğimiz çabaya ve beraber kazandığımız paraya, pek de aldırmayarak; kalktı, gitti. Ülkenin, öbür ucuna taşındı. Kariyerimi kurtarmak istiyorsam,( bunu yapabilecegimden pek de emin değilim), yeni bir fotoğrafçı bulmak zorundayım. Bu boşanma gibi bir şey. Geçen seneden kalma, ben de süregiden bir sızıya neden olan bir başka kayıp.


Muhakkak ki, beni en fazla sarsan darbe, babamın ölümü oldu, ağlayacak bir zamanım bile olmamıştı. Annem ve onun dulluğa alışma süreci, benim yasımın önüne gecmisti. Dahasi; kardeşimle de aram bozuldu, hayata tek kardeşimdi. Kardeşimin ikinci eşi, bizim ailemizin kendisinden önceki kısmıyla hiç ilgilenmeye niyetli değildi. Babamın cenazesine gelmediği için kardeşimden nefret ettim, bunu takiben, pek çok tartışma yasandı aramızda ve sonunda beni evinden de hayatından da attı...Sonsuza kadar...Durağanlasmış evliliğim bir yana, bitiremediğim yaslarım da benim, şu anki durgungunluğuma, isteksizliğime, sebep oldu.Belki de, kendimi, odadan odaya amaçsızca dolaştığım, bayatlamış Christmas kurabiyelerini yediğim,projelere baslayıp ta bitiremediğim için, daha fazla cezalandırmamalıyım. Saatlerin değerini bilmeliyim, boşa zaman harcamamalıyım. Daha önce, hiç kendime bu kadar yakın olmamıştım, ama hernedense ,kendimle arkadaşlık kuramıyorum.


Geçen hafta, kendimi bulmak icin bir gayret sarfettim; içinde çocukluk resimlerimin bulunduğu bir kutuya rastgelmistim. Kutunun üzeri,ürkütücü bir şekilde, “GEÇMİŞ”diye işaretlenmişti.Bütün bir günü geçirdiğim metamorfozu, hayranlıkla seyrederek geçirdim.Küçük, siyah beyaz fotoğrafları oturma odasına boylu boyunca yaydım,hepsini kronolojik sıraya dizdim,arada büyüteç kullanarak, çok sey anlatan yüz ifadelerini inceledim. Altı yedi yaşlarına kadar,masumiyetin, güvenli olmanın bir simgesiymişim, etrafa hayretle bakan, karda, plajda,arka bahçede oynayan; ağaçlara tırmanan; jimnastik aletlerinden sallanan ;üç tekerlekli bisikletine binen bir çocuk ve kardesim hep yanımda...


Ama sonra taşındık; Buffalo, New York’taki çocukluk evimizden Pennsylvania'ya. Ondan sonra da on yedi defa daha taşındık. Her taşınmada, kişisel tarihimizi elimine ederek, daha gelişme çağında olan benliğimizi, köklerimizden sökerek, uzaklaştırarak, taşındık. Sonunda içimize,bir daha gitmemecesine bir yabancılık çöktü. Birdenbire, oturma odasının zemininde önüme serilmiş olan hayatıma bakarken, bir küçük kız gördüm, gözlerinde uzak bir ifade vardı; daha önceleri ufak tefek, fıkırdak olan kiz, şimdi tombul ve mutsuzdu, daha önceki içten gülüşlerinin yerine, dudaklarında zorlama bir gülüş vardı.Biraz gergin, biraz korkmuş ama gene de cesur bir ifade vardı yüzünde-sanki kendine hakim olması için bütün gücünü kullanması gerekiyordu. Daha sonraki, yeni yetme resimlerinde ise, simdi hatırlamadığım tatlı ama biraz sert biri olmuştu. Ama bu kişiliğini dışa vuran biriydi. Bu taşınmalar, kendimi, yabancı yerlere, aniden fırlatılmış, atılmış gibi hissetmeme, neden oluyordu. En kötüsü, bir keresinde, beni kendi çocuğu gibi koşulsuz sartsız seven, bana ikinci bir anne olmuş, kendi çocuğu olmayan, bir komşu hanımdan da ayrılmak zorunda kalmam oldu.


Bu devamlı yerdeğistirmeler, içimde, derinde bir yerde, hep ayni şekilde yerinden olma duygusu yaşattı bana  Öyle ki; bir müddet sonra aışık olduğum değerler,her gün gördüğüm yerler, silinip gidiyordu.Gittiğim yerlere, etrafımdakiler ne isterse öyle olmaya çalışarak uyum sağladım. Bu resimlerde onu görüyorum. Ama gerçek benliğim kenarda kaldı, özgüvenim kalıcı izlerle, daimi olarak yaralandı. Bu gerçek benliğimin elinden tutmalıyım, kaybettiğimiz zamanı telafi etmeliyim,en azından onun kararlılığını ve inatçılığını takdir ettiğimi söylemeliyim.Bu özelliklerim resimlere de yansımış.


“Muhakkak ki, kendimi bulacak kadar kendimi kaybettim” Robert Frost un bir şiirinden, bu dizeler. Yeniliğin kenarında dans ettiğin yeter, Joan! Vicdanının, arka sokaklarında, yumuşakca ilerlemek yok artık; meselelerin etrafından dolanmak ve kendiliğinden kaybolup gitmelerini beklemek yok. Bu kasvetli düşünceleri, kafamdan atmaya çalışarak, yere Kizilderililer gibi oturdum, gözlerim kapalı, ileri geri hafifce sallanıyorum, gözlerimi kapatmak, beynime dur demek çoğunlukla beni, kendi kendimle oynadığım bir kandırmaca oyununa sürükler.
Tekrar gözlerimi açtığımda, New Mexico’dan aldığım haçı gördüm, önümde asılıydı. İnce bir mesquite ağacından yapılmıştı, eğri ve taraslıydı. Düz ve dar değildi. Muntazam olmayan kenarlarını seviyordum. Çekicle vurularak inceltilmis merkez noktasına bakıyordum; şu anda ben de yol ayrımındaydım.

Önümde üç yol vardı. (Arkamda kalan kısım, geçmişi temsil ediyordu oraya bir daha dönemezdim. Sola dogru uzanan kısa kol, kocama giden yoldu, açıkca belli ki, bu gitmek istediğim yer değildi. İki tane daha olasılık vardı, ama bunların götüreceği yer belirsizdi. Sakinleştim, nabzım yavaşladı.Ellerim gevşedi, kendiliğinden avuçlarım açıldı, artık herşey açıklığa kavuşmuştu, böyle olması, benim için bir mükafattı. Aynı, geçen sonbaharda olduğu gibi, inceden inceye bir macera özlemi içerisindeyim.
Önümde, yeni yollar açılacağına inanmıyor muydum? Aslında dışarıda, her yer, yol dolu.  Öyle değil mi?
Bir Jung analistinin, bir grup kadınla söyleşirken, “dönüm noktaları” konusunda söyledikleri aklıma geldi. "Hayatta çoğunlukla seçeneklerimiz önceden bellidir, bizim için belirlenmiştir; ama romanın kahramanı, bir kavşağa geldiğinde kendi seçimini kendi yapar- kahraman olmayansa seçimi baskalarına bırakır.”
Bütün bu sessiz güzellik içinde, buralarda bir yerde, benim kendisini bulmamı bekleyen, bir şey olmalı. Niye oyalanıyorum? Dışarıdaki kalın sis tabakasına bakıyorum. Golf Stream, dünden kalma donmuş toprak üzerine, sıcak bir rüzgar üflüyor olmalı. O beyazlığı bulanık bir grilik kaplıyor.Kar tepeleri sulu çamur haline geliyor. Belki de kurtuluş mümkündür.

Sis düdüğü ötüyor, zaten bütün gün öttü. Belki de bu çağrıya cevap vermeliyim; günümü değerlendirmeliyim. Merkezin güvenliliğini bırakmalıyım. Sarı yağmurluğumu giydim, arabaya atladım, sulanmış kar yığınlarını açarak, ilerlemeye başladım, anayola doğru kayarak çıktım. Annesinin çağrısına koşan bir çocuk gibi,bu sesi takip ettim. Bu annenin çağrısı öyle derindir ki; en uzakta en fazla kaybolmuş olan yavrular bile tekrar,annesini bulur, guvenliğe kavuşur. Kasaba ve sahil beni cekiyor. Oraya vardığımda, temkinli olarak, yürümeye başladım, gözümün önündeki, elimi bile zor görüyordum.  Dönemeci dönünce, her zaman güzel bir deniz manzarası görülür, o noktaya geldiğimde, dalgaların sesini duymaya başladım ve o sese doğru, köpüklü dalgaları hayalimde canlandırarak, ilerledim. Botlarım, kalın hafifce donmuş olan kum tabakasına, saplanmaya baslamıştı.


Sisli havalarda, güven çok önemlidir, her attığım adıma dikkat ediyorum, bütün duyularımın çok kavrayıcı olması gerekiyor. Ama kararlılıkla ilerliyorum, çünkü bu yöreyi iyi biliyor ve adeta, kafamın içinde görünmez bir haritasını taşıyorum.Şu anda, benim için ne geçmis, ne de gelecek var, sadece bugün...Kıyıya doğru gitmeye çalışıyorum, kıyı  çizgisinin bana yol göstermesini ve o doğrultuda ilerlemeyi istiyorum. Bulunduğum yer, hiç bir yere yakın değil, havada ağır bir rutubet var, dalgalanan suyun ritmiyle hareket ediyorum, açığa doğru uzanan dalgakırana yaklaşıyorum-gerçekten çok kutsal bir yer. Limanı koruyan güçlü bir kol gibi, terkedilmis bir yarımada, derin düşüncelere, dalmak için ideal bir yer, burada kimse sizi bulamaz, kimse sizin hedefinizi değiştiremez. Bir millik yolu, çok kısa bir sürede katettim, kayalara tırmandım, birinden ötekine sıçrarken, yükselen deniz seviyesi sebebiyle kayalara çarpan dalgaların, zemini kayganlastırmasından ötürü çok dikkatliydim. Tamamen yalnız, kendimi şeytani bir şekilde özgür hissediyordum, tek başına yasadığım bu maceranin tadını çıkartırken; birdenbire,yaşlı bir kadının siluetini görerek ürktüm. Sırtında uçusan, siyah peleriniyle ayakta, dik duran bir kadın profili görüyordum.


Yakınlaştığımda, parlak mavi gözlerini bana çevirerek,“Merhaba, bu siste dışarı çıkan, sadece biz miyiz bu kasabada?" dedi; sonra, kendi esprisine güldü.
“Sanırım öyle, Merhaba, benim ismim Joan.”
 “Benim ismim de Joan. Ben buralarda yeniyim, ne kadar güzel bir yer burası böyle.”
Başımı salladım, zarafetine hayran kalmıştım. Narin bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri, asil bir burnu vardı. Dünyanın bir ucunda, bu ıssız yerde, böyle kibar yaşlı bir hanımı görmek beni şaşırtmıştı. Sanırım, seksen beş veya doksan yaşlarında olmalı. Uzun mavi jarse bir elbise giyiyordu, kısmen elbisesinin arkasına gizlenmis olan, tahta bastonunu tutuyordu.

Yürüyelim mi?”dedi. Kendisi zaten yürümeye başlamıştı, bana da işaret etti. Huzurlarını bozduğumuz için, bize öten bir kaç martıya aldırmadan yürüumeye devam ettik. Dalgakıranın ucundaki kanal işaretinin sesinin çekimine kapılarak, o tarafa doğru gidiyorduk. Uca doğru ilerledikce, plaj da, liman da, daha az görünür olmuştu.Küçük bir kayık, demir attığı yerden kurtulmuş, her gelen dalgayla beraber, dalgakırana çarpıyordu. Kendi özel düşüncelerimden bahsetmek niyetinde değildim ama ağzımdan bir cümle kaçıverdi; ”Ben de kendimi bu kayık gibi hissediyorum” deyiverdim.
“Nasıl yani?”
“Kendimi, biraz gevsemiş, serbest bırakılmış, hatta özgür hissediyorum, ama tekneyi idare edecek küreklerim şimdilik yok.”
O da itiraf etti: “Ben de kendimi denizde hissediyorum, ama gitmeye devam ediyorum. Arkana bakma, önüne bak. Arkamda yani kıyıda çok şey bıraktım ama daha fazlasını bulmak umuduyla denize açıldım.”
“Balıkçılar da böyle düşünüyorlar.Hergün yeniden denize açılıp, çıkacakları yolculuğa güveniyorlar, bir anda karar verip, ağlarını suya bırakıyorlar ve bana öyle geliyor ki herzaman birşeyler yakalıyorlar. Eli boş dönmüyorlar,” diye cevap verdim.

Sanki biliyormuş gibi; “Bu, harekete geçme ve insanın sezgisiyle ilgili bir şey. Hislerimizde bir bilgelik vardır. Bugünkü gibi gri bir günde, evden çıkıp, başkalarından farklı olmaya cesaret edebilmekte.
Şu anda bizim kadar aptal biri yok burada.Tanrıya şükür! Bu sisin içinde, sadece kendi başımıza olabiliriz.Ben bu griligi seviyorum.Bu grilik, bu buğu düşüncelerimizin etrafını sarıyor ve onları birarada tutuyor.”dedi.

Dalgalar üzerimize daha fazla su sıçratmaya başladığı için, daha dikkatli yürüyerek; ”Hiç böyle düşünmemistim”dedim. Sisin belirgin bir şekli yoktu ve bu sayede bizi sarıyordu.Biz de şekil ve tasarımdan yoksunduk, sadece su gibi akıcı ve genişleyebilme özelliğine sahiptik. Böylesine riskli bir alanda yaşlı, aristokrat, narin dul bir hanımla birlikte yürümek, beni korkutuyordu. Daha ileri gitmeye tereddüt ediyordum.

“Bazan kadınlarda, sis gibi oluyorlar”dedim.
“Ne demek istiyorsun,tatlım?

“Dipte olanın ne olduğunu biliyoruz, ama başkaları ne der düşüncesi, bizim gerçek kimligimizi gölgeliyor.
“Belki de bu doğru. Gizemli kadın! En iyisi bu gizemi korumaktır.”
Bu yumuşak feminist tarafına gülümsedim.”Ben buralara yüzlerce kez geldim ama hiç sizin gibi birine rastlamadım” diyerek, kayalardan geçebilmesi için elimi uzattım.


Yardımımı reddetti ve “Gerekmez anneciğim! Bu yaşlı vücut, beni daha hiç yarı yolda bırakmadı ”dedi ve taşların üzerinde, dans edercesine ilerlemeye başladı.
“Çok iyi yağlanmış bir makine gibisiniz, bunu nasıl başarıyorsunuz?”
“Ah canım, bu hiç kolay degil, hareket, bolca hareket. Hergün birkaç mil yürürüm. Vücudum en önemli kuvvet kaynağımdır, ona bakma konusunda çok titizim.”
Dalgakıranın ucuna vardık ve kanal işaretinin kenarına yaslandık. Harika düşünceleri var,daha fazlasını duymak isterdim,onu bütün gün dinleyebilirim. Ögrenci hazır olduğunda, hoca görünür.”derler. Bir de bugün evden çıkma konusunda tereddüt etmiştim!

O da benim duygularımı paylaşıyor gibiydi, bana”Seni sevdim, ne iş yapıyorsun?”diyerek beni şaşırttı.
Ona hayatımı anlattım- evliyim, iki çocuğum var, çocuk kitapları yazıyorum- ve buraya kendimi bulmak için geldiğimi söyledim.
“Bence, burada insan kendini bulabilir, bana öyle geliyor. Ben,tecrübenin yerine hiç bir zaman, kelimeleri koyamadım.Dışarı çıkıp, yapman gerekeni yapmalısın.Bugün, burada yaptığımız gibi.”dedi. Söyledikleri şimdi, sisin arasından süzülüp gelmeye başlayan deniz fenerinin ışığı gibi rahatlatıcıydı.-Düzgün,sağlam,canlı- Grilerin arasında, bir odak noktası.


Yavaş yavaş, geldigimiz yere geri dönmeye başladık, tek sıra ilerliyorduk. Gene görüşürsek, çok memnun olurum, belki bir akşam porto şarabı içeriz” dedi.
Park yerine gelirken, çok sevinirim dedim, onu bir taksi bekliyordu, evi her neredeyse, oraya götürecekti. Bu durumdan memnun değildi. “Arabamın olmamasından nefret ediyorum.Bu baharda, bir golf arabası ve üç tekerlekli bir bisiklet alacağım kendime”dedi.

Hayretle başımı salladım.Bu denli yaşlı birinde, hiç böyle bir kararlılık görmemiştim. Sizi nasıl bulabilirim?”dedim. Kibarca arka koltuğa yerleşerek, "Bankalar Caddesinde oturuyorum, ara beni, lütfen.Olur mu canım?"dedi ve kapı kapandı,gitmişti....

Bu hanımı cok sevdim. Çok uzun zamandan beri bana yol gösterecek hiç olmazsa bir ipucu verecek birini bekliyordum. Demek ki siste olmak, tamamen kaybolmak manasına gelmiyormuş...


 Deniz Kenarında Bir Yıl adlı kitaptan
Çeviri: Elif Mat





20 Haziran 2015 Cumartesi

True Path- Dogru Yol


True Path

Midway upon the journey of our life
  I found myself within a forest dark,
  For the straightforward pathway had been lost.

Ah me! how hard a thing it is to say
  What was this forest savage, rough, and stern,
  Which in the very thought renews the fear.

So bitter is it, death is little more;
  But of the good to treat, which there I found,
  Speak will I of the other things I saw there.

I cannot well repeat how there I entered,
  So full was I of slumber at the moment
  In which I had abandoned the true way.

But after I had reached a mountain’s foot,
  At that point where the valley terminated,
  Which had with consternation pierced my heart,

Upward I looked, and I beheld its shoulders,
  Vested already with that planet’s rays
  Which leadeth others right by every road.

Then was the fear a little quieted
  That in my heart’s lake had endured throughout
  The night, which I had passed so piteously.

And even as he, who, with distressful breath,
  Forth issued from the sea upon the shore,
  Turns to the water perilous and gazes;

So did my soul, that still was fleeing onward,
  Turn itself back to re-behold the pass
  Which never yet a living person left.

After my weary body I had rested,
  The way resumed I on the desert slope,
  So that the firm foot ever was the lower.

And lo! almost where the ascent began,
  A panther light and swift exceedingly,
  Which with a spotted skin was covered o’er!

And never moved she from before my face,
  Nay, rather did impede so much my way,
  That many times I to return had turned.

The time was the beginning of the morning,
  And up the sun was mounting with those stars
  That with him were, what time the Love Divine

At first in motion set those beauteous things;
  So were to me occasion of good hope,
  The variegated skin of that wild beast,

The hour of time, and the delicious season;
  But not so much, that did not give me fear
  A lion’s aspect which appeared to me.

He seemed as if against me he were coming
  With head uplifted, and with ravenous hunger,
  So that it seemed the air was afraid of him;

And a she-wolf, that with all hungerings
  Seemed to be laden in her meagreness,
  And many folk has caused to live forlorn!

She brought upon me so much heaviness,
  With the affright that from her aspect came,
  That I the hope relinquished of the height.

And as he is who willingly acquires,
  And the time comes that causes him to lose,
  Who weeps in all his thoughts and is despondent,

E’en such made me that beast withouten peace,
  Which, coming on against me by degrees
  Thrust me back thither where the sun is silent.

While I was rushing downward to the lowland,
  Before mine eyes did one present himself,
  Who seemed from long-continued silence hoarse.

When I beheld him in the desert vast,
  “Have pity on me," unto him I cried,
  “Whiche’er thou art, or shade or real man!”

He answered me: “Not man; man once I was,
  And both my parents were of Lombardy,
  And Mantuans by country both of them.

‘Sub Julio’ was I born, though it was late,
  And lived at Rome under the good Augustus,
  During the time of false and lying gods.

A poet was I, and I sang that just
  Son of Anchises, who came forth from Troy,
  After that Ilion the superb was burned.

But thou, why goest thou back to such annoyance?
  Why climb’st thou not the Mount Delectable,
  Which is the source and cause of every joy?”

“Now, art thou that Virgilius and that fountain
  Which spreads abroad so wide a river of speech?”
  I made response to him with bashful forehead.

“O, of the other poets honour and light,
  Avail me the long study and great love
  That have impelled me to explore thy volume!

Thou art my master, and my author thou,
  Thou art alone the one from whom I took
  The beautiful style that has done honour to me.

Behold the beast, for which I have turned back;
  Do thou protect me from her, famous Sage,
  For she doth make my veins and pulses tremble.”

“Thee it behoves to take another road,"
  Responded he, when he beheld me weeping,
  “If from this savage place thou wouldst escape;

Because this beast, at which thou criest out,
  Suffers not any one to pass her way,
  But so doth harass him, that she destroys him;

And has a nature so malign and ruthless,
  That never doth she glut her greedy will,
  And after food is hungrier than before.

Many the animals with whom she weds,
  And more they shall be still, until the Greyhound
  Comes, who shall make her perish in her pain.

He shall not feed on either earth or pelf,
  But upon wisdom, and on love and virtue;
  ‘Twixt Feltro and Feltro shall his nation be;

Of that low Italy shall he be the saviour,
  On whose account the maid Camilla died,
  Euryalus, Turnus, Nisus, of their wounds;

Through every city shall he hunt her down,
  Until he shall have driven her back to Hell,
  There from whence envy first did let her loose.

Therefore I think and judge it for thy best
  Thou follow me, and I will be thy guide,
  And lead thee hence through the eternal place,

Where thou shalt hear the desperate lamentations,
  Shalt see the ancient spirits disconsolate,
  Who cry out each one for the second death;

And thou shalt see those who contented are
  Within the fire, because they hope to come,
  Whene’er it may be, to the blessed people;

To whom, then, if thou wishest to ascend,
  A soul shall be for that than I more worthy;
  With her at my departure I will leave thee;

Because that Emperor, who reigns above,
  In that I was rebellious to his law,
  Wills that through me none come into his city.

He governs everywhere, and there he reigns;
  There is his city and his lofty throne;
  O happy he whom thereto he elects!”

And I to him: “Poet, I thee entreat,
  By that same God whom thou didst never know,
  So that I may escape this woe and worse,

Thou wouldst conduct me there where thou hast said,
  That I may see the portal of Saint Peter,
  And those thou makest so disconsolate.”

Then he moved on, and I behind him followed.
Dante/Ilahi Komedya

The Divine Comedy





In the name of God, the infinitely Compassionate and Merciful.
Praise be to God, Lord of all the worlds.
The Compassionate, the Merciful. Ruler on the Day of Reckoning.
You alone do we worship, and You alone do we ask for help.
Guide us on the straight path,
the path of those who have received your grace;
not the path of those who have brought down wrath, nor of those who wander astray.
Amen.

Al Fatiha

Yeni yıl, yeni kararlar...

Yeni yılın ilk, eski yılın son gecesiydi. Etrafımı çevreleyen, yüz kadar, ince ve kararlı koşucunun arasında, üzerimde 76 numarayla, şehrin ortasında, ayakta duruyordum. Pek de hevesli olmayarak, iki millik  yarışın başlamasını bekliyordum. Atletik olmayan, orta yaşlı, bir hastalık hastasını bu yarışa katılmaya ne zorlamış olabilir? Herhalde, bir süredir görmekte olduğum tanıtım etkili oldu.Beni, bu zorlu yolun ortasında, kendimi tanımaya ve kendimi selamlamaya davet eden ilanlar.Bir süredir kafamin içindeki düşüncelerden kurtulmak için, vücudumla daha cok ilgilenmem gerektiğini hissediyordum, bu yarış da bunun için mükemmel bir baslangıç oldu.

Bu sadece bir yarış değil, eğlence aynı zamanda. Herkesin bir kostüm giymesi gerekiyor; ben kırmızı başlıklı kız kılığındayım. Kırmızı eşofmanım ve omuzlarıma aldığım, yılbaşı masa örtüsü, kıyafetimi tamamlıyor. Hatta, daha sonra giyeceğim boneyi taşıyabilmek için, bir de sepet aldım yanıma.  “Çok saçma görünüyorsun”, demek, şu andaki halimi tarif etmek icin hafif kaçar. Daha tecrübeli koşucular, ufak tefek aksesuarlarla yetinmişler. Basebol kepi, atletlerindeki bir işaret, plastik burunlu gözlükler gibi. Hızlarını kesecek hiç bir şey yok üzerlerinde.

Daha evvel bir yarışa katılmamıştım, bu yüzden, özbilincim çok yüksek şu anda. Ağır vücudumu herkesten biraz uzaklaştırıp, acaba kaçabilir miyim, diye bakıyorum. Kendimi diğerleriyle mukayese ediyorum, kusurlarımı görüyor ve onların mükemmel fiziklerine imreniyorum, eskimiş koşu ayakkabılarına bakıyorum. Acaba, en son ne zaman, kendimi, dış görünüşümden ötürü mutlu hissetmistim?
Üç veya dört yaşlarında olmalı, tombul ve gamzeliyken. Bir de hamileliğin ilk aylarinda, girintili çıkıntılı olmadan da kabul edilebilir hissettiğim zamanlarda. Ama hamileliğin sona ermesiyle gergin karnım, ekmek hamuru gibi yumuşak bir hal aldığında, ben de tekrardan, kendimden nefret etmeye başlıyordum. 

Ne yapalım, bu görüntü, bu zamana kadar olan, büyük ihmalimin neticesi. Aklıma ve bedenime ihanet ettim.Bugün, bunu tamir etmek icin buradayım.Yakınlardaki bir park-metreye dayanarak, esneme hareketleri yapmaya basladım. Her sene, yılbaşında bedenime daha iyi bakmaya karar veririm fakat bu kararım, Ocak ayı sonuna kadar unutulur. Ama bu sene farklı; artık kilomla ilgili duygularımı ve özlemlerimi saklamıyorum. Şimdi, kendimi bedenimde rahat hissetmek ve uçarcasına koşmak istiyorum. Zamana karşı yarışıyorum. Bedenim de bana yetişmeli, benim irademi ve direncimi test etmeli.
Tam bu sırada, esnetmek icin, ayağımı kalçama kadar çekerken, dizime bir şey oldu. Ani bir kasılmayla sarsıldım, bir süre hiç birşey yapmadan, gevşemesini bekledim sonra ayağımı yavaşca bıraktım.
Çok şey kaçırmışım. Bu yarıştan önce, bedenimi daha çok sevmeliydim. Bedeni güçlülüğü, hiç aramamıştım ki, bunu düşünmemişdim bile. Annem de, anneannem de, bedenlerine sınırlama koymuslardı (belki de bu onlar için yapılmışdı.) Doktorlar, kadın bedenine güvenmedikleri için her ikisine de doğum yapacakları sırada, çok fazla ilaç vermişlerdi.Bir kadın bedeninin, zirveye çıktığı o muhteşem anı yaşayamamışlardı.Bundan dolayı onlar da, bana  bedenim konusunda fazla bir destek vermediler.
Seksek oynama yaşımı geçince, bedenimi kullanmayı da bıraktım. Saçım bozulmasın diye, beden eğitimi dersinden kaçtım, hiç bir zaman terlemiş olarak kimseye görünmek istemedim, çünkü terlemek kadınsı bir özellik değildi. Bedenim, bana yabancılaştı, ben de onu fazla tanımak istemedim.Siyam ikizleri gibi birbirimize bağlıydık ama ben bedenime hiç dikkat etmiyordum, bedensel kokulardan hoşlanmıyordum, kabarmasının, patlamasının üzerini örtüyordum, boşalmasına izin vermiyordum. Sanki vücudum şekillendirilmesi gereken, bir mermerden başka birşey değildi. Fazlalıklar atılmalıydı. Kaslarımın ve eklemlerimin arasına bütün güvensizliklerimi, çözümlenmemiş, duygularımı sakladım, şimdi bütün o kaslar ve eklemler uzun süre kullanılmamış oldukları için, ağrıyor.

Bedenimle yıldızımın barışmamasının, bir sebebi de çeşitli nedenlerle görmüş olduğum doktorlardır.Bir dahiliyeci, kalp üfürümü duyarak, beni binlerce dolarlık testlere gönderdi. Testlerden, sadece  gereğinden fazla kaygılı olduğum dışında bir netice çıkmadı. Bir de kadın doğum uzmanı vardı,yanımdaki diğer hanımın ikizlerini dünyaya getirirken, ben doğum yapmayayım diye “bacaklarini çarpraz tut ve bekle” demisti. Ya çocuklarımın doktoru; çocukların annelerine, muayenehaneye her gelişlerinde, dokunmaktan hoşlanıyordu.Bu adamlar, ne kendilerine güvenmemi sağladılar; ne de kendi bedenime. Bir süre sonra, bedenimin varlığını bile inkar etmeye başladım ve doktora gitmeyi de boşverdim. Aslında, bu daha sinsi bir reddedişti ve bedenimi daha çok inkar etmeme yolaçtı.

Sonra vücudum, bana mesajlar yollamaya basladı, sanki kemiklerime ve etime vura vura ihtiyaçlarını  bildiriyordu.İlk işaretler, bel ağrısı olarak basladı,spazmlar geçene kadar, günlerce yatakta kaldım.Zaman sınırlamaları, konusunda çok endişelendiğim veya son teslim tarihi konusunda gerçekci olamadığım zamanlarda, başağrılarım olurdu.En sonunda,  zona hastalığına yakalandım. Bir kayıpla veya bir reddedilişle karşılaştığımda, kaburgalarımın üzerinde ve kalçalarımda geçmeyen kızarıklıklar olurdu.Yıllar süren ihmal, giderek artan ağrılarla birleşince -eteğinden çekip ilgi isteyen bir çocuk gibi-en sonunda bedenimin sesine kulak verdim.Vücudum, bana bu tarz yaşama son vermemi ve yeni bir tarzı düşünmemi söylüyordu. Sanırım, burada, bu soğukta titreyerek durmamın, başkasına saçma veya utanç verici gelebilecek, bir şey yapmayı tercih etmemin, gerçek nedeni bu. Artık bedenimi dinlemeliyim, ona koyduğum sınırlamaları kaldırmalıyım ve ona aslında tamamen yeterli ve normal olduğunu göstermeliyim. (Bu normal tanımı herneyse!)

Tekrar koşucuların yanına gittim, kendime arkalarda ve kenarda bir yer seçtim.Bugun, benim günüm,ya alır, ya da tamamen kaybederim. Bir de şu çarpıcı aritmatik var: Elli yaşındayım, seksenime ulaşabilirsem şanslı olacagim. Yani 360 ayım kaldı!


Tam o sırada, başlama atışı yapıldı, ben de arkasından harekete geçtim, kaslarım titriyordu, tuhaf sınırlayıcı bir yürüyüşle yürümeye başladım. Fakat etrafa toplanmış kalabalığın tezahüratının da etkisiyle, o anda olayın heyecanını daha da duyarak, hemen lideri takip eden, dolu dizgin koşan atlar gibi, koşabildiğim kadar, hızlı koşmaya basladım. Tanrıya şükür, ilk yarıda fazla yorulmadan koştum.Beni seyredenleri farkedince, karnımı içeri çekip, sırtımı dik tutmaya çalışarak, ileriye atıldım. Zavallı bir çabaydı! Bir kaç dakika icinde, vücudum seneler süren, ihmal ve kötüye kullanmaya tepki vermeye basladı. Dizlerimin arkasındaki kirişler, esnemiyordu. Baldırımdaki kaslara, kramp giriyordu. Ana caddeyle okul sokağının köşesinde, tırmanmam gereken tepeyi görünce yapamayacağımı anladım.

Gene de etrafımdaki kalabalığı seyrederken, kendi acımı unutuyordum. Kadınların, çalkalanan popoları, şişmanca olanların bir o yana bir bu yana sallanan göğüsleri, zayıfların “pan cake”  gibi dümdüz karınları...Hayret, bütün iç organları o ince kabuğa nasıl sığıyor? Buna karşılık ben de hakkettiğim vücudumla koşuyorum, yerçekiminin beni nasıl aşağıya çektiğini hissediyorum. Santim, santim, fazlalıklarım karnımdan kalçalarıma, oradan baldırlarıma, oradan da aşağıya iniyor. Ayaklarıma yerleşiyor... Ayaklarım, iki üç kiloluk şeker paketi gibi ağirlaşıyor...

Lideri takip ediyorum, aslında pek çok lider var. Herkes beni gecti. Ayağım takıldıkça, emekleme derecesinde yavaşlıyor ve geride kaliyorum.  Buna rağmen, tek başına  koşmak, şu anda beni rahatlattı, artık yarışma yok, başkalarıyla kendimi mukayese etmek yok.
Yarışmalardan nefret ederim. Bir keresinde bir televizyon programına katılmıştım. Yeni çıkacak kitabımı tanıtmak için sıramı beklerken, kitabımın fazla popüler olmayacağını düşünüyordum. O sırada ekranda bir başka yazarı gördüm; bu yazar, kendi kitabının satışının, daha şimdiden yarım milyona ulaştığını söylüyordu. Yanımda oturan, hiç tanımadığım birine dönerek, ” Ben onunla, nasıl başa çıkabilirim?” dedim. Yanımdaki hanım, beni omuzlarımdan tuttu, gözlerimin içine bakarak; ”Kendini kimseyle kıyaslama!”dedi.
Oldu!...Peki.!..Bugün de kendimi kimseyle mukayese etmeyecegim... Kendi stilimi kendim bulacağım. Ama tam bu anda, önümde bir baska yokuş göründü!  Allah Kahretsin! Ben, bu kasabayı düz sanıyordum! Yalnızca yola çıktığında ve ayağın yere değdiğinde, toprağı gerçekten tanımış olursun. Artık durmak istiyorum, bu koşuyu bırakmak istiyorum, kanım nabız noktalarıma bu mesajı taşıyor, dayanılmaz oldu, öleceğim zannediyorum. Uzun mesafe koşucusunun, yalnızlığını şimdi daha iyi anlıyorum. Ne yanlış bir iş yaptım!

Kadınlar doğum esnasında, kendilerini tam hazır hissetmedikleri zaman, ne hissediyorlarsa ben de öyle hissediyorum şimdi: Başladığım işi bitirmem gerekiyor, bu gerçekle yüzyüzeyim. Soğuk havayı içime çekiyorum, adeta yutuyorum,içimi donduracağını zannediyorum ve koşmaya devam ediyorum. Bir kadın polis, tezahürat yapıyor, arabanın içinden “Çok iyi gidiyorsun” diye bağırıyor, kornaya basıyor, farlarını yakıp söndürüyor. Benim yaşımda, hafif tombulca. Belki o da katılmayı, koşmayı denemeyi istemiştir. Onun beni yüreklendirmesiyle ben, her ikimiz için de, devam etmeye karar veriyorum. Başımla selam verip, el sallıyorum, bu esnada bunu yapacak enerjiyi nerden bulduğuma şaşırıyorum. “Yapmadan, varolamam”, bu sözü hatırlıyorum. Sonra, en sevdiğim çocuk kitabı aklıma geliyor: “Yapabilen küçük motor”, bu beni canlandırıyor; ”Yapabilirim, yapabilirim”

Çok kalın giyinmişim, bu eşofmana gerek yoktu. Yine de hava soğuk, eminim biraz sonra, terim koltuk altımdan ve dudaklarımın üzerinden, küçük buz sarkıtları oluşturacak. Ama bu soğuk havada koşarken, bu kadar terleyeceğimi nasıl bilebilirdim? Omuzlarını gevşet, Joan; duruşunu düzelt, göğsünü genişlet, poponu düşünme, biraz nefes al... Bu zavallı vücuduma yaptığım, haksızlık. Bunca zaman,kendimi o kadar sıkmışım ki bu vücut birdenbire gevşemez. Zincirlemisim,uzun yıllar hareketini engellemişim, o kadar bağlı kaldıktan sonra birden serbest kalınca, ne yapacağını şaşırdı. O anda ihtiyacın olan bir şeyi yapması için vücuduna bir gün içinde emir veremezsin. Bu uzun süre de oluşturulan, karşılıklı bir ilişkidir. Vücudum bana yabancı olmuş, tekrar dostluk kurmalıyım. Şu anda benbenimle, oflayarak, sızlayarak kemiklerimden gelen katırtı sesleriyle, iletişim kurmaya çabalıyor. Otuz-beş senelik tembellikten sonra yeniden hayata dönüyor. Tamamen değişen bir kadın. Bir zamanlar, görünmez olanla, şimdi iletişim kurabiliyor, şimdi dokunabiliyor.

Gercek yorgunluk, şimdi üzerime çöküyor. Ama ,çok şükür merhamet var; bitirme çizgisini görüyorum.Omuzlarımı geriye atıp, çenemi gökyüzüne doğru uzatıyorum, kaslarım gevsiyor. Bitiş çizgisine doğru atılırken, enerjiyle doluyorum. Baslangıç noktasındaki gerginliğimin yerini, bitirirken hissettiğim bu enerji alıyor.

Ve bitti... Yakındaki bir banka zorlukla, adeta sürünerek, gidip kendimi atıyorum. Kısa bir an,hala orada kalmış olan seyircilerin alkışlarının,tezahüratlarının farkına varıyorum.Yığılıp kalıyorum. Bitmiş vaziyetteyim, öksürüyorum, göğsümde bir soğukluk hissediyorum, düzgün nefes almaya calışıyorum.

Eger,bu yarışa uyuşukluktan kurtulmak icin katıldıysam; gerçekten başardım.
Garip bir başarı oldu, ben kazandım. Bu bir meydan okumayla başladı ve cepheyi yarıp geçmemle sonuçlandı. Babam her zaman,” yeteri kadar zor degilse, doğru ölçü değildir”, derdi. Bugün, iki seçeneğim vardı, ya bu günü başarıyla bitirmek için bütün gücümü verecektim, ya da günün sonunda, mağdur edilmiş durumuna düşecektim. Bana hayatın hediyesi, varolduğunu zannettigim sınırların ötesine geçebilme şansını, elde etmem oldu. Bilinmeyen bir şeye güvendim; kendisine güven duymamayı ögrenmiş olduğum vücudumun sayesinde, fazlasıyla sürpriz yaşadım. Modaya uygun bir vucudumun olması ya da olimpiyat sporcusu gibi olma hayalinden vazgeçtim; sadece işe yarar, sağlam, kalıcı, dağlara tırmanabilen, torunlarını sırtında taşıyabilen, uzun bir günün sonunda bile, canlı ve enerjik olabilen bir vücut istiyorum.

Yakınlardaki bir parkta, insanlar toplanmış, şamata yapıyorlar; rengarek bir cümbüş var; tencere, tava çalıyor; zillerle, sopalarla gürültü yapiyorlar. Amaçları, eskiyi kovmak, geçmiste kalan, bütün kötülükleri kovarak yeni yılda, yeniliklere, güzelliklere yer açmak, bu nedenle çılgın bir patırdı yapıyorlar.O anda anladım ki; ben de hayatımın geri kalan ikinci yarısına başlıyordum; geçmişin eşiğini aşmıştım; bilinmeyen, yeni ufuklara doğru yol alıyordum. Bu yolculukta, kaçınılmaz olarak, kendimi bulacaktım.

Eskiden, yılbaşı gecesi hüzünlenir, eskiyi bırakmak istemezdim; eskinin geçmiş olmasını kabul edemezdim. Vedalaşmayı da aynı sebeble sevmezdim. Eskiye tutunurdum, çünkü eski bilinendi.Buna karşılık gelecek bilinmeyendi.Bilinmediği için de kendisinden endise edilmesi gerekiyordu. Şimdi anliyorum ki; korku benim hayatımı ne kadar çok kontrol etmiş. Artık edemeyecek!

Soğuktan, yanaklarıma iğneler batıyor, parmaklarım uyuşuyor. Hemen bir yere girip, sıcak elma şırası ısmarladım, bu sefer, yabancılar arasında oturuyor olmak beni rahatsız etmedi. Sıkılaşmış bacaklarıma vurarak, bundan sonra, tüm olumsuz düşüncelerimi yasaklamaya karar verdim. Yeni yıl icin verdiğim kararlarımı pek beğenerek, kendime bir kadeh kaldırdım, biraz toplu, güzel,feminin ve sürekli değişime açık olduğum için. Etimle, kemiğimle çalışmaya karar verdim. Sonuçta, yeni kemik üretmek için egzersiz yapmak gereklidir. Derimiz de, yeni deriye yer açmak icin soyulur. Kaslar calışarak, kuvvetini korurlar. Gerçekten, insan ırkına yeniden katıldığımı hissettim.

Deniz Kenarinda Bir Yıl isimli kitaptan
Çeviri: Elif Mat

18 Haziran 2015 Perşembe

Kış Güneşi


Noel arifesinden bir önceki gündü. Bir kaç saat içinde gelecek.El yapımı çelengi, girişteki ağaca astım O gelmeden önce gaz lambalarını ve mumları da yakacağım.

Şu anda bekar olmaktan cok mutluyken, onun gelmesiyle beraber, gene eş rolüne dönmekten endişeliyim,korkuyorum.Tam bir ev kadını gibi, geleneksel yemeklerimizin hepsinden bolca yaptım, hem ağız tadimiz, hem de ruhumuzu sakinlestirmek için. Hayatta yasayabileceğimiz Noeller, en fazla, yetmiş veya seksen defa olabilir.Etrafımda kimin olduğuna veya olmadığına bakmadan, bu seneki Noel’i, kendim için, ben nasıl istersem, öyle kutlamaya kararlıyım.Bir yerde okumustum, Fransız kadınlarinin rolü, herkesi memnun etmekmiş ama bunu yaparlarken, kendileri de memnun olmalıymış! Bu kendi mutluluğumdan, kendimin sorumlu olması fikri benim için yeni bir kavram.
Bu mutluluğa, sahip olmayı, ancak kendim başarabilirim ve birinin bunu benden almasına ancak ben müsade edebilirim. Hayır bu Noel de degil! Benim de, karamsar kış aylarım oldu ama artık eğlenceye göz diktim. Arabasının sesini duydum, buzlu camların arkasından arabanın farlarını gördüm.Hemen paltomu giyip, boynuma bir atkı sararak dışarı onu karşılamaya çıktım.Üç aydır yalnızlığı deniyorum.
Şimdi birlikte olmak gerceğiyle karşı karşıyayım. Bu gerçek bir hayat ve kendince ilerliyor, maceraları var....Noel ve ikimiz yalnız!

Teredütlü bir sarılma, sinirimi bozuyor. Hemen bavulunu alıp, içeri girdim ve kendime, onun uzun bir yoldan geldiğini hatirlattim. Acaba, o da bu son ayları, benim gibi, düşünmekle mi geçirmisti? Bekarlığa alışmış mıydı? Hayatının büyük çoğunluğu yalnız geçmisti. Acaba, yalnızlıktan şimdi daha mı çok zevk alıyordu? Şimdilik soru sormaktan kaçınacağım ve aksamı kendi haline birakacağım,kendiliğinden bir ritm oluşacak.

Buraya her geldiginde,ilk iş olarak, yazlik evin heryerini inceler, bu akşamda öyle olacak.Ona bir kadeh viski hazırladım,odadan odaya taşıyor. Herşeyin yerli yerinde olduğunu öğrendikten sonra sallanan koltuğuna oturup, uzun bacaklarını pufa uzattı. Ben, kanepeye oturup ayaklarımı altıma aldım.  İç çekti, içkisinden bir yudum aldı, hayatından az çok  memnun görünüyor şu anda. Ben hareketsiz taş gibi oturup bekliyorum, herhangi bir ajendamız yok sadece, bakalım şimdi ne olacak diye bekliyorum.Birbirimizi tekrar keşfetmemiz biraz zaman alacak. Yüzü yaşlanmış ve gergin  görünüyor; saçları sonbahardan bu yana oldukça grileşmiş. Ben acaba ona nasıl görünüyorum? Dinlenmis ve gözleri parlayan biri mi? Yoksa ayrıldığımız gündeki gibi gergin biri mi? Kompliman yapmakta da eleştirilerinde olduğu gibi cimridir, bu nedenle herhalde hiç öğrenemeyeceğim.
İçki kadehi çabuk boşaldı ve tekrar doldurmayı teklif ettim. "Lütfen"dedi. Sessizliğin ağırlığını, arkamda bırakarak, hızlı adımlarla, buz almaya gittim. Kendi kendime, bir  slogan söyler gibi sessizlik iyi bir arkadaştır dedim. Sessizlik, herşeyin kendi halinde gelişmesine müsade eder.Gene de heyecanlıyım, boşluğu eskiden olduğu gibi enteresan sorularla, tatlı tatlı  önemsiz şeylerden bahsederek doldurmaya çalışıyorum.  Bize böyle öğretildi, içimden  iyi kız karakteri taşıyorum. İyiliğin, kibarligin yerini ne tutabilir ki?

“Nasılsın?”dedim “Gerçekten nasılsın?” Herşey yolunda dedi, yumuşakca.”Bir spor kulübüne üye oldum,tenis oynuyorum”, göbeğini göstererek,”bunu azaltmaya çalışıyorum”dedi. “Tv karşısında yediğim yemeklerden”diye ekledi.
Hemen, kendimi suçlu hissettim. Annelik duyguma hitap etmisti gene.Birden onun için yemek yapmak ve giderken bir buzluğa yemekleri doldurup, göndermeği istedim.
“Bir hafta sonu gelmelisin,oturduğum yeri beğenirsin”, benimle dalga gecerek devam etti. “Ralph Lauren’in tasarladığı eski bir ambar gibi.”
İyi görünmek için, “Balık pazarındaki işim bittiğine göre, belki gelecek ay gelebilirim.” dedim.

“Balık pazarı balıkçı Joan”dedi.Hem dalga geçiyor hem de aslında hayranlık duyuyor. "Orada ne iş yapıyorsun?" dedi, ve aslında balıkçılarla, rıhtımla ve diğer herşeyle gerçekten ilgileniyor,merak ediyormuş gibi sorular sordu. İkimizde, birbirimizeçok kibar davranıyoruz ve bu zoraki, önceden planlanmış, suni bir davranış değil.İki kişinin birbirine nazik davranması ne kadar güzel bir şey.

Kadehimin boşaldığını görünce,“Bir şarap daha alır mısın?” dedi, ve ben başımla onaylayınca, içeri gidip şişeyi getirdi.Aklıma papazlara adetleri öğreten, bir arkadaşımın anlattıkları geldi.”İlk basladıklarında Kutsal Kaseyi ellerine alirken, herhangi bir nesne gibi davranırlar,sadece kullanılmasi gereken kutsal olmayan bir şey gibi. Öğrenmeleri gereken şey, ayinle ilgili esyaların, önemini kavramaları ve onlara hakikaten kendilerini yakın hissetmeleridir. Ancak bundan sonra, ayinin bir manasi olabilir.”Ben bunları dinleyince hayatımdaki insanlara kutsal gözle bakmamın ve onlara bu seviyede, bir saygı göstermenin hayatımı ne kadar değiştirebileceğini düşündüm.O içeriden gelirken ben bunları düşünüyordum.Onun bir eş, baba ve eğitimci olarak üstlendiği rollerin dışında, bir insan olarak kalbini görmek istedim.Onu bu olumlu işlerin, dışında, gerçek haliyle görmek, odada bir samimiyetin doğmasına yol açtı. Kapıdan içeri girerken ki sert tavırları geçti.Belki birlikte tarafsız bir bölge bulabiliriz.

Çorbamızı içip, yemeğimizi yedikten sonra, ben kağıt oynamayı önerdim.Yorgun olduğunu, yatmak istediğini söyledi.İlk defa kendimi reddedilmiş hissettim. Bence,yorgunum demek, canım sıkıldı demekle aynıdır . Gene de geç olduğunu kabul etmeliyim. Mumları söndürüp üst kata çıktım. Aynı yatağa mı yatacağımızı düşünüyordum acaba Yanağımdan öpüp misafir odasına geçti. Dışarıda rüzgar uğulduyordu. Ben de romantik seyler düşünmeye başladım. Aslında, tam olarak, istediğimden emin değildim. Acaba baska bir kadın mı var? Üniversite de sevgilisi olan ve bizi halen arayan o kadınla mı görüşüyor acaba? Ya da geçen sene çiçek gönderdiği kadınla fatura yanlışlıkla bana gelmişti.

İç çekerek, artık yalnızca benim odam olan yatak odasına gittim, bunları düşünmek istemiyordum. Bu gece, aslında zor olabilirdi ama iyi gecmisti. Noel geldiği için olabilir.


Benden çok daha önce kalkmış, dışarıda karları kürüyor. Kürek seslerini duyuyorum.Kahve kokusu, evi doldurmuş ve aylardan beri ilk kez bu sabah, kendim kahve yapmak zorunda değilim. Başucuma, bana bir fincan bırakmış, eski bir alışkanlık. Bunun, ne kadar hoş olduğunu unutmuşum.  Ev sıcacık, şömineye odun atmış. Odunların çıtırdamasını duyuyorum ve kalkıp giyinmeden, aşağıya inmeden önce, biraz daha yatakta kalmak istiyorum. Hala dışarıda, cama vurup, 'günaydın' diyorum.

Hava kapalı, ama artık kar yağmıyor.Pastırmalı, yumurtalı, bir kahvaltı hazırlıyorum.
İkinci kahvemizi içerken,”Plaja gidelim mi? diyorum.
Bana öyle bakıp “Şaka mı yapıyorsun?”diyor.
“Yok ,ciddiyim, hiç kar fırtınasından sonra plaja gitmemiştim, bir macera olur diye düşünüyorum” Evliliğimizin başında 'the Matchemaker'dan  bir söz söylerdi, hepbirlikte macera yaşamanın önemine dair..

“Tabii olur”diyerek beni şaşırttı,
Bir kaç dakika içerisinde,  arabaya binmiştik, buzlu yolda kayarak, ilerliyorduk.Buna inanamıyorum. Soğuktan nefret eder, plaja ancak hava çok iyi olduğunda gider. Belki de bu bir zeytin dalı uzatma anlamina geliyor-belki şu anda olabilecek herşeye hazır-belki de içindeki kumarbaz, ona bu meydan okumayı atlama diyor.Herneyse, şimdi dışarıdayız,bir şekilde doğa, insana beraberlik duygusu veriyor. Direksiyonu sıkıca tuttum. Sahilde, kum tepelerinin arasında, dar patika yolda, benim dünyamın sonuna doğru ilerliyoruz. Bundan sonraki durak Portekiz derler!  Yarı sertleşmiş olan kumların, üzerinde arabayı sürerken, aklımı kaybettiğimi düşünüyor, eminim.'Ya araba kuma saplanırsa' diyor.

“Ben bunu, sık sık yapıyorum, geçen hafta da hava buz tutmuştu-birşey olmaz” diyorum. Yine de rahatsızlığının farkındayım. Her zamanki gibi, o daha dikkatli davranmaya çalışırken ben dikkati boşveriyorum. Bembeyaz, bir dünyanın içindeyiz, kar kümeleri, üst üste yığılmış kumulların üstüne oya gibi yayılmış,sanki eritilmis şeker gibi kaplamış. Bu harika manzaraya hayranlığımı ifade ediyorum ondan da bir cevap, bir memnuniyet belirtisi , gelsin istiyorum.

“Burada duralım mı?”diye soruyorum. Sorumluluktan kaçarak, ”Nasıl istersen” diyor. Geriye kolayca dönebileceğim, genişce bir alanda duruyoruz.  “Hadi” diyorum, dışarı çıkıp, keşfetmeye hazır bir şekilde. Dünyanın bir ucu,ürkütücü bir sessizlik var ama yine de parlak ve güzel.Önden yürüyüp, onu da tepeye çağırıyorum.

Önümüzde, Nantucket Sound bölgesi var, buzlar icinde açık bir alan gibi görünen deniz manzarası. Buzlar, sanki yazın denizin üzerinde kabaran köpüklü dalgalara benziyor.Hiç böyle görmemiştim. Herzaman çalkantılı olan deniz, simdi sessiz filmlerdeki  manzara resmi gibi olmuş- okyanusta evliliğimiz gibi donmus kalmış. Tehlike; bu durumu yani donmuş olmayı kabul etmemekte ve  memnuniyetsizliği saklamakta yatıyor. Öyle ki, bu yüzden,  bir gün, buzun ortasında sıkışıp kalmak ve kendini “ne zaman eriyecek de kurtulacağım” diye düşünür bulmak, mümkün.
O benim kadar etkilenmedi. İlgisiz görünüyor. Düşünceleri başka  bir yerde, burada benimle değil. Koluna girip kıyıya doğru yürüyorum.Herşeyin, tamamen durağan olmamasına şaşırıyoruz. Kalın buz kalıpları denizin dalgasıyla beraber hafifçe hareket ediyor.Çok küçük bir devinim. Her zaman kükreyen bu deniz şimdi fısıldıyor.Bir tarafta buz yüzeyinin altından usul usul gelen  su şırıltısını duyuyorum. Derken bir fok balığı görüyorum, yüzmüyor, bir buz parçasının üzerinde dikilmiş, oturuyor gibi suyun hareketiyle uzaklaşıyor. 'Görüyor musun?' Bir elimle kocamın kolunu tutarken, bir elimle işaret ediyordum. Kafasını şaşkınlıkla salladı. Geniş bir gülümseme yüzüne yayıldı. Çok kısa bir an birbirine benzer, kafa dengi, iki kişi gibiydik. Ama bu kısa neşemizi, birden bastıran kar fırtınası ve kutuplardan gelen soğuk hava rüzgarı, bozdu. 'Ben arabaya gidiyorum, sen istedigin kadar kal biliyorum, bu senin sevdiğin bir şey' dedi. Kar taneleri arasinda kaybolurken, bir posta kartı üzerindeki hayalet gibiydi.

Tekrar denize baktığımda, buzda sıkışıp kalmış olan iki tekne ve bir sandal gördüm. Buz eriyinceye kadar böyle kalacaklardı. Ben, nasıl evliliğimi buzlarından çözemiyorsam, bu teknelerin sahipleri de teknelerinin etrafını saran buzu gevşetemezlerdi. Ben de kendimi Tanrı yerine koymaktansa bu mevsimi yaşamalıydım. Zamanla dalgalar geri gelecek, yumuşak hava, kutup havasının yerini alacak, buzları eritecekti. Arabaya geri dönerken, buz tutmuş tarlalardan ve buzlu denizlerden de hasat edecek çok şey olduğunu düşünüyordum. İleriyi  görmeme engel olan,  kardan bir örtü,  önümde uzanıyordu...Çekingen,  kendinden emin olmayan, bir şekilde, adımlarımı atıyordum.  Evlilik günümdeki gibi. Kocam beni kilisede, altarın önünde, gülümseyerek ve gözleri nemli bekliyordu. Şimdi camları buğulanmış bir arabanın içinde ve bir kar örtüsünün arkasında, gizlenmiş gibi, beni bekliyor. Bu imaj, geleceğimiz kadar flu.Yorgun ve bitkindim ama son bir kez eğlenmek isteyerek yere sırt üstü yatarak, ellerimi, kollarımı, kara sürterek, ' bir kar meleği' yaptım. Gökyüzüne bakıyordum, sadece bir dakika dilek dileyip meleklerin sesine kulak verdim.
Şaşırmış ama eğlenerek, “Deli kadın, ne yapıyorsun?’ diye bağırdı.
"Meleğimi görmüyor musun?" diyerek , yaptığım melek şekline, zarar vermemeye çalışarak kalktım. Kapıyı açtı, koltuğa düşen karları temizledi ve bana”hadi sıcak arabaya gir” dedi.
 Arabayı çalıştırmış ve ısıtmış olduğu için çok memnun oldum.. Omuzlarım daki karları silkeledi,takırdayan dişlerimi tutmaya çalışıyordum. Oradan ayrılırken, arabayı tehlikeli bir dönüş yaparak, daha önce oradan geçen, başka arabanın izlerini takip edebileceğimiz, buzlu yola çevirdim. Onun da havası, daha yumusaktı şimdi.
Durup dururken “degiştin biliyor musun, epeyce değiştin.”dedi.
“Nasıl yani?”
“Tam olarak bilmiyorum, daha özgürsün. Tam böyle özgür bir ruh.Yakışmış sana.”Bunu özlemle söylemişti, sanki kendisi de öyle olmak ister gibi.“Nasıl yapıyorsun?”dedi.
“Burada fazla bir seçenek yok. Insanı oyalayacak bir şey de yok. Tanıdığım pek kimse de yok. Bu yüzden doğayla arkadaş olmaya mecburdum. Bu da beni, biraz çılgın  yaptı.

Yolun, tehlikeli bölümünü geride bırakarak, park yerine döndük.Sonra, bana arabayı durdurmamı ve biraz geriye almamı söyledi. Dışarı çıkıp, ağaçların arasına koştu, rüzgarda atkısı yüzüne
 çarpıyordu,saçları dağılmıştı. Geri geldiğinde, zavallı görünen bir cam ağacı taşıyordu.“Çam ağacı lazım, öyle değil mi?”diyerek ağacı arabanın bagajına koydu. Bu bize benziyor şu anda dedi.
İkimiz de güldük. Bir ani hareket, aradaki boşluğu doldurmuştu.
Ama süslerimiz yok dedim. “Var, tabii” dedi , cebinden bir avuç midye kabuğu çıkardı. "Sen yürürken topladım bunları" dedi.

Patchwork yapar gibi beraber ve ayrı ayrı küçük parçaları birleştiriyoruz. Noel etkisi. Gün çabuk geçti, bütün Noel arefeleri gibi. Sadece ikimiz olmamıza rağmen, yapacak çok şey var. Ben bir yandan, yemeği hazırlarken, bir yandan da  meyvalı kek yapıyorum, o da çam ağacını, uyduruk bir kaide üzerine oturtmaya çalışıyor. Birbirinden kaçmanın çesitli yöntemleri var, geçmişte yapmayı başardığımız gibi-kendini birşeylerle mesgul etmek, kafalarımızı kitapların arkasına saklamak, başka insanlarla mesgul olmak- ama bugün, başka işlerle uğraşıyor olsak da  işbirliği yapıyoruz. O kendini beğenmiş fok balığı gibi neşeliyim, orada, burada, eğleniyorum, sıcak bir şerbet içiyorum ve Noel sarkıları mırıldanıyorum. Bütün umutsuzluklarım bitti mi artık? Her şey tamamen kaybedilmiş sayılmaz mı?
Noel ağacını içi kumla dolu bir saksıya oturtmus, deniz kabuklarını, ağacın üzerine süs olarak yerleştirmeye çalışırken seyrediyorum onu. Eskiden, ben çocuklarla süsleri yerleştirirdim, onun işi de ışıkları takmak olurdu.
“Yardım ister misin?’diye soruyorum.
“Benim parmaklarım, seninkiler kadar becerikli değil” diyor ve mutlulukla bana deniz kabuklarının bir bölümünü ve ip yumağını uzatıyor.
“Eee, bu akşamki program ne?” diyor ve ben hemen güceniyorum. Niye hep programı hazırlamak sahneye koymak, benim işim oluyor?”

“Herhalde kiliseye gitmek istersin?” diyor. Böyle söylemesi ne saçma, Noel gecesiyle klise eş anlamlı bence, öyle değil mi? Niye soruyor? Ne istediğimi niye bilmiyor?
Bu sorudan bir tartışma konusu çıkarabilirim ama bu gece değil, bu gece olmaz.
“Yakında şirin bir kilise var, basit bir yer,üstümüzü bile değiştirmemize gerek yok”diyorum.
Sıcak şerbetinden bir yudum alıyor, onun icin uygun sanırım. Erken ayine gidip, yemeği sonraya bırakmaya karar veriyoruz.

En iyi koşullarda bile Noel aksamı kliseye gitmek, ruhumu bunaltıyor, çünkü hep daha iyi, daha parlak, bayram  zamanlarını hatırlıyorum. Ama, bu aksam, anlaşılan bir gösteri var burada bu da içimdeki çocuğu ortaya çıkaracak. Söylenen ilahiyi duyunca,hemen, duygulanıyorum, sözleri hepimizin neşeli ve muzaffer olmamız gerektigini belirtiyor, ama Meryem Ana rolündeki çocuğu ayağında spor ayakabıları, ağzında saklamaya çalıştığı sakızı ve kucağında İsa bebeği temsilen gerçek bir bebekle görünce gülüyorum. Sanki anneliğe alışkın gibi bebeği kollarında tutuyor! Arkasında üc tane kral ve bir kraliçe, bornoz giyinmis çobanlar, balık oltalarıyla, balıkçılar var.Buranın çocukları okyanusu ve balıkları biliyor, Orta doğunun çöllerinden haberleri yok. Onun için böyle yapmış olmalılar.
Bu uyuşmuş halimden kurtulmak için, bir bahane arıyordum, önümde sergilenen oyun, beni bu halimden kurtarıyor. Giderek daha iyi oluyor; esneyen havariler, sözleri unutuyor ,
"Silent Night" söylenmek üzereyken, küçük  bir cocuk, ışıkların karartılması ve mumların yakılması üzerine, "Bu akşam Noel" diye bağırıyor. Kendimi savunmasız hissederken, çocuğun bu heyecanı, benim  içimdeki çocuğu da uyandırdı.

Kutsama duasını beklemeden çıktık, ışıkların yanması ve insanlarin konuşmaya baslamasıyla,biraz evvelki o güzel anın bozulmasını istemedik. Bu akşamın duasını, tekrar tekrar okumak için broşürü, ceketimin cebine soktum:
“Tanrım,aptalca davranışlarımızı ve doğru yoldan uzaklaşmamızı affet. Bizleri yenile, değiştir ve olgunlaştır...”
Bütün bunların sıcaklığıyla yanaklarım parlıyor, tekrar küçük evimize döndüğümüzde hiç de karmaşık olmayan güzel yumuşak duygular içindeyiz. Birbirimize hediyelerimizi veriyoruz.O bana annesinin elmas küpelerini veriyor. Delinmis kulaklarıma uymasi için, yeniden yaptırmış. Duvara asmam için getirdiği, üzerinde en başarılı on kadının kartvisitlerinin konulduğu ve içerisinde, benim için, boş bırakılmış bir yer olan bir duvar süsü de, hediyelerinden biriydi.  En son olarak da boynunda Noel çelengi bulunan, porselen bir fok balığı verdi. Ben de ona, New York'taki evimizin, bir suluboya tablosunu verdim. Resimde oğullarımız, evin önünde basketbol oynuyorlar ve biz de  balkondan onları seyrediyoruz.
Konuşmamızda bile biraz pişmanlık dolu bir ifade var. Başarısız olan evliliğimizle ilgili şaka yollu bir şey soylediğinde, hemen durumu kurtarıyorum; 
"İlişkimiz bozuldu ama evliliğimiz başarılıydı", diyorum. Bak, ikimiz bir ekip olarak, neler basardık: Hayatlarında yer ettiğimiz insanlar var,iki tane evlat yetiştirdik,bugün kimse evliliği düşünmezken, onlar evliliği seçecek cesareti buldular; anne babalarımıza iyi birer evlat olduk-daha anlatmama gerek var mı?”
Kısa bir süre icin gerilimden kurtulduk. Sanki gene su yükseldi ,bizi kurtarmak için, tam zamanında geldi, susuzluğumuzu giderdi.Ama yinede,  onun arabasına binip, onun evine geri dönmeyi, düşünmüyorum , bu delilik olur .Bu Noel, bizlere bir hediyedir ama bundan sonra gelecek olan, yeni yıl ve beraberinde gelen kararlarımız, bizim için  halen zorlu bir mücadele olarak önümüzde duruyor ... Eskiye dönmek istemiyorum, ama onunla beraber, farklı bir yerde, buluşabilirsek, bunu isterim.

"Deniz Kenarinda Bir Yil" adli kitaptan
Çeviri: Elif Mat

14 Haziran 2015 Pazar

Dr. Munir's Home


Maksood the Arab was about to ring the bell. He stopped and said, “I won’t come. It is not necessary to go together and I have lots to do here anyway. I have a lot of paperwork to do.”
“Don’t put me off with your paperwork. You have to come. In case I need to be separated from Patriot you should know the address, so that you can take him there yourself. We have to think about the worst case scenario, as well. I don’t know the address myself. I can’t write it for you on a piece of paper. I went there two years ago. Only once. I am not sure if I can find the house myself.”
Arab’s eyes widened with surprise; “That’s right! I can’t believe our luck.” He started to ring the bell loudly; while he was shouting, “You guys come here at once, it is urgent. Hey, I need you.” He was looking at both Jamil and the Lieutenant in confusion. “When you look for them; they are never here” He pressed the bell again. He shouted at the Officer when he came, “I need a carriage right away! We need strong horses. Go! Quick!”
“What are you laughing at, Captain? You think it is easy to run this Station?”
“I am not laughing at that!”
“What then?”
“They say history repeats itself. It is the second time that I am helping a friend to run away disguised as a woman.”
Arab looked preoccupied, but asked; “Who was the first one?”
“I helped Atif after he shot Shemsi Pasha.” Jamil laughed nervously.” If somebody had told me I was going to do the same thing after the Revolution, I would be really pissed off.”
Farouk was listening; he was interested in the story. Jamil lit another cigarette. He didn’t want to appear to be bragging about old stories on a day like this. Arab was chewing his lip and pulling his moustache. Lieutenant Farouk asked timidly,
 “Captain, did you help Atif escape in woman’s clothing from Monastir?”
“Yes, he was disguised in women’s clothing.”
“Was it at night?”
“No.”
“Wasn’t it better to escape at night?”
“No, it wasn’t, because at that time ladies in Monastir didn’t go out at night.”
There was silence for a minute. Farouk was intrigued, waiting to hear the end of the story. He asked with a smile, “I heard Atif was injured. Is that right?”
“That’s right.”
“What happened? I mean how come he didn’t get caught in spite of his injury?”

Jamil started telling the story, without really wanting to, but then he got enthusiastic as he was telling it. “When Atif fired his gun, suddenly there was gun fire all around. Shemsi Pasha was down and Atif was frozen for a second. I yelled “Come on, quick! Run!” I was nervous. Then Atif snapped back into reality. He checked himself to see if he had any injuries, and then sprang to his feet. There were carriages waiting. He ran under the horses’ bellies and fled into the side streets.  He was crouching and running. I saw one of General Shemsi’s bodyguards aiming his shotgun at him. I thought about shooting the guard in the head but then changed my mind and shot him in the leg. The guard fell on his knees when he was shot but at the same time fired his gun. Atif was still running so I thought he was alright. I took a deep breath. He didn’t realize that he was hit while running. Imagine how difficult it was for the guards to shoot somebody in that crowd. There was a lot of commotion. The guy shot Atif even though he himself was hit.  Atif accomplished something incredibly difficult when you consider how skilled Pasha’s Albanian guards were at shooting. Atif was wounded in the leg, but the bullet entered in and out of the leg without causing major damage. It didn’t rip the blood vessels. They could have followed the blood stains on the street. God helped us! It started to rain heavily. With that rain, the blood stains were washed away and the level of panic increased in the town square.  We got back to the house to wait for the news. We were very worried. Because the moment they caught him, they would have killed him for sure. I wasn’t so worried about being caught and sent to be tried in a Court Marshall. We were waiting, listening outside for footsteps. Then we heard a knock at the door. When I answered the door it was a Lieutenant named Omer. I asked him what he wanted. He scanned both sides of the room and entered the house quickly. He was a shoemaker, he owned a shop. When he heard the shots he decided to close his shop. As he was closing the metal doors somebody entered the shop, pulled his gun and told him to be quiet. He pulled up a chair and sat down. When they saw the blood running through his leg, they bandaged the wound the best they could. Lieutenant Omer told me that he would never call the cops on a hero like Atif. Patriot didn’t trust him at first and told him that we knew nothing about this issue. He said to him that whoever sent him to our place must be wrong.”

The shoemaker said, “The person who shot Pasha sent me here to give you this “He showed us the good luck charm that Atif’s Macedonian girlfriend gave him. Patriot asked where Atif was. The Lieutenant told us that Atif was in the shop. We wanted to know who was staying with Atif, since he was wounded. He answered by saying that his son was with him. Then we were relieved to learn that he was safe. We were lucky that day! First he was able to shoot and kill Shemsi Pasha. As you know you can’t always hit your target. Even if you shoot a man, you can’t always kill him. Secondly, he was lucky to be strong enough to escape even though he was wounded because his wound was not serious. Third, there was the rain, washing away all the blood stains. And finally, he entered a shoe shop where the owner was willing to help him. Another thing was that the shoemaker was working with his son! If it had been an apprentice he couldn’t have trusted the guy. After hearing the whole story we wanted to know the location of the shop. It was right behind the Telegram Office so we went there at once. Atif was all smiles. Next day I wore an Albanian Gentlemen’s clothes, and Atif had a woman’s veil on for a disguise! We left Monastir in a  carriage!”
Monastir, Macedonia


The Officer came and informed Maksood the Arab that the carriage was ready. Arab wanted his coat. While leaving the Office, he asked Farook to stay by the phone and answer the calls.
The wind stopped blowing. The city was covered with snow. Istanbul at the time of the truce was old, disorganized, in piles of ruble and dirty. All that was covered temporarily by the snow.
The carriage was going fast without shaking too much. Arab looked depressed; his lower lip hanging.
From time to time he looked at Jamil out of the corner of his eye. “Jamil?”
“Yes?”
“Brother, we are going to that place, but...”
“But...”
“I really don’t want to do this...”
“Why?”
“Because he left the Party at such a bad time. We must be crazy to ask for his help? What if he says yes and then plays a trick on us? Did you think about this business thoroughly? If this turns disastrous we would be in shame like no other. Worse than that, we will let Patriot down. It will be such a bad situation.”
“Don’t worry. If I didn’t trust the man I wouldn’t go to his place.”
“Look what this world has come to. At a time like this we are going to ask the enemy for help. Yes, I have come to the conclusion that we are really out of our minds! When I heard that The Generals fled, I was upset. I thought they should have stayed, they should have stood trial. They should be held accountable and they should have faced the charges. That’s what I thought, but it is a different situation now. Things have changed. Who is going to judge them? Will there be a fair trial? They don’t want to judge the Unionist, they want their heads! He was quiet for some time and he covered his face with both hands. Then he continued. “How did we lose the war? Nobody thought of defeat. We would have been better to die than to lose a war. It is a terrible situation. It is all our doing! What does the opposition say? They say that those men are accustomed to gang fights and don’t know about politics. They say those thugs finished the Empire in ten years. The mighty empire that has lasted six hundred years! They managed to collapse it in ten years! When the country was still recovering from the Balkan wars, when that defeat was still in front of us lying like a dead animal; how could the Unionist go into the Great War head first? What kind of craziness is that? They were like mad dogs. They were like lions eating whatever is in front of them and beating up whatever is around them. They were acting courageously and yet when they couldn’t face defeat they fled the country! We know the big shots in the Party very well.  Were they better than the Vizier’s of the bygone era? In the past even porters, forest men and musicians became viziers without proper education.  Did our leaders run the country better than the Viziers? Why did they flee? Is it because they were cowards? I asked everyone that I know who had been to Sarikamish about Enver. They told me that he was fighting like crazy; nobody could take him from the line of fire. All around him were very courageous soldiers. All the strong soldiers who could have killed the lions were hiding while Enver was so courageous. The Batallion Commander had to warn him to get out of the trenches which were in front of the artillery. He was afraid the enemy would see Enver and start firing on our troops. You know Jamal better than anybody and you know Talat from the Babiali (Sublime Porte) coup d’etat.There is no doubt that they are brave individuals. They teased the Angel of Death. If it comes to intellect, there is nobody in this world who is more stupid than the British Prime Minister Lloyd George. Why did we have to be defeated? Was it fate?”

“I think the war is not only a question of courage. The camels carried the water to the Suez Canal. We had to carry the artillery on wooden planks. Every fifty feet, we had to go back to bring the wooden planks from the back to the front. They had installed water pipes as large as my waist at Gaza. They transported their arms by train. We weren’t defeated by the artillery Batallion or the cavalry in Gaza. We weren’t defeated because we were outnumbered. We lost the battle because of the water pipes and because of the train tracks. Forget about feeling sorry for the past we have to look to the future!”
“Why should we think about the future? It doesn’t look bright.”
“Maksood, you get softened by just being a Commander of the Police Station”.
“The future looks very bleak to me, Jamil. The more I think about it the more confused I feel.”
Arab lit a cigarette. He was uneasy about asking for help from somebody who had not been faithful to the party. They were passing through the Mercan Street and Sultan Hamam. There were foreign soldiers walking on the bridge and the sea was crowded with foreign ships. They caught the Haydarpasha ferry, at the last minute. In the ferry there were a lot of foreign navy personnel. Many of them didn’t have coats on, even though it was cold. They looked like they were having a good time. It was as if they were never had been to war. Their faces were red from the cold. There were a couple of black soldiers among them.
Haydarpasha Train Station

“Hey Arab, are these youngsters all from your tribe?”
“If the blacks look like they are from my tribe, all the rest are from your tribe!”
“Whenever I see them all well fed and rosy cheeked, I wonder how our poor soldiers won the battle. I also wonder what they think of us.”

“I think the English think of us as Indians, Italians as Habeshis, French as Algerians, and Japanese as Chinese. That’s what a German Officer friend of mine told me.”
“How about the others? Americans and the Germans?”
“I wouldn’t be surprised if the American’s think of us as the Native Indians. I think German’s consider us the same as Jews.”
They drank some tea. The ferry approached the shore with difficulty.
Then they boarded a train which was not crowded. The employees on the train were all minority ethnic groups. Things had changed. Once again they were running the train service. Their demeanor had changed. During the war time they were humble, now they were proud.
A Greek employee punched Jamil’s ticket as if he was doing him a great favor, like he was giving him a farm for free. Arab looked at him for some time.
“We shouldn’t have lost that war.”
When they reached Goztepe train station, it was snowing heavily.
They wrapped their scarves around their faces and pulled their coat collars up. They decided not to take a carriage, because they didn’t want to be noticed.
They were walking swiftly.
As Maksood’s discomfort increased he became more agitated and began to walk even more quickly. He had thick boots on and with his military winter coat he was not cold. Jamil suddenly noticed that he was missing his uniform very badly. He was caught off guard by this. He was afraid he would never wear his uniform again. He envied his friend. His brand new coat didn’t warm him anymore. He felt frozen. When he was in the desert enduring the summer heat he would dream about Istanbul’s winters. At the time he wished to be that cold. He wished to be out in the snow with only his shirt on.
Even though it was still snowing, it didn’t feel as cold. When they turned into Bagdad Road, they had the wind at their backs. While crossing the street they stepped into slush up to the ankles twice.
This was the famous Bagdad Road that stretched from Istanbul to Bagdad, crossing almost all of the Empire. Yavuz Sultan Selim went to the Battle of Chaldiran using this road (in the year 1514 against Shah Ismail). After conquering the Holy cities and Egypt he became Caliph and brought its emblems (the sword and mantle of Muhammad) on this road.

Maksood said that these neighborhoods had become rough recently.” You could get robbed, not only that, because of the holes in the street you could fall and break your leg.”
“Do you know the house?
“Yes, why do you ask?”
“I was hoping you wouldn’t find the place so we could have turned back and sought out a solution to our problem somewhere else.”
“Then you will be disappointed because I know where the house is.”
“I still am not convinced that you can find the house.”
From Bagdad Road they turned on to Caddebostan, near the dockside. Munir rented a large house by the sea. Jamil rang the door bell. He waited and tried again. The house must have been far away from the door at the outer gate. They didn’t hear bells ringing from there.
“I think nobody is in.”
Jamil rang the bell for the third time.
“I am coming, Wait...”
Then they heard footsteps approaching, it was a woman’s voice with a Circassian accent; “Who is it, Doctor?”
Dr. Munir sang loudly the Army of Action’s march that had been popular after the Events of March 31st;
“Army of Action...Army of Baraka...”

They heard a woman’s voice who was the housekeeper Gulnihal, “God damn Army of Action! I don’t approve of them.”
“Don’t get scared woman. I am only joking. What a stupid Circassian you are! First I joke, then I explain the joke then I have to tell you where to laugh at the story. Then we would have to wait ten minutes and you will finally laugh. Then I will ask whether you understood the joke and you will say, “I don’t get it, Sir!”
He lifted the heavy iron bar to open the door. And one side of the door slowly moved.
Dr. Munir had a fisherman’s rain coat on. He had  put the hood up. He was short and skinny. He wasn’t handsome but you had the impression that he was fit, fast, strong, and intelligent.
First he looked calmly at Maksood and he tried not to notice the changing looks on Arab’s face confused, nervous, suspicious, and worried. Then he turned his attention to Jamil. “Hello Jamil! Jamil the Cannon Man. Welcome. What brings you here in this weather?”
“Anybody could have come on a nice summer day; I chose to come on a day like this! Let me introduce you to my friend...Maksood Bey. You might have heard his name before. Some call him ‘Uncle’ some ‘Sipahi’ ”
Munir hid his smile. He showed them the way to the house. While they were walking, he looked at Maksood out of the corner of his eye and said:”I think I remember you from somewhere? Where were you during the war? In which Fronts did you serve?”
“I wasn’t in the war zone. Well, not much...”
Jamil knew that Maksood always worked for the secret service and he didn’t want to talk about the fronts so he changed the subject. “He is with the Military Police Force; he works at the Hasan Pasha Station.”
“Is that right? I think I might have seen you somewhere? Have we ever met?”
Maksood stuttered, “No...I don’t think so....”
The yard was quite large. You could clearly see under all the snow that it was disorganized and overgrown. There were two cherry trees on both sides of the entrance.
Dr Munir let them enter the house and welcomed them. Munir closed the door and pulled the iron bar. Maksood elbowed Jamil and said, “Don’t tell him about our problem. Talk about something else and try to leave as soon as possible. I will tell you the reason later.”
Munir said; “Take your coats off...Come on, let me take your coats...I was thinking about you the other day. I thought you might come by but didn’t know when you returned to Istanbul. I was thinking about how mad I was about your nickname.”
“Why?”
“You know they call you “Jehennnem”. We used the greatest cannons of the time when Mehmet conquered Istanbul. When we were building those huge cannons nobody used the term” Jehennem” the Cannon Man...Then the westerners got better at making cannons. As a result, we started buying these heavy weapons from them. Now they are better than us so what did we do? We started bragging about what we had done...If the cannon could fire one shell in an hour and if we could send the bomb fifty feet away we thought we had the best artillery. The people who can use these guns start to get the nickname “Jehennem”. As I was thinking about this matter I found another question to consider: The concept of “Hell.” Our imagination on this is not very impressive.”
Gulnihal was standing by the kitchen door. She was looking like she was looking at the enemy. It was as if the guests were not Jamil and Maksood but the Army of Action itself! She said; “Army of Action... Damn it! They didn’t let us have peace. We had blessed a country, look what happened to it? Muhammad’s people are suffering from hunger...Balkan Gypsies....”

Dr. Munir took his fisherman’s raincoat and hung it on the hook. He was wearing a Cossack shirt and had a Circassian belt adorned with silver. Those clothes made him look even shorter. He went to open the door of a room overlooking the garden. There was porcelain stove in the corner. They also had a copper stove situated in the middle of the room with some wood burning in it.
“Come and sit somewhere. It is warm in here...He remembered something. “We missed the winter when we were at the desert, didn’t we?”
“I was thinking the same thing and laughed, while coming here.”
“Do you still feel the same way?”
Dr. Munir seemed laid back about the situation and he was somewhat ignoring Maksood. Maksood, however, looked increasingly uneasy about being there. His desperation was apparent.
When the door was closed, Maksood hit his knees and said, “Damn it, Jamil! We are in trouble.”
“What happened?”
“You are asking as if you don’t know. Don’t talk to him about Patriot. Make up something and let’s get out of here soon. We need to go. This is a complicated matter. I will let you know later.”
“Tell me now!”
“I am telling you, this is serious...”
“Is it about the Doctor?”
“Yes.”
“Do you know him?”
“I know him quite well...”
“How did you meet him?”
“I will tell you later. Tell him we were just passing by and stopped in. I will be angry if you don’t do as I tell you. You shouldn’t have told him about where I was working. That was a huge mistake. We are in trouble. I shouldn’t have come with you. It was stupid of me.”
Then he heard a voice and made a gesture by putting his finger in front of his lips. “Hush...”He looked around trying to change the subject, “So many books...Even if he lived until he was a hundred years old, a person still couldn’t read all these books.”The walls were covered with bookshelves all the way to the ceiling. He was looking at them with disapproval. When the noise coming from outside ceased, he said, “You see, I know what kind of a man he is... Look at all these books...I never trust bookworms. You know why? They read too much and forget themselves. Nothing good comes from the likes of him...”
“So you think he is no good?”
“He is no good! Even if I didn’t know him, after seeing all these books, I wouldn’t trust him at all Jamil, I know I am not very smart; however, I am not as stupid as you are! That’s for sure. All my years at the secret service I dealt with all kinds of people...”
“You are the expert!”
“Yes, what do you think? If a man reads so many books, let him go. Because he will learn a little from this book, a little from the other and at the end he will be all confused. His brain will become mushy! He wouldn’t make sense. One day he will say something next day he will say something else...I am very sure of the fact that he is not a good doctor as well. I don’t trust these types…They are trouble. Don’t let any secrets out! I am glad I came with you or else there would be irreparable damage.”Then he listened outside. “Hush...Be quite...”

The door opened Jamil and Maksood saw General Halil entering the room. General Halil was General Enver’s uncle and he was one of the leaders of The Committee of Union and Progress.  He said to Maksood, “Oh! Is that you Arab?”

“Oh! I was surprised to see you Pasha.”