Deniz Kenarında Bir Yıl
Ayrılma kararı bir
gecede verilmiş gibiydi. Bir aksam eşim isten geldi ve kilometrelerce uzakta
bir başka yerden aldığı is teklifini kabul ettiğini söyledi detayları
anlatırken ben orada, kalakaldım, onunla beraber gitmemek için bir bahane
aramaya başladım. Sonuçta çocuklarımız büyümüştü ve on yedi seneden beri
oturduğumuz bu büyük ev artık bizim için gerekli değildi. İşim taşınabilirdi. Niye
direniyordum? Niye dondum kaldım, niye korkuyorum, niye öfke doluyum?
Aslında fazla karışık
olmayan gerçeği görmem çok zor olmadı. Onunla beraber gitme isteği ve enerjisi
yoktu ben de. Yeni bir yerde yeni bir hayata başlamak özellikle de bu evlilik
böyle durağanlaşmışken imkânsızdı. Tek düşünebildiğim alternatif Cape Cod da ki
yazlık evimize gitmekti. Bunu söyleyince kendim de şaşırdım. Oraya gidip,
düşünmeliydim.
Bu hareketsizliğimden,
bu umursamazlığımdan tedirgin oldum; ama olay buydu iste.
Bu resmi bir ayrılık
mı olacaktı, bunu bilinçli olarak düşünmüyordum. Sadece nefes almak istiyordum
bu ilişkiye bir ara vermek... Çeşitli sebeplerden dolayı birkaç ay sonra bir
araya gelecektik, nasılsa. Kocam bu durumu söylediğimde, bir tepki vermedi,
duygularını göstermedi, daha uzaklaştı sanki.
Olmayan geleceğimizden
konuştuk, fazla da önemsemeden ve korkutan bir kibarlıkla. Sonra bu durumu
arkadaşlarımıza söyledik. İhtiyacımız olmayan fazla eşyamızı evin
garajında satışa çıkarıp sattıktan sonra, her iki manada da yükümüz hafifledi.
O sırada bir sessizlik oldu sonra biri” Burada ne hatıralarınız var” dedi.
Oğlum daha evvel
burada yaptığımız kutlamalardan birini hatırlatınca, ben titredim. Başka
hatıralar birbirini izledi ta ki oda anılarla dolana kadar. Tam da o anda hayatımızın
bu bölümünün bitmesi bana makul geldi. Burada yaşanmışlık var, bu evi sevmiştik
ve en önemlisi başkalarıyla da paylaşmıştık. Tam ışığı söndürmüş yer yatağına
yatmışken-bu arada karyolayı da satmıştık - birden yakın geleceğimi düşünerek
panik oldum.
Böyle belli bir
olgunluğa gelmiş anların daha önce yasanmış diğer anları bir anda silme
özeliği vardır. Ona doğru dondum ve elimi onun şişman karnına uzattım- ne
için bilmiyorum. Bu yakınlığı özleyeceğim, ona doğru daha da yaklaştım. Kıpırdadı,
bir an zannettim ki donup bir şey söyleyecek veya beni kollarına alacak, hayır
hemen uykuya daldı ben de onun nefes sesini bir ninni gibi dinledim.
Daha önce, birçok
geceler onun yanında yatarak ne rüyalar gördüğünü düşünmüştüm. Onu dertlendiren
neydi? Alkolik bir ailesi vardı çocukluğu sert ve yalnız geçmişti. Daha on iki yaşında
nefret ettiği Episcopalian yatılı okuluna gönderilmişti. Bunları başından beri
biliyordum. Onunla görüşmeye ilk başladığımda benim bunları anlamamı
istedi hayatında aldığı darbeleri, taşıdığı yükü; ben de şefkatli biri olarak
bu gölgelerden daha da etkilendim. Bu evliliğe girerken rolümün belirlenmiş olması,
bu evin annesi olmak beni rahatlattı. Bir şekilde melankolisini geçiririm ve bu
taşıdığı karanlıktan onu çıkarırım zannettim.
Zamanla onun bu tükenmeyen
acısı beni de yordu. Duygusal olarak yakın değildi, ben de bunu reddedildiğim,
seklinde yorumladım, ben de ilgi istiyordum: "Benim de ihtiyaçlarım var
biliyorsun değil mi?" Diyordum. Aramızda bir bağ kurulsun, beni kabul
etsin istiyordum. Kitabından kafasını kaldırıp bana “ihtiyaç dediğin şey, başını
sokacak bir ev ve yiyecekten ibarettir” derdi. Bu da benim susmama sebep
olurdu, diğer cevapları da öyle bir şey sorduğuma pişman ederdi beni. Aklı başında
bir tavırla benim kızgınlıklarımı hafife alırdı. Pragmatik adamın anlam bilimci
yani... Bu ona uyuyordu. Seneler suren bu durum yani zorlayarak, herşeyin
makulünü araması benim için sonunda tahammül edilmez bir hale geldi.
Birkaç defa beni kıskandı.
Bir aksam yemeğinde davetlilere anlattığım hikayeler ve fıkralardan sonra içine
kapandı ve bana dedi ki: “sen renkli televizyon, bense siyah beyazım”.
“Ne olacak” dedim,” ne
var bunda, niye sen de yaşantına biraz renk katmıyorsun?”
Benim cevaplarım hiçbir
zaman onun ki kadar akıllıca olmazdı ve hiçbir zaman konuşmalarımız esprili
olmadı. Ben kendi yarattığım ve oynadığım bur rolden bunalmaya başlamıştım.
Benim mutluluk anlayışım, vermek, vermek ve vermekti; taa ki karşı taraf mutlu
olana kadar. Bu yanlış yolla kendi mutluluğumu, karşı tarafın yüzündeki mutluluğu
görmeye bağlamıştım. Ben kendimi unutursam o da beni daha iyi görürdü. Öyle zannetmiştim.
Benim ihtiyaçlarım, ona karşılamak istemediği talepler gibi görünüyordu. O denediği
zaman da onun çabaları yeterli olmuyordu.
Her nedense yasama sevinci yok olmuştu ben de bunu yeniden canlandırma
umudunu kaybetmiştim.
İlişki bana göre bir
macera olmalıdır, eğlendirici ve paylaşımcı. O kendi rolünü eve ekmek
getirmekle sınırlı görüyordu, aile hayatına başka katkısı yoktu.
Hafta sonlarını
insanlarla ve partilerle dolduruyordum, eşimin moralinin düzelmesini
istiyordum, ama o giderek daha fazla içe kapandı. Ben onu kabuğundan çıkartmaya
çalıştıkça, O da bana “Bu ne zaman bitecek, ne zaman tatmin olacaksın? İstediğin
heyecansa, git ara bul” diyordu.
Buldum da; derhal evli
bir adamdan hoşlanmaya başladım –ama bu duygulardan kurtulmak için hemen
Maine’deki bir yazarlar konferansına gittim; yeni sözleşmeler yaptım ve daha
enerjim yükselmiş olarak geri döndüm; yeni kişilerle tanıştım, kariyerimi
ilerletmek ve şahsi ihtiyaçlarımı, yazarlığın ihtişamıyla gölgelemek
istiyordum. Her kaçış bana geçici bir heyecan verdi ama benim gerçekten ihtiyacım
olan samimiyet ve birine ait olma hissini getirmedi.
Şimdi tek bir seçenek
kaldı o da bu ilişkiyi, şimdilik reddetmek ve belki kendimle bir ilişki aramak.
Geç oldu... Yarın büyük bir gün; düşüncelerimle birlikte döndüm ve uykuya daldım.
Saat beste kalktık,
onun için her zamankinden bir saat erkendi. Arabalara eşyalarımızı doldurduk ve
o yeni işine, ben de yeni hayatıma doğru hareket ettik. “Bunu yaptığımıza inanamıyorum”
dedim, böylece izin almayı da zorlaştırmış oldum ve aslında onun bana ne cevap vereceğini
biliyordum.
Dişlerini sıkarak, “İnanamıyorsun?
Bu senin fikrindi” dedi. Sözlerim onu daha da sinirlendirmişti, zaten dolu olan
bagaja birkaç çanta daha atarken, vücut dili kızgınlığını yansıtıyordu. Bagajın
kapağını çarparak kapattı.
Gülümseyerek, “Gitmem lazım”
dedi, biraz önceki tersliğini yumuşattı bu gülümseme. “Benim de senin gibi kendi hayatıma başlamam lazım”
dedi.
Kendimi daha fazla
cezaya hazırladım, zira arkasına bakmadan gidiyordu, ama o anda döndü, kara bir
bakışla baktı, acı vardı o bakışta ama huzurlu bir şekilde “Görüşürüz” dedi. İşte
hepsi bu...
O anda evden ayrılmasının
ağırlığı çok şaşırtıcıydı. Başımı arabanın üstüne dayadım ve ağlamaya başladım.
Başka çaresi yoktu... İki
arkadaşım, ellerinde bir termos kahve ve yolluk hazırlayıp gelmişler, onları görünce ağlamayı
kestim. Birbirimize sarıldık. Bu hem evli, hem bekar kadınlar, evlilikleri çoktan soğumuş
ve kızgınlıklara kurban gitmiş bana öylece bakıyorlardı onların gözlerinde de ayni şeyi yapma isteği
vardı. Bana cesur olduğumu ve aynı şeyi yapabilmeyi istediklerini söylediler. Onlar
da kendi ayaklarının üzerinde durabilmeyi hayal ediyorlardı. Kafamı kaldırdım
ve parmağımı burnumun altına bastırdım, daha fazla gözyaşlarına engel olmak için,
söylediklerine karşı bir söz bulabilmek için. O anda halimi en iyi ifade eden
kelime, “umutsuz”du. Benim halime “cesur” demek doğru olmazdı. Benim yetiştiriliş
tarzıma göre “sen nereye gidersen, ben de oraya gelirim...” Demek gerekiyordu
ama şimdi aksi istikamete doğru koşuyordum. Burada geçirdiğim her dakika
tehlikeliydi, beni vazgeçirebilirdi.
Hanim arkadaşlarım
benim her derdime devaydılar, her zaman kötü günlerimizi paylaşırdık. Ama şimdi
ortada bir kriz var ve ben bütün dikkatimi bunu çözmeye vermeliyim arkadaşlarımın
benim dikkatimi dağıtmalarına izin vermemeliyim. Alıştığım çevrenin içinde
kalmak, benim hareketime mâni olur. Arabama bindim, paslanmaya yüz tutmuş, eski
bir Volvo, içinde kitaplarım, kâğıtlarım bitmemiş el yazısı metinlerle
yazarların taşıdığı her çeşit öteberi. Giderken evin önündeki “SATILIK” levhasına
son bir kez baktım. Burada son durağım, banka olacak, hesabımda kalan
3,782 dolar 42 cent paramı alacağım. Mühim ödemeleri eşim yapacak ben de
kendime bakacağım bundan sonra. Adil bir anlaşma sayılır, ben bunca yıl yazarlıktan
kazandığım parayla çocukların okul masraflarını vergileri ve bazı ekstra harcamaları
karşılamıştım.
Tappen Zee Köprüsü’ne yaklaştığım
sırada içimden defalarca ayni şeyi tekrarladım “Doğru yapıyorsun, gitmeye
bak,...doğru yoldasın...” Köprü geçiş ücretini ödeyip de “New England” işaretini
görünce omuzlarım düştü, koltuğa daha çok gömüldüm. Sonunda yoldaydım ve
bu değişiklik sanki kafamın içinde çok uzun zamandan beri vardı, öyle
hissettim.
Belki de öyleydi. Yanlış
başlangıçlar daha önce olmustu. Bir kac defa ani bir kararla kaçmış sonra
da böyle ikide bir kaçmanın karsi tarafa olan dramatik etkisinin
azaldigini farkettim. Bu sefer degisik, hem de cok buyuk bir degisiklik. Bu
sefer harekete gecmeden once bazi seyleri garantiye aldim. Kendimi Makyavelci
gibi hissediyorum, cok iyi bir planlama yaptim, ya da ölmeden once bütün
islerini hale yola koymus bir kisi gibiyim. Hayatlarindan sorumlu oldugum
herkesin isi gucu yolunda. Bazan kendi özgürlüğüme biran evvel kavusmak icin
sabirsizlandigimi ve bu sebeple cocuklarimi, diger arkadaslarindan cok
daha evvel evlenmeye tesvik ettigimi dusunuyorum.Evlilik diger genclerin akillarina
bile gelmezken ben kendi yuzugumu, tasiyla nisanlisina yeni bir yuzuk
yaptirabilmesi icin kucuk ogluma verdim.
Bu ne manaya
geliyordu? Belki kendi mutlulugumu temin edemedigim icin onlarinkini
garantiye almayi istiyordum. Tam kendi gerçeklerimizi gormeye basladigimiz
zamanda cocuklarin evlilikleri bizi bir muddet oyaladi. Pek cok arkadaşım
cocuklarini evlendirirken düğün telaşıyla bir cok ayrintiya kendilerini
kaptirdilar. Kocamla ben de ayniydik. Romantizm bizim icin artık bas döndürücü
degildi ama teselli mükâfatı olarak vekaleten cocuklarin mutlulugundan bizde
payimiza duseni alabilirdik. Hep düşünürdüm acaba dugunlerde bu kadar insanin ağlamasının
sebebi acaba bu muydu? Aski goruyorlar ve kendileri icinde istiyorlardi ama
ayni zamanda boyle bir rüyanın gerçekleşmeyeceğini de biliyorlardı. Oğullarımızın
düğün törenlerinde gururla anne baba olarak o ani yasamak gösterinin
bir parçası olmak cok guzeldi. Cocuklarim icin tasidigim umutlari kendimiz icin
de taşıyor muydum?
Ama pirinci fırlattıktan
sonra hemen büyü bozuldu, günlük hayata geri donduk. Hatta kedi bile zamanini
bilmis gibi bir Pazar gunu biz klisedeyden, evin bodrumunda oluverdi.
Artik ikimizi birbirine bağlayan, bize bağımlı olan hic bir sey yoktu
hayatimizda.
Merritt Parkway ‘e geldiğimde
artik başım dönüyordu, bir kalem bulup düşüncelerimi yazmaya basladim.”Bir gun
araba kullanirken, yazi yazmaktan dolayı öleceksin.” demişti bir arkadaşım. “Biliyorum,
biliyorum” dedim ve hiç bir zaman uyarısını dikkate almadım.
Volvo’nun icine
buzusmus, hayatımdaki her şeyden uzaklaşıyordum. Su anda zihnim acilmis kendimi
çok hafiflemiş hissediyordum. Radyoyu açtım klasik muzik istasyonunda
Vivaldi’nin “Dort mevsim”i caliyordu. Bu eskiden kosarken dinledigim muzikti-
iyi işaret-ben de su anda yeni hayatıma kosuyordum.Duyduguma gore Olimpiyatlara
hazirlanan atletlere heyecanlarini bastırmaları için; onemli yarışmalardan once
soyunma odasında koclari barok muzik dinletiyorlarmis. Derin bir nefes aldım ve
o huzura ve sakinliğe kavuşmayı diledim.
Yine de kendimi
yaramaz hatta kötü bir çocuk gibi hissediyorum. Ayrılıp giden daima suçludur,
pasif bir şekilde olaya katılan, ama kalan bütün sempatiyi hakkeder. Anladığım kadarıyla
çoğu adam terk etmeyi istemiyor. Ayrılmayı istiyor ama olaylar öyle gelişsin ki
kapıdan çıkıp giden kadınlar olsun istiyorlar. Şimdi, çocuklar olup biteni
sorgulamaya başlayacaklar ve eminim ki benden cok babalari icin kaygılanacaklar.
Onun hatalarini, cok seyrek olarak görürler çünkü kendisi, her zaman akılcı,
sorumluluk sahibi ve dürüsttür. Diger taraftan, sopayi atan ben, cok konuşan ve
inanilmaz ruh hallerine geçiren ve duruma göre ciglik atan(-sebep olan adama
kizilmaz)-hep ben.
Interstate 95 yolunda,
bir şehre benzeyen herhangi bir yerden çok uzakta Vivaldi’nin Bahar’ının
Allegro bölümündeki viyolinlerle beraber hız yaparak gidiyorum. Gene de kafamın
içinde olumsuz sesler var, bana şımarık olduğumu söylüyorlar. Sonuçta, kocam
karısını döven veya ona kötü sözler söyleyen biri değildi-bir defa cadı gibi demişti-ve
çok terkedilmiş, mahzun görünüyordu.
”Bu sefer gerçekten yaptın,
Joan!” dedim kendi kendime ve yumruk atar gibi direksiyona vurdum. Keşke şimdi
bir içki, Valium ya da kum torbası olsaydı!
Tam o sırada tabelayı gördüm;
“NEW HAVEN”. Allah’ım, buradan yüzlerce kez geçtim ve hic kendi geçmişimle bağlantı
kurmadım. Bu tanıştığımız yer. “Yale” başlangıçtı. Frene bastım çıkışa doğru
kaydım, geçmişi görmeye gittim, bir iki hayalet bulacağım.
Bir kaç dakika sonra
kendimi “White Tower Diner”a bakar buldum. Green’in tam karsısında, birbirimizi
ilk tanıdığımızda, bedava doldurdukları kahvelerle bütün gece konuşmamıza neden
olan yer. Paslanmış hafızama güvenerek Trinity tarafına döndüm ve tiyatro
okulunu gördüm, gösterişli kırmızı kapıları tam hatırladığım gibiydi, ve yakınlardaki
ara yol, öpüştüğümüz yer. Birkaç öğrenci taş duvara yaslanmış ayni şeyi yapıyorlar
simdi. Etrafta arabayı sürmeye devam ettim ve bodrumunda bir oda kiraladığım
eski evi gördüm, orada da fazla ileri gitmeye cesaret edemeden, sevişirdik.
Her yerde bir kararlılık
ve heyecan var, olması gerektiği gibi, okul yılının başı...sonbahar. Etrafta
tertemiz öğrencileri görüyorum, bazısı hararetli bir şekilde konuşuyor, bazısı kararlılıkla
sınıflarına yürüyor. Biz de öyleydik, ama birden onun ilişki ciddiye gitmeye başlayınca
kaçtığını hatırladım. Belki onun peşini o zaman bırakmalıydım. Ama bir koca
bulmaya çok kararlıydım ve o da iyi bir aday gibi görünüyordu. O beni
yakalayana kadar, ben onu takip ettim, sonunda nişanlandık; annesi ona yüzüğü
verir vermez, birkaç dakika içinde bana getirdi. Sanki ayarlanmış bir
evlilikti, şimdi bana öyle geliyor. Eve kız arkadaşlarını daha önce getirmiş
ama annesine göre büyük ödülü alan, ben oldum. Benim annem de pek etkilenmişti,
çünkü nişanlım bir doktorun oğluydu, yani paralı pulluydu. Anne babasının içkisi
görmezden gelindi, çünkü büyük bir evleri ve” Beach Club” üyelikleri vardı. Annem
görünüşe çok önem verirdi ama bütün bunlar evlilik için iyi bir temel sayılamazdı.
Arkamdan biri kornaya bastı,
ben yeşilde duruyordum, hemen anahtarı cevirdim, gaza bastım ve adamın sabırsızlığına
bir parmak gösterdim. Sonra da kendime ileriye gitmem ve geçmişi geride bırakmam
gerektiğini hatırlattım. Anayola çıkınca cami açtım, rüzgâr saclarımda
hissetmek istedim ve geleceğime doğru hız yaparken heyecanlandım.
Conneticut-Rhode Island sınırını gecene kadar kendimi tam olarak New England’da
hissetmem, hiçbir zaman. O zaman içim kıpırdar ve yolculuğun bitmesine birkaç
saat kaldığını anlarım. Eve veya eve benzer bir yere gitmek bana huzur ve yerleşmişlik
duygusu verir. Cape bana bu duyguyu veriyor çünkü çocukluğumdan beri her yazı
burada geçirdim.
Eski bir yerde, yeni
bir başlangıç, bunu sevdim. Yazlık evin mutfağında Wendell Berry’ nin bir sözü yazılı:
“Nerede olduğunu bilmiyorsan, kim olduğunu da bilmiyorsun demektir.” Oradayken
kim olduğumu biliyorum, çünkü etraftaki aşınmış, yürünmüş, yolları iyi
biliyorum. Dahası bu öyle bir biliş ki, sadece kafamla, değil, bütün duyularımla
da biliyorum. Buralarda benim geçmişimden birisiyle veya bir olayla bağlantı kurmadığım
hiç bir kanal, kum tepesi veya bataklık yok. Eskiden kim olduğumu hatırlamak için
bu anılara güveniyorum kimliğimin ana maddesi kaybolmuş gibi, onu bulmaya çalışıyorum.
Herhalde, burası benim
gerçekten evim olmaya, babam ölüğünde buraya gömülünce başladı. Gömüldüğü yer, İlk
Cemaat Kilisesinin, (Yapımı 1746) yanındaki mezarlıktı. Orada aynı
zamanda, dedem, iki büyükannem ve bir kuzenimiz de yatıyor. Mezar taşının üzerinde,
ANDERSON ismini görünce, önce irkildim, sonra buraya ait olduğumu düşündüm.
Geçmişte yasamış olduğum, bütün şehir ve kasabalar, benim eve dönüş yolumda
sadece birer durak olarak kalacaklar.
Değişim denizle çevrilmiş
küçük bir kara parçasında başladı. Ağustos’ta böğürtlenleri nerede bulacağımı
biliyorum, Eylülde acımsı tatlı olurlar. Kum yığınları ve deniz yıldızlarının olduğu
yerler. Su andaki heyecanım, yirmi yıl evvel buraya gelişlerde, babamın Buick arabasının
arka koltuğunda erkek kardeşimle, birbirimize sarılıp, artık yaklaşmakta olduğumuzu
fark ettiğimiz, zamanki heyecanın aynisi. Önce yol kenarındaki toprak, kum
haline gelmeye baslar, sonra bir iki martı havada dönmeye baslar, sonra da
Sagomore Köprüsünü görürüz, o köprü bizim cennetimize geçiştir. Köprüden geçip de
öbür tarafa varınca, camları acarız, yağmurlu bile olsa, içinde cam kokusu olan
nemli havayı koklarız. O zaman anlarız ki birazdan kasabayı geçeceğiz, çanları
her saat başı çalan kiliseyi göreceğiz, caddenin karsısındaki yerde
“coffee frappes” içeceğiz, küçük teknemizin bağlı olduğu limanı geçeceğiz ve
sonunda yazlık evimizin kapısına giden kumlu yolu bulacağız.
Bu düşüncelerde kaybolmuşken
birden karşıma çıkan köprüyü görünce şaşırdım, bu kadar çabuk mu geldim? Sanki
New Haven’ den yeni ayrılmıştım ve daha yeni öğlen oldu! Güneşli bir gün
ama ben kendimi fırtına öncesi havada daireler çizip, nereye konacağını
bilemeyen bir martı gibi şaşkın hissediyorum. Yere konmayı ve hemen yerleşmeyi
istemiyor gibiyim. Kendime belli bir zaman çizelgemin olmadığını, hatırlatıyorum.
Sonuçta yazlık evde kimse beni beklemiyor. Bunu düşünmek bile geriyor beni. Arabayı,
sahile doğru süreceğim ve buraya taşınma kararıma, biraz alışmaya çalışacağım, bunun
gerçek manasını düşüneceğim-denizin ritmine bırakacağım kendimi, beni beşikte
gibi sallasın ve sadece “var olma” duygusunu yasatsın.
En sevdiğim plajın
park yerine geldiğimde nemli kumlara basmak için hemen pabuçlarımı çıkarttım,
sanki bölgemi sahiplenmek ister gibi, kum tepesinin üzerine koştum. Hayatımda bundan
sonra ne olacağına tamamen hazırlıksız olduğum için, su anda önümde ne varsa
onunla mutlu olmaya mecburum. Bir söz vardı, sanırım Thomas Merton söylemişti:
“Nevrozdan kurtulmanın en çabuk yolu, kendini doğayla, özellikle de ağaçlarla bas
başa bırakmaktır. Bir grup ağacın önünde, ruhsal bunalımın olamaz” demişti. Ben
de buna, kum tepelerini, denizi ve mütevazi, küçük bir çam cinsi bitkiyi de
ekleyebilirim. Burada dünyanın bir ucunda denize bakarken, kendi duygularımın
ne kadar abartılmış olduğunu anladım. Bu kuvvetli ve sessiz yer, bocalama, kızgınlık
ve depresyon gibi duygulara mani oluyor ve su anda insanlarla beraber olmaktansa,
bu manzarayla baş başa olmaktan huzur duyuyorum. Sonbahar renklerindeki bu
plaja bakıyorum, solumda artık eskimiş olan beyaz deniz feneri var. Hafif hafif
kıyıya vuran su, sağımda, ayağımın altında kahverengiye dönmüş otlar. Kafamın üzerinde,
çoktan Brezilya yolunda olması gereken Monarc kelebeği dönüyor,” Belki senin de,
deniz kenarında biraz daha zaman geçirmeye ihtiyacın var” dedim, o da kanatlarını
çırptı ve omuzuma kondu. Daha sonra, tepeden indim, suyun çok durgun olduğu, ne
geldiği, ne gittiği yere doğru gittim. Sular alçalmıştı, herhalde-cezir vakti.
Deniz de benim gibi durmuştu. Cezir olayında, beni çileden çıkaran, bu hiçlikti,
rüzgâr nefes almayı bıraktığında, su durgunlaştığında, yüzmek için yeterli
derinlik olmadığında, heyecan verici bir akıntı olmadığında, hissettiğim hiçlik.
Kuzenimle ben en çok suların
yükseldiği zamanı severdik. Onların evi bataklığın kenarında, ucu denize acılan
harika bir kanalın yanındaydı. Çocukken, suyun yüksekliği müsait olunca, orada yüzerdik,
beyaz köpüklü dalgaların geldiği, okyanusun bütün enerjisiyle kabardığı
zamanlarda. Dalgakıranın sonuna kadar koşar, kendimizi soğuk tuzlu sulara atardık,
akıntı bizi eve kadar geri sürüklerdi.
Fırtınalı günlerde etrafta,
fazla tekne olmazdı, bizde mayolarımızı çıkartır, denize çıplak dalardık, suyun
hareketi ve denizin yosunu bizi sarardı. Daha soğuk bir yere geldiğimizde veya ayağımızı
kuma basıp, orada parmaklarımızı ısırmak için hazır bekleyen, yengeçlere rast
geldiğimizde, çığlıklar atar, neşelenirdik.
Cezir zamanına tahammül
etmemizin tek sebebi, bu surede deniz kabuklularını, istiridyeleri toplamak ve çamurda
oynayarak vakit geçirebilmekti. Ama yine de suların yükselme zamanı bir şey yapamıyorsak
sadece oturup denizi seyrediyorsak o zaman alçalma zamanı daha iyiydi. Bana
simdi öyle geliyor ki, cezir bir kadının ruhunu dinlendirme, uykuya yatırma zamanıdır,
bir kadın, hayati boyunca kadın olmayı öğrenir. Buna bir ara verip dinlenme
gerekir. Ben, hiç durağan olmayı düşünmemiştim, kaçış zamanlarında ve onun
beraberinde gelen her şeyde bile bir hareket vardı.
Akıntıya karşı yüzmekten
bıktım...Böyle yüzerek doğal olmayan yerlere varmaktan, bu yolun nereye çıkacağını
bilmemekten, ektiğim ekini ne zaman biçeceğimi, ne soracağımı, nasıl bulacağımı
bilememekten bıktım. Şimdi her şeyden fazla, akıntıyla sürüklenmek, tuzlu
suya karışmak istiyorum. Ama gerçekler, beni kıyıya vurmuşum gibi tutuyor. Şimdi,
yuvasında gizlenen bir yengeç veya bir istiridye gibi içine kapanıp, dalgalar üzerimden
geçerken, bir durum değerlendirmesi yapmalıyım.
Garip bir şekilde
sessiz burası. Şu üzerinde oturduğum Eylül plajı gibi, ruhum da sönük, tekdüze.
Burada sakince oturup kuşların seslerini dinlemeliyim, nefes almalıyım, bu
nemli temiz havayı içime çekmeliyim ve ne olursa olsun önüme çıkacak herşeye hazır
olmalıyım.
FOK BALIKLARININ
ÇAĞRISI
Ekim Başı
Bir şeyi yeni öğrendiğinde
veya tesadüfen bir şey yaşadığında, ruh halin değişir, hatta kalbin değişir.
Bunun için bir şeyi görmeye, duymaya zaman ayırmak gerekir. Yeni tecrübeler yaşayarak,
kendini yeni bir çevreye, yeni bir lisana açmak, kişiyi, bir halden diğerine geçirebilecek,
değiştirebilecek güce sahiptir.
Clarissa Pinkola
Estes,
Woman who run
with the wolves
Kurtlarla
Beraber Kosan Kadın
Sabah oldu, çok
erken ve karanlık. Kuşları dinliyorum genellikle ötmeye dört buçukta başlarlar.
Sessizlik var. Sadece yatağımın üzerinde, çatıdaki pencereye düşen yağmurun
sesi. Dönüp uykuya devam mı edeyim yoksa kalkayım mi? Her zamanki
ikilem.
Üç haftadır buradayım,
günler birbirini kovalıyor. Bir amaç ve rutin olmayınca, günlerin
hesabını unutuyorum. Günlerden ne olduğunu öğrenmek için bir takvim bile yok,
ben de öğrenmeyi istemiyorum zaten. Ama yine de bu konuda amatör gibi davranmayı
istemiyorum. Önsezilerim bana biraz aşağıdan almayı, değişimin ortağı olan, yas
tutmayı da yaşamayı söylüyor, ama yine de bir şeyler yapmaya başlamam
gerekiyor, bunun farkındayım.
Günlük olarak
tek vazifem postaneye gitmek ve gelmesini umut ettiğim birkaç çeki almak. Bu ay
telif haklarımı almam gerekiyor. Ufukta yeni bir proje yok, eski kitaplardan kazandığım
parayla bir süre geçineceğim. Postane müdürü olan hanımın kedisi Zipcode masasının
üzerinde yatıyordu. Bu hanım beni hem yazar olarak, hem de yazlıkçı olarak
tanıyor. Senenin bu zamanı burada olmamı çok esrarengiz buluyor ve seksi bir
roman yazdığımı zannediyor.
Şimdi burada
yatarken, yeni bir çeşit yalnızlık yaşıyorum. Ara sıra aklıma gelen zorlu gerçekleri,
ya da daha önce, başarısız kalmış girişimlerimi düşünüyorum. Gelen bazı
telefonlar, ya kocamın aile meseleleriyle ilgili bir şey hatırlatması ya da arkadaşlarımın
halimi sormak için aramaları, bazı olumsuz düşünceler uyandırıyor.
Kimseye vereceğim basmakalıp bir cevabim olmadığı için, yılıyorum.
Geride bıraktığım ailem, dostlarım benim aklimi karıştırıyor ve sabahları kalkmayı
zorlaştırıyor.
Uzun zaman önce böyle
yağmurlu günleri severdim, kalkar kendime sıcak çikolata yapar sonra tekrar yatağa
döner yorganın altında fırtınanın sesini dinlerdim. Belki bugün de ayni şeyi yapmalıyım.
Son zamanlarda tavsiyesini aldığım bayan din görevlisi, takılıp kaldığımı söylediğimde
bunu doğruladı ve bana “Çöldesin” dedi, “toprak yarılmaya başlamış
susuzluktan ama tamamen de kurumamış.” O bunları söylerken ben kendimi çorak
bir toprağın ortasında bir kütüğün üzerinde otururken hayal ettim.
Kilometrelerce kerpiç rengi sertleşmiş toprak, hiçbir kaçış yolu da görünmüyor.
“Şu anda sessizce oturup dinlemekten başka bir çaren yok, zamanla cevapları
duyacaksın.” Dedi.
Ayaklarımı
yataktan aşağıya sallandırdım ve dikkatlice kalktım. Son birkaç gündür
belim tutuldu Şaşırmadım bana bir keresinde masaj terapisti duygusal enerjimizi
belimizde depoladığımızı söylemişti. Arzularımı tatmin etmeyeli çok oldu, belki
de bu yüzden belim isyan ediyor.
Ayaklarım soğuk yere bastığında, henüz uyanmamış bir tarafım kaldıysa, o da uyandı.
Mutfağa kahve yapmaya gittim. Hay Allah, kahve kutusu bos. Kilerde ne varsa
onlarla idare ediyordum, bakkala gitmedim ev kadınlığını hatırlatacak herhangi
bir şey yapmak istemiyorum. Ama simdi kahve istiyorum ve bu saatte bulabileceğim
tek yer Larry’s PX, balıkçılar kahvesi. Senelerdir, oraya gitmek için hep bir
bahane bulmak isterdim, şimdi bir bahanem var. Kotumu ve akşamdan yatağın yanında,
yere atılmış olan eski mavi kazağımı üzerime geçirdim, anahtarları kaptım ve dışarı
çıktım.
Bezelye çorbası kıvamında
bir sis tabakası on dakikalık yolu, on beş dakikaya çıkardı. Park yeri, bir
deniz feneri gibi davet ediyordu beni, pikaplar, balıkçı aletleri ve ön
koltukta sahiplerini bekleyen sadik köpekler...
Benim içeri
girisimle bir sessizlik oldu. Fark etmemis gibi davrandım, burnuma pastırma
kokusu geliyordu. “U” seklindeki tezgâhta oturulacak tek yer uçta kalmıştı. Iri
yarı, yanık tenli, sari sakallı bir adamın yanına tabureye oturdum. Buranın
yerlilerine ait bu kahveye dalmakla, bir
tuhaf hissettim ama sabah kendime gelmem için kahvemi de içmem gerekiyordu. Ben
bu yerin basit beyaz duvarlarına, kırmızı muşamba kaplı tezgâhlarına bakarken,
garson kadın hemen kahvemi doldurdu.
Kapalı plastik kapların içi kurabiye doluydu, gazeteler bir kenarda düzgünce dizilmişti.
Bir iki dakika içinde
sohbet yine kaldığı yerden devam etti, ben de dinlemiyormuş gibi yapıp menüye
bakmaya başladım. Havadan, avladıkları balıklardan ve zehirlenen martılardan bahsediyorlardı
, o sırada biri, sözü, sahili dolduran fok balıklarına getirdi. Ben de, sözün
geri kalan kısmını dinleyebilmek için, kendime yumurta söyledim.
Burada fok balıkları
olur mu? Olamaz ama herkes sahilde sayılarının bini bulduğunu ve balıkları
yiyip bitirdiklerini anlatıyor! Tenis maçı izler gibi, kafamı balıkçıları
dinlerken bir o tarafa, bir bu tarafa çeviriyorum. Dinlediğimi anladılar. Belki
de biraz abartmaya başladılar ama bu sohbet bu kasabanın en iyi sohbeti olmalı.
Fok balığı dediğin Baja, Patagonya veya başka bir egzotik yerde olur, benim bu küçük
balıkçı kasabamda değil. Nova Scotia ya gidip gelen gri, liman fok balıklarından
bahsediyorlar. Hayran kaldım. Ama artık göç etmiyorlarmış ve kışı burada geçirecek
gibilermiş, bu da balıkçıları rahatsız ediyor. Heyecandan yanaklarım kızardı.
Sanki biri önüme parçalayıp, açmak için sabırsızlandığım bir paket bırakmış
gibi.
Yemeği içmeyi bıraktım,
çiğnerken, yutarken konuşmanın hiç bir kısmını kaçırmak istemiyordum. Denizi
fok balıklarıyla dolu ve kendimi de onlarla beraber yüzerken hayal ettim. Biraz
saçma gelecek ama çok merak ettim. Çılgın gibiyim şu anda, oraya gitmek için
bir yol bulmalıyım. Hiç vakit kaybetmeden cesaretimi topladım ve yanımdaki
adama “ beni oraya götürür müsünüz?” dedim.
Kahvesinden bir
yudum alarak “Şaka mı yapıyorsun?” dedi. Bu kadar cesur olmama kendim de şaştım
ama ona kararlı bir şekilde baktım. “Bugün mü?” dedi bana, taburesini de öbür
tarafa doğru çevirerek yanındaki adama, “doğru mu duyuyorum” gibilerden baktı.
“Ben oraya gittiğimde,
yedi-sekiz saat kalacağım” dedi. Sanki ben bunu duyunca vazgeçeceğim. “Bakalım
sular, istediğim kadar uzun sure yüksek kalacak mı?” diyerek bir de göz kırptı.
Bu son söz beni gerçekten etkiledi. Zamanı saate göre değil de, denizin dönüşümüne
göre ayarlamak! “Benim icin uygun” dedim.
Şimdi herkes, bakalım
ne yapacaklar diye bizi dinliyor.
Blöf yapıp
yapmadığımı anlamak için bana “Kendine seni sıcak tutacak kıyafetler ve de bir sandviç
hazırla" dedi. Gözümü bile kırpmadım. Bunun üzerine "Yarım saat içinde
rıhtıma gel, teknenin adı “Seal Woman”dedi. Tabağımı kenara ittim, hemen tezgâhın
üzerine bir kaç dolar bıraktım ve arabama koştum, eve rekor zamanda vardım,
derhal fıstık ezmesiyle, simitleri mutfaktan aldım, yağmurluk, havlu ve süveterimi,
bez çantama attım, ve rıhtıma döndüm. Sadece bir kaç dakikam kalmıştı.
“Zamanında
geldin” dedi; biraz şaşırarak, sanki herşey sadece bir şakaydı. “Çantanı bana
at ve tekneye bin.”
Bana yardım
etmek için elini uzatınca birden dilim tutuldu, hatta yüzüm kızardı. Dokunuşuyla,
beni şaşırtan bir elektriklenme oldu. Bana kimse dokunmayalı o kadar uzun mu olmuştu?
Maceraperestliğimin
üzeri bir bulutla gölgelenmeye başlamıştı, “Kendine gel Joan” dedim. Ne yapıyorsun
simdi? Tamamen yabancı bir adamla yola çıkıyordum. Etrafımdaki diğer
teknelere baktım, onlar da bütün bir günü denizde geçirmek için hazırlanıyorlardı.
Yanımdaki teknedeki adamın bana bakarak, gülümsediğini fark ettim. Böyle küçük
yerlerde, en ufak şeyler fark edilir, özellikle de sezon dışı zamanlarda... Şimdi
bu bir skandal olacak mı? Bu adam acaba evli mi? Eh, ben öyleyim, kendime hatırlattım.
Ama bu maceradan hoşlanıyorum. Eğlence, bu kelimeye “E” kelimesi diyoruz ve arkadaşlarımla
ben, her gün, eğlence için biraz vakit ayırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Pek
başarılı olamıyoruz. Evde herkesin ihtiyaçlarından sıra gelmiyor.
Şimdi ben bu adamı
ayartmış gibi oldum. Benim yaşımda şaşılacak bir şey. Ama neden olmasın? Hayatımda,
birini ayarttığım bundan önce, sadece bir kez olmuştu; benden yaslıydı ve New
York’tan Dallas/ Fort Worth’e uçuyorduk. Yolculuk esnasında, konuşmaya başladık.
Beni otelime bırakmayı teklif etmişti, çünkü o araba kiralıyordu ve benim
arabam yoktu. Ama Hertz masasına gelince, otelin yerine baktım ve aksi
istikametlere gittiğimizi fark ettim. Ben Dallas’a, o Fort Worth e gidiyordu, böylece
orada ayrıldık. Bir keresinde de bir uluslararası uçak yolculuğunda,
beni First Class’a aldılar, yanımda lisede gezdiğim futbolcuya benzeyen
biri oturuyordu. Atlantik’i geçerken bütün bir yol boyunca konuştuk, hatta, etrafımızdaki
insanlar rahatsız oldu. Sonra, Seville’ de kaldığımız süre içinde, beraber bir
yemek için sözleştik. Fakat onun işleri nedeniyle buluşamadık, benimle yemeğe ayıracak
zamanı olmadı.
Daldığım bu düşüncelerden,
istiridye avcısının “ o düğümü çözer misin?” demesiyle sıyrıldım. “Tabii”
dedim, memnun etmeye çalışarak. Verilen görevi yetenekli bir tayfa gibi yerine
getirdim, O da anahtarı sokup, motoru çalıştırdı. “Daha ismini bile bilmiyorum”
diyerek, elimi uzattım: “Ben Joan”
“Ben Josh,
Joshua Cahoon.” Dedi.
Başımızın üzerinde,
kanat çırpan martılar, bize eşlik ederken, rıhtımdan ayrıldık. İstiflenmiş yüklerin
üzerinde tünemiş olan iki Balıkçıl, bize ne korkarak, ne de fazla ilgilenerek bakıyordu.
Uzun bir kum yığınına doğru yol alıyorduk. Birden istediğim yerde olmanın
keyfini hissettim. Kalbim hızla çarpmaya başladı, en son ne zaman kontrolü bir başkasına
verdiğimi hatırlamıyordum. Bu bir cesaret işiydi, bilmediğim bir yere
gidiyordum, bilmediğim bir kimse beni götürüyordu.
Kanaldan çıkınca,
gaza bastı ve bana camlı bölmeye onun yanına gelip, rüzgârdan korunmam için işaret
etti. O kısım sadece bir kişilikti. Omuz omuza duruyorduk, yapılı göğsünü ve geniş
sırtını yanımda hissedebiliyordum, tekrar kalbim çarpmaya başladı. Hay Allah!
Deli miyim ben! Öyle de olsa onu çok seksi buluyordum. Senelerce, etrafımda hep
beyaz yakalılar, çizgili takım elbiseler, bağa çerçeveli gözlükler ve Wall
Street Journal olmuştu, onlardan sonra bu sert görünüşlü tip çok çekici geldi
bana.
Benim bir WASP
ismim olabilir, ama onlar gibi davranamam. Öyle bir tip ağır başlı, ince dudaklı
ve duygularını belli etmeyen biri olur. Catherine Deneuve’u bir filmde gördüğümü
ve onun gibi olmak istediğimi hatırlıyorum. Sinemadan çıkınca eve gidene kadar
onu taklit ettim, cool görünmeye, akli başında, ince, narin, mercan kırmızısı
bir gül yaprağı gibi olmaya çalıştım. Hatta onun hep filmlerinde yapmakta başarılı
olduğu gibi, kocamı bir yere gönderip, bir şey sipariş etmek istedim. Fakat olmadı,
başaramadım.
Belki de bir önceki
hayatımda barda çalışan, şehvetli bir kadındım, Akdeniz’ de bir yerde yaşıyordum
ve etrafımda denizciler vardı, bol palavra atan, marifetlerini gösteren,
esprili adamlar. Belki de bundan, burayı çok seviyorum simdi. Daha özgür ve
daha dünyevi olmam gerekiyor.
Rüzgârın ve
motorun gurultusu konuşmayı zorlaştırıyor. Dümeni tutan, büyük kuvvetli
ellerine bakıyorum, mavi gözleri kısılmış doğan güneşe bakıyor. Mütevazi bir
tekne ama sağlam. En yalın şeyler var içinde ama iş görüyor. Balıkçılar fazlalıkla
uğraşmaz. O kadar paraları yoktur. Bu beni etkilemiştir her zaman. Böyle
yoklukta da idare edebilen erkeklere bayılırım. Babamı hatırlarım, yoktan var
etmeyi bilen bir dehaydı o.
Dalgaların üzerinden
aşarak suyun üzerinde uçar gibi gidiyoruz. Bilemiyorum, gene kaçıyor muyum bir
şeylerden yoksa anlık sığınacak bir yer mi istiyorum. Ne önemi var? Bu macera büyülüyor
beni. Burada kıyıdan uzaklaşırken geriye bakmak, nasıl da görüş açımı değiştiriyor,
buna hayret ediyorum. Sanki burada sayısız geçiş noktalar var, Josh bunları çok
iyi biliyor ve hızla istediğimiz gibi ilerlemekte özgürüz. Hiçbir karışıklık
yok, bizi kontrol eden, bizi sınırlayan, hiç bir engel, herhangi bir sosyal
zorunluluk yok.
Uzakta bir ada göründü,
ten rengi bir tümsek, ortası daha koyu, bir iki dakika içinde Josh, motoru
susturdu, karniyi göstererek, “İşte” dedi, fısıldayarak. O zaman onları gördüm-
karaya vurmuş yüzlerce gri, kahverengi, bej tonlarında çilli, yumuşak yaratıklar,
yasadıkları doğayla bütünleşmişler.
Tam ben daha ne
kadar yakınlaşabiliriz, derken, küçük bıyıklarıyla, tatlı bir surat, sudan çıktı.
Josh “Bu kadar yakınlık yeter mi? Dedi.
“Merhaba” dedim.
Bana hiç gözlerini kırpıştırmadan bakan bu yüzü görünce, doğal olarak, böyle
dedim. Sudan çıktığı gibi, aniden gene suyun altına dalarak kayboldu ve elli
ayak ileride gene ortaya çıktı. Dondu, bana sanki “gelmiyor musun?” der gibi baktı.
Denizin hareketiyle, kıyıya yanaştık, koloninin içinde pek çoğu kıpırdanmaya,
kafalarını kaldırıp etrafı koklamaya ve incelemeye başladılar. Sonunda bir
erkek fok balığı döndü, kalın gövdesini esnetti ve diğerini uyandırdı. Dominolar
gibi birbiri ardınca dönmeye başladılar, ta ki kumsalı kaplayan o kadifemsi örtü
tamamen hareketlenene kadar. Tak, tak, tak, kumda ilerleyen yüzlerce yüzgecin
sesi, gök gurultusu gibiydi, tüylerim, diken diken oldu. Kıyıdan kendilerini
mavi sulara kaydırırken, biraz hantal ve ne yapacaklarından emin değillerdi ama
suya girince zarif ve kontrollü bir şekilde yüzüyorlardı. Bize doğru yüzmeye başladılar
hem tekneyi, hem de bizim niyetimizi merak ediyorlardı, suya jimnastik yapar
gibi dalıp çıkıyorlardı. Her sudan çıkışta gözlerimizin içine bakıyorlardı, bir
de boyunlarını eğip de bize takip edin der gibiydiler... Daldım gittim...
Büyüyü Joshua bozdu: “ İnme zamanı” dedi aniden.
“Ne, şaka mı yapıyorsun?”
diye bağırdım.
“Buradan yüzebilirsin,
bunlar arada sırada gelen ziyaretçilere alışıktır.”
“Sen beni burada
yalnız mi bırakacaksın? Ben senin burada istiridye toplayacağını zannetmiştim.”
“Karşı uca gideceğim,
orada düzlükler var, söylediğim gibi suların hareketi değişince gelirim.”
Hiç tartışabileceğim
bir şey yoktu. Ben bütün gün için anlaşmıştım, ne olursa kabul etmem gerekirdi.
Kotumun paçalarını çabucak sıvadım, teknenin kıyısına çıktım ve buz gibi suya atladım.
“Güzel atladın” diyerek bana çantalarımı verdi. “Yakında görüşürüz” dedi ve
tekneyi geri vitese taktı.
“Tabii” dedim, güneşin
acısından anladığım kadarıyla, saat sabah sekiz veya dokuzdu, sular halen
yüksekti. Onun dönmesi, en azından sekiz saati bulurdu. Ama zaten, benim istediğim
de buydu. Suyun alçalıp yükselmesine göre, zamanı ayarlamak ve bütün günü,
burada geçirmek.
Çantayı başımın üzerinde
tutmaya çalışarak kıyıya doğru ilerlemeye çalıştım. Neyse ki su sığdı. Hoppala;
su birden derinleşti, şimdi kasıklarıma kadar ıslandım. Lanet olsun! Biraz daha
yaklaşsa, ne olurdu sanki. Bu kot pantolonu giymekle aptallık ettim. Esnemiyor,
üstüme yapışıyor ve ağırlaşıyor. Teknede çıkarmalıydım ama bir yabancının önünde
soyunmam, doğru olmazdı.
Oh, son adımım. Kıyıya
vardım ve yere yığıldım. Biraz soluklanmam lazım. Buranın güzelliğine hayran kaldım.
Daha kötü yerlerde kaldığım olmuştu, şüphesiz. Herhalde güzel bir gün olacak.
Her neyse, artık yoluma şans eseri ne çıkarsa, sevmeyi öğreniyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder