Bazı kitaplar vardır bitmesini istemezsiniz. Bu da öyle bir kitaptan bir hikaye.
Yakında okuduğum Ann Napolitano'nun Hello Beautiful isimli eserinden William karakteri. Okuduğum kitaplardaki karakterler hakkında yazmayı seviyorum.
William bizden bir kaç yaş büyüktü, 1960 Boston doğumluydu. Varlıklı bir ailenin oğluydu, para sıkıntısı çekmemişti ama başka dertleri, derin bir hüznü vardı.
Onun doğumu ile
kendisinden iki üç yaş büyük ablası Caroline’nin ateşlenerek ölümü aynı
haftaya denk gelmiş. Hayatının ilk bir haftasını saymassak ömrü tek çocuk
olarak geçmiş. Ablasının vefatından sonra annesi derin bir depresyona girmiş,
babası akşamları içen, çocuğuyla pek alakadar olmayan biriymiş. Etrafta onunla ilgilenen amca dayı teyze hala gibi
büyüklerde olmayınca, William kendisini hep yalnız, adeta istenmeyen bir çocuk
olarak görmüş, bitmeyen, tükenmeyen hüznünün sebebi buydu aslında. Başka bir
aile olsa Allah bir tane yavrumuzu aldı ama bize bir oğul bağışlardı der, ona
gözbebekleri gibi bakardı, ne yazık ki William’ların evinde durum böyle
olmadı.
Hastalık lafı o
kadar korkutucu bir laftı ki, çocuk öksürmeye, aksırmaya, “kendimi iyi
hissetmiyorum” diyerek, nazlanmaya korkardı. Birisi “nasılsın?” diye sorsa
hemen “iyiyim” derdi, hiçbir şekilde ailesine bir sorun çıkartmayı istemiyordu.
Çocukluk yılları
ile tek hatırladığı çok hızlı boy atması ve zamanını yalnız geçirmesi idi. Bu
yalnızlık sadece basketbol oynarken bölünüyordu. Orda arkadaş vardı, orada
kendisini destekleyen hatta hayran olanlar vardı, orada şakalaşma, gülüşme,
koşma, oynama, terleme, yorulma vardı ve bütün bunlar ona çok iyi geliyordu.
Liseyi
bitirdiğinde ne yapacağı belliydi. Boston’da kalmak istemiyordu. Bir basketbol
bursu bulup, buradan gitmeli başka bir şehirde bir üniversiteye yazılmalıydı. İstediği
oldu, Nothwestern Üniversite’sine yazılınca,
Chicago’ya, o rüzgarlı şehre taşındı.
Giderken anne,
babasıyla vedalaştı bunun son veda olacağını belki bilmiyordu ama kalbinin
derinliklerinde bir yerde hissedebiliyordu.
Zaten kazanmış olduğu bursla idare edebilirdi çok da fazla bir paraya
ihtiyacı yoktu.
Annesi ne yaptı o
gidince, belki derin bir nefes aldı. Ya babası, şüphesiz bir şey olmamış gibi
akşam olunca viskisini alıp, şöminenin karşısındaki sevdiği berjer koltuğa
oturdu, purosunu yaktı, pek de bir şey düşünmedi.
Yaşadığı şehir
değişmişti ama hayatı pek de değişmemişti. Yine okul ve yine basketbol. Topu
sahada sektirirken çıkan ses onu rahatlatıyordu, hayattaki bütün hüzünler o
sesin ardında kalıyordu, saha da huzurlu, sınıfta sessiz ve düşünceliydi.
Bir kız vardı
sınıfında, bıcır bıcır her daim neşeli, her daim konuşkan, iki de bir hocaya
soru soran çalışkan kızlardan. Önce sinir oldu kızın ikide bir derste hocanın
sözünü kesip pek de anlamlı olmayan sorular sormasından.
Sonra kız bir gün
yanına geldi, “ne kadar da uzun boylusun sen öyle” dedi ona durup dururken.
İsmi Julia idi tanıştılar mecburen. Derslerde konuşur oldular. Bu kız
yanındayken ne yapayım diye düşünmeye pek gerek kalmıyordu, kız nereye gitmek
isterse oraya gidiyorlardı. Sinema tiyatro kütüphaneye gidip ders çalışma,
günler öyle geçiyordu.
Julia bir gün onu
evine davet etti. Kendi evinden çok farklıydı bu ev. Küçük ama hareketli,
telaşlı, konuşkan gürültülü. Julia dört kız kardeşin büyüğüydü. Evde de her işi
idare eden bilmiş kız havasındaydı. Annesi Rose tipik bir İtalyan anne
modeliydi, o da konuşkan güzel yemek yapan bahçede sebzesini maydonozunu, dere
otunu yetiştiren becerikli, kızların üzerinde otoritesi olan bir kadındı.
Baba Charles ise,
kendi babası gibi içkiyi seviyordu ama tatlı bir adamdı, mahallede seviliyordu.
Şiirden edebiyattan konuşurdu. Kızlarına iyi bir babaydı, Rose’un tek şikayeti
kocasının yeterince para kazanamaması iş hayatında ilerleyememesiydi.
Julia çalışkan ve
gelecekte başarılı olacağına inanmış bir öğrenciydi, o da William gibi burslu
okuyordu bu iyi üniversitede.
“William
universiteyi bitirince ne iş yapacak?” dedi Rose bir gün. Julia’nın hemen iyi bir
cevap bulması gerekiyordu. “Profesör olacak” dedi. Şöyle bir düşündü, kendisini
profesör eşi olarak hayal etti, baktı hoşuna gitti bu fikir. Yalnız Willam’a
sormamıştı ne istediğini.
William ise
universitede tarih okuyordu ama parlak bir basketbol kariyeri hayal ediyordu.
Hayat her zaman
insanın istediği gibi gitmiyor. William iyi bir oyuncuydu ama korttaki
arkadaşları kendisinden daha iyi yarı ve kalıplıydılar. Bir gün birisiyle maçta
çarpışınca yere biçimsiz bir şekilde düştü, büyük bir acıyla kıvrandı. Hemen hastaneye
kaldırıldı. Dizinden bir seri ameliyat geçirmesi gerekiyordu, değil basket
oynamak, günlerini acısız geçirmek, rahatça yürüyüp, merdiven çıkmak bile sorun
olacaktı. Basketbol kariyeri hayali böylece sona erdi.
Derslere devam
ediyor, fizik tedaviye gidiyor dizini güçlendirmeye çalışıyordu. Julia evlilik
hayalleri kuruyordu. "Mezuniyetten sonra evleniriz", dedi bir gün...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder