Büyükannemin, sallanan eski mutfak masasında, üçüncü kahvemi
içiyordum. Bugünün en güzel olayı, dört millik
yürüyüşümü, yapmak oldu. Yürüyüşü, tamamlayınca buraya geldim. Genellikle
bu sıkı tempolu yürüyüşlerden memnunum. Biraz nabzımı hareketlendirmek ve bir
önceki günün zamanının üzerine çıkmak tek amacım. Başlangıcı, gelişme evresi ve
sonucu olan aktiviteler, beni motive ediyor, adrenalimi arttırıyor, ama
bittiklerinde moralim bozuluyor. Belli bir amacımın olmaması, beni bunaltıyor, sonra
da bir rehavet çöküyor ve tamamen duruyorum.
Bu tahmin ettiğimden, daha yalnız bir yolculuk. Son günlerde,
gereğinden fazla bir zamanı, sadece kum saatinin kumlarının boşalmasını
izleyerek geçirdim. Kumun bir taraftan ötekine boşalması, on beş dakika sürüyor;
sonra çevirip yeniden baslamasını izliyorum. Zamanın, benim yanımdan geçip
gitmesini izleyecek kadar kötü durumdayım.Bugünkü halim felçli gibi; bahanem, iki gün evvelki kar fırtınası.Hem elektrik, hem de telefon direkleri yıkıldı.Kar tatilini eskiden, çocuklar küçükken, severdim. Okula gitmeyip, yatakta fazladan bir saat daha kalırlardı. Sonra pastırma ve krep yapıp, bu güzel kokuyla onlari mutfağa çağırırdım. Ama burada yalnız başına olmak ve belediyenin karları kürememesi yüzünden, eve giden yolun kapalı olmasi nedeniyle, evde mahsur kalmak, hiç de eğlenceli değil. Özellikle, şimdi odunlar tükenmeye yüz tutmuş ve ben komşudan odun çalmaya baslamışken. Arkadaki korulukta, düşmüş bir ağacı kesip getirmeye çabaladım ama yalnızca bir gece için, sobayi yakabileceğim kadar odun toplamak için bile yeterli günışığı yok.
Her geçen gün, daha çok endişe ediyorum. Bir sene inzivaya çekildikten sonra,insanlara ne gösterebilirim? İki cocuk kitabını bitirmek üzereyim, son düzeltmelerini yapıyorum, ama ondan sonra, profesyonel geleceğim meçhul. On iki yıllık iş arkadaşım,bunca sene birlikte tanınmak için gösterdiğimiz çabaya ve beraber kazandığımız paraya, pek de aldırmayarak; kalktı, gitti. Ülkenin, öbür ucuna taşındı. Kariyerimi kurtarmak istiyorsam,( bunu yapabilecegimden pek de emin değilim), yeni bir fotoğrafçı bulmak zorundayım. Bu boşanma gibi bir şey. Geçen seneden kalma, ben de süregiden bir sızıya neden olan bir başka kayıp.
Muhakkak ki, beni en fazla sarsan darbe, babamın ölümü oldu,
ağlayacak bir zamanım bile olmamıştı. Annem ve onun dulluğa alışma süreci,
benim yasımın önüne gecmisti. Dahasi; kardeşimle de aram bozuldu, hayata tek kardeşimdi.
Kardeşimin ikinci eşi, bizim ailemizin kendisinden önceki kısmıyla hiç
ilgilenmeye niyetli değildi. Babamın cenazesine gelmediği için kardeşimden
nefret ettim, bunu takiben, pek çok tartışma yasandı aramızda ve sonunda beni
evinden de hayatından da attı...Sonsuza kadar...Durağanlasmış evliliğim bir
yana, bitiremediğim yaslarım da benim, şu anki durgungunluğuma, isteksizliğime,
sebep oldu.Belki de, kendimi, odadan odaya amaçsızca dolaştığım, bayatlamış
Christmas kurabiyelerini yediğim,projelere baslayıp ta bitiremediğim için, daha
fazla cezalandırmamalıyım. Saatlerin değerini bilmeliyim, boşa zaman harcamamalıyım.
Daha önce, hiç kendime bu kadar yakın olmamıştım, ama hernedense ,kendimle
arkadaşlık kuramıyorum.
Geçen hafta, kendimi bulmak icin bir gayret sarfettim;
içinde çocukluk resimlerimin bulunduğu bir kutuya rastgelmistim. Kutunun üzeri,ürkütücü
bir şekilde, “GEÇMİŞ”diye işaretlenmişti.Bütün bir günü geçirdiğim metamorfozu,
hayranlıkla seyrederek geçirdim.Küçük, siyah beyaz fotoğrafları oturma odasına
boylu boyunca yaydım,hepsini kronolojik sıraya dizdim,arada büyüteç kullanarak,
çok sey anlatan yüz ifadelerini inceledim. Altı yedi yaşlarına
kadar,masumiyetin, güvenli olmanın bir simgesiymişim, etrafa hayretle bakan, karda,
plajda,arka bahçede oynayan; ağaçlara tırmanan; jimnastik aletlerinden
sallanan ;üç tekerlekli bisikletine binen bir çocuk ve kardesim hep yanımda...
Ama sonra taşındık; Buffalo, New York’taki çocukluk evimizden
Pennsylvania'ya. Ondan sonra da on yedi defa daha taşındık. Her taşınmada,
kişisel tarihimizi elimine ederek, daha gelişme çağında olan benliğimizi,
köklerimizden sökerek, uzaklaştırarak, taşındık. Sonunda içimize,bir daha
gitmemecesine bir yabancılık çöktü. Birdenbire, oturma odasının zemininde önüme
serilmiş olan hayatıma bakarken, bir küçük kız gördüm, gözlerinde uzak bir
ifade vardı; daha önceleri ufak tefek, fıkırdak olan kiz, şimdi tombul ve
mutsuzdu, daha önceki içten gülüşlerinin yerine, dudaklarında zorlama bir gülüş
vardı.Biraz gergin, biraz korkmuş ama gene de cesur bir ifade vardı yüzünde-sanki
kendine hakim olması için bütün gücünü kullanması gerekiyordu. Daha sonraki,
yeni yetme resimlerinde ise, simdi hatırlamadığım tatlı ama biraz sert biri olmuştu.
Ama bu kişiliğini dışa vuran biriydi. Bu taşınmalar, kendimi, yabancı yerlere,
aniden fırlatılmış, atılmış gibi hissetmeme, neden oluyordu. En kötüsü, bir
keresinde, beni kendi çocuğu gibi koşulsuz sartsız seven, bana ikinci bir anne
olmuş, kendi çocuğu olmayan, bir komşu hanımdan da ayrılmak zorunda kalmam oldu.
Bu devamlı yerdeğistirmeler, içimde, derinde bir yerde, hep
ayni şekilde yerinden olma duygusu yaşattı bana Öyle ki; bir müddet sonra aışık olduğum değerler,her
gün gördüğüm yerler, silinip gidiyordu.Gittiğim yerlere, etrafımdakiler ne
isterse öyle olmaya çalışarak uyum sağladım. Bu resimlerde onu görüyorum. Ama gerçek
benliğim kenarda kaldı, özgüvenim kalıcı izlerle, daimi olarak yaralandı. Bu
gerçek benliğimin elinden tutmalıyım, kaybettiğimiz zamanı telafi etmeliyim,en
azından onun kararlılığını ve inatçılığını takdir ettiğimi söylemeliyim.Bu özelliklerim
resimlere de yansımış.
“Muhakkak ki, kendimi bulacak kadar kendimi kaybettim”
Robert Frost un bir şiirinden, bu dizeler. Yeniliğin kenarında dans ettiğin
yeter, Joan! Vicdanının, arka sokaklarında, yumuşakca ilerlemek yok artık; meselelerin
etrafından dolanmak ve kendiliğinden kaybolup gitmelerini beklemek yok. Bu
kasvetli düşünceleri, kafamdan atmaya çalışarak, yere Kizilderililer gibi
oturdum, gözlerim kapalı, ileri geri hafifce sallanıyorum, gözlerimi kapatmak,
beynime dur demek çoğunlukla beni, kendi kendimle oynadığım bir kandırmaca
oyununa sürükler.
Tekrar gözlerimi açtığımda, New Mexico’dan aldığım haçı
gördüm, önümde asılıydı. İnce bir mesquite ağacından yapılmıştı, eğri ve
taraslıydı. Düz ve dar değildi. Muntazam olmayan kenarlarını seviyordum. Çekicle
vurularak inceltilmis merkez noktasına bakıyordum; şu anda ben de yol
ayrımındaydım.Önümde üç yol vardı. (Arkamda kalan kısım, geçmişi temsil ediyordu oraya bir daha dönemezdim. Sola dogru uzanan kısa kol, kocama giden yoldu, açıkca belli ki, bu gitmek istediğim yer değildi. İki tane daha olasılık vardı, ama bunların götüreceği yer belirsizdi. Sakinleştim, nabzım yavaşladı.Ellerim gevşedi, kendiliğinden avuçlarım açıldı, artık herşey açıklığa kavuşmuştu, böyle olması, benim için bir mükafattı. Aynı, geçen sonbaharda olduğu gibi, inceden inceye bir macera özlemi içerisindeyim.
Önümde, yeni yollar açılacağına inanmıyor muydum? Aslında dışarıda, her yer, yol dolu. Öyle değil mi?
Bir Jung analistinin, bir grup kadınla söyleşirken, “dönüm noktaları” konusunda söyledikleri aklıma geldi. "Hayatta çoğunlukla seçeneklerimiz önceden bellidir, bizim için belirlenmiştir; ama romanın kahramanı, bir kavşağa geldiğinde kendi seçimini kendi yapar- kahraman olmayansa seçimi baskalarına bırakır.”
Bütün bu sessiz güzellik içinde, buralarda bir yerde, benim kendisini bulmamı bekleyen, bir şey olmalı. Niye oyalanıyorum? Dışarıdaki kalın sis tabakasına bakıyorum. Golf Stream, dünden kalma donmuş toprak üzerine, sıcak bir rüzgar üflüyor olmalı. O beyazlığı bulanık bir grilik kaplıyor.Kar tepeleri sulu çamur haline geliyor. Belki de kurtuluş mümkündür.
Sis düdüğü ötüyor, zaten bütün gün öttü. Belki de bu çağrıya
cevap vermeliyim; günümü değerlendirmeliyim. Merkezin güvenliliğini
bırakmalıyım. Sarı yağmurluğumu giydim, arabaya atladım, sulanmış kar yığınlarını
açarak, ilerlemeye başladım, anayola doğru kayarak çıktım. Annesinin çağrısına
koşan bir çocuk gibi,bu sesi takip ettim. Bu annenin çağrısı öyle derindir ki;
en uzakta en fazla kaybolmuş olan yavrular bile tekrar,annesini bulur,
guvenliğe kavuşur. Kasaba ve sahil beni cekiyor. Oraya vardığımda, temkinli
olarak, yürümeye başladım, gözümün önündeki, elimi bile zor görüyordum. Dönemeci dönünce, her zaman güzel bir deniz
manzarası görülür, o noktaya geldiğimde, dalgaların sesini duymaya başladım ve
o sese doğru, köpüklü dalgaları hayalimde canlandırarak, ilerledim. Botlarım,
kalın hafifce donmuş olan kum tabakasına, saplanmaya baslamıştı.
Sisli havalarda, güven çok önemlidir, her attığım adıma
dikkat ediyorum, bütün duyularımın çok kavrayıcı olması gerekiyor. Ama kararlılıkla
ilerliyorum, çünkü bu yöreyi iyi biliyor ve adeta, kafamın içinde görünmez bir
haritasını taşıyorum.Şu anda, benim için ne geçmis, ne de gelecek var, sadece
bugün...Kıyıya doğru gitmeye çalışıyorum, kıyı
çizgisinin bana yol göstermesini ve o doğrultuda ilerlemeyi istiyorum.
Bulunduğum yer, hiç bir yere yakın değil, havada ağır bir rutubet var, dalgalanan
suyun ritmiyle hareket ediyorum, açığa doğru uzanan dalgakırana yaklaşıyorum-gerçekten
çok kutsal bir yer. Limanı koruyan güçlü bir kol gibi, terkedilmis bir yarımada,
derin düşüncelere, dalmak için ideal bir yer, burada kimse sizi bulamaz, kimse
sizin hedefinizi değiştiremez. Bir millik yolu, çok kısa bir sürede katettim, kayalara
tırmandım, birinden ötekine sıçrarken, yükselen deniz seviyesi sebebiyle kayalara
çarpan dalgaların, zemini kayganlastırmasından ötürü çok dikkatliydim. Tamamen
yalnız, kendimi şeytani bir şekilde özgür hissediyordum, tek başına yasadığım
bu maceranin tadını çıkartırken; birdenbire,yaşlı bir kadının siluetini görerek
ürktüm. Sırtında uçusan, siyah peleriniyle ayakta, dik duran bir kadın profili
görüyordum.
Yakınlaştığımda, parlak mavi gözlerini bana çevirerek,“Merhaba,
bu siste dışarı çıkan, sadece biz miyiz bu kasabada?" dedi; sonra, kendi
esprisine güldü.
“Sanırım öyle, Merhaba, benim ismim Joan.”“Benim ismim de Joan. Ben buralarda yeniyim, ne kadar güzel bir yer burası böyle.”
Başımı salladım, zarafetine hayran kalmıştım. Narin bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri, asil bir burnu vardı. Dünyanın bir ucunda, bu ıssız yerde, böyle kibar yaşlı bir hanımı görmek beni şaşırtmıştı. Sanırım, seksen beş veya doksan yaşlarında olmalı. Uzun mavi jarse bir elbise giyiyordu, kısmen elbisesinin arkasına gizlenmis olan, tahta bastonunu tutuyordu.
Yürüyelim mi?”dedi. Kendisi zaten yürümeye başlamıştı, bana da işaret etti. Huzurlarını bozduğumuz için, bize öten bir kaç martıya aldırmadan yürüumeye devam ettik. Dalgakıranın ucundaki kanal işaretinin sesinin çekimine kapılarak, o tarafa doğru gidiyorduk. Uca doğru ilerledikce, plaj da, liman da, daha az görünür olmuştu.Küçük bir kayık, demir attığı yerden kurtulmuş, her gelen dalgayla beraber, dalgakırana çarpıyordu. Kendi özel düşüncelerimden bahsetmek niyetinde değildim ama ağzımdan bir cümle kaçıverdi; ”Ben de kendimi bu kayık gibi hissediyorum” deyiverdim.
“Nasıl yani?”
“Kendimi, biraz gevsemiş, serbest bırakılmış, hatta özgür hissediyorum, ama tekneyi idare edecek küreklerim şimdilik yok.”
O da itiraf etti: “Ben de kendimi denizde hissediyorum, ama gitmeye devam ediyorum. Arkana bakma, önüne bak. Arkamda yani kıyıda çok şey bıraktım ama daha fazlasını bulmak umuduyla denize açıldım.”
“Balıkçılar da böyle düşünüyorlar.Hergün yeniden denize açılıp, çıkacakları yolculuğa güveniyorlar, bir anda karar verip, ağlarını suya bırakıyorlar ve bana öyle geliyor ki herzaman birşeyler yakalıyorlar. Eli boş dönmüyorlar,” diye cevap verdim.
Sanki biliyormuş gibi; “Bu, harekete geçme ve insanın sezgisiyle ilgili bir şey. Hislerimizde bir bilgelik vardır. Bugünkü gibi gri bir günde, evden çıkıp, başkalarından farklı olmaya cesaret edebilmekte.
Şu anda bizim kadar aptal biri yok burada.Tanrıya şükür! Bu sisin içinde, sadece kendi başımıza olabiliriz.Ben bu griligi seviyorum.Bu grilik, bu buğu düşüncelerimizin etrafını sarıyor ve onları birarada tutuyor.”dedi.
Dalgalar üzerimize daha fazla su sıçratmaya başladığı için, daha dikkatli yürüyerek; ”Hiç böyle düşünmemistim”dedim. Sisin belirgin bir şekli yoktu ve bu sayede bizi sarıyordu.Biz de şekil ve tasarımdan yoksunduk, sadece su gibi akıcı ve genişleyebilme özelliğine sahiptik. Böylesine riskli bir alanda yaşlı, aristokrat, narin dul bir hanımla birlikte yürümek, beni korkutuyordu. Daha ileri gitmeye tereddüt ediyordum.
“Bazan kadınlarda, sis gibi oluyorlar”dedim.
“Ne demek istiyorsun,tatlım?
“Dipte olanın ne olduğunu biliyoruz, ama başkaları ne der düşüncesi, bizim gerçek kimligimizi gölgeliyor.
“Belki de bu doğru. Gizemli kadın! En iyisi bu gizemi korumaktır.”
Bu yumuşak feminist tarafına gülümsedim.”Ben buralara yüzlerce kez geldim ama hiç sizin gibi birine rastlamadım” diyerek, kayalardan geçebilmesi için elimi uzattım.
Yardımımı reddetti ve “Gerekmez anneciğim! Bu yaşlı vücut, beni
daha hiç yarı yolda bırakmadı ”dedi ve taşların üzerinde, dans edercesine
ilerlemeye başladı.
“Çok iyi yağlanmış bir makine gibisiniz, bunu nasıl başarıyorsunuz?”“Ah canım, bu hiç kolay degil, hareket, bolca hareket. Hergün birkaç mil yürürüm. Vücudum en önemli kuvvet kaynağımdır, ona bakma konusunda çok titizim.”
Dalgakıranın ucuna vardık ve kanal işaretinin kenarına yaslandık. Harika düşünceleri var,daha fazlasını duymak isterdim,onu bütün gün dinleyebilirim. Ögrenci hazır olduğunda, hoca görünür.”derler. Bir de bugün evden çıkma konusunda tereddüt etmiştim!
O da benim duygularımı paylaşıyor gibiydi, bana”Seni sevdim, ne iş yapıyorsun?”diyerek beni şaşırttı.
Ona hayatımı anlattım- evliyim, iki çocuğum var, çocuk kitapları yazıyorum- ve buraya kendimi bulmak için geldiğimi söyledim.
“Bence, burada insan kendini bulabilir, bana öyle geliyor. Ben,tecrübenin yerine hiç bir zaman, kelimeleri koyamadım.Dışarı çıkıp, yapman gerekeni yapmalısın.Bugün, burada yaptığımız gibi.”dedi. Söyledikleri şimdi, sisin arasından süzülüp gelmeye başlayan deniz fenerinin ışığı gibi rahatlatıcıydı.-Düzgün,sağlam,canlı- Grilerin arasında, bir odak noktası.
Yavaş yavaş, geldigimiz yere geri dönmeye başladık, tek sıra
ilerliyorduk. Gene görüşürsek, çok memnun olurum, belki bir akşam porto şarabı
içeriz” dedi.
Park yerine gelirken, çok sevinirim dedim, onu bir taksi
bekliyordu, evi her neredeyse, oraya götürecekti. Bu durumdan memnun değildi. “Arabamın
olmamasından nefret ediyorum.Bu baharda, bir golf arabası ve üç tekerlekli bir
bisiklet alacağım kendime”dedi.Hayretle başımı salladım.Bu denli yaşlı birinde, hiç böyle bir kararlılık görmemiştim. Sizi nasıl bulabilirim?”dedim. Kibarca arka koltuğa yerleşerek, "Bankalar Caddesinde oturuyorum, ara beni, lütfen.Olur mu canım?"dedi ve kapı kapandı,gitmişti....
Bu hanımı cok sevdim. Çok uzun zamandan beri bana yol gösterecek hiç olmazsa bir ipucu verecek birini bekliyordum. Demek ki siste olmak, tamamen kaybolmak manasına gelmiyormuş...
Deniz Kenarında Bir Yıl adlı kitaptan
Çeviri: Elif Mat
Çeviri: Elif Mat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder