28 Temmuz 2015 Salı

Yine Yeni Yeniden


Ic güdülerime kulak vermeyi ve dikkate almayı  öğrendim. Endişelendiğim de hemen harekete geçiyorum, mesela ayakkabımın içine küçük bir taş kaçtığında, ayağımı acıtmaya başlamadan hemen çıkariyorum. Tavuk kemiği boğazıma kaçmadan, tedbir alıyorum, kısacası duygularıma ciddiye alıyorum ve onlardan kaçmiyorum. Bu sebeple, bu Salı sabahı erkenden bir tekneye binip denize açıldim, geceyi sahilde geçirecegim, tekrar  bulusmadan önce,  biraz yalnız kalmak istiyorum.
Süphesiz, esimin emeklilik ve tekrar birleşmek konusunda söylediklerine şaşırdım. Bu seneyi evli bir kadin olmakla, serbest olmak arasında gidip gelerek geçirdim. Şimdi, çok dikkatli olmalıyım, kendi isteklerimi arzularımı iyice gözden geçirmeden,  bir anlaşma yapmamalıyım. Hesapta olmayan, bir durumla karşılasmak istemiyorum. Benim endişelerime bu deniz kürü iyi gelecek.  Sahilin bu vahşi kisminda yirmi şort saat geçirdim.  Burada “anı” yasadim, ruhumu kuvvetli bir zırhla sardım.  Bu sene icinde kendi özerkligim icin cok ugrasmistim, bu konuda bir sey kaybetmedigimi bilerek, mutlu dönüyorum.

Tekne yavasca sallanıyor, daha zorlu tecrübelerden bana hatira kalmis olan, sağlam eski uyku tulumumu aliyorum. Bir zamanlar, Andes’ te yürüyüş yapmis, Grand Kanyonun dibine kadar inmistim. Her iki tecrube de benim azmimi ve direncimi sinamis, bana cok sey katmisti. Fakat, bu yolculuklara baskalariyla cikmistim. Bu yuzden bağimsizligimi sınama imkanim olmamisti. Bu macera o kadar dramatik değil, kac mil yürüdüğüm veya kac dağ zirvesine tirmanmis oldugum da onemli degil. Ama dogayla baş başa kalmakla ilgili, bunun benim için, gercekten  derin bir  anlami olacagina, inaniyorum.
Yirmi dakikalik yolculuk, çabuk bitti.  Tekneden inisin daha kolay olacagini dusundugumuz kucuk bir koya yanastik. Zorlukla teknenin kenarindan sahile çıkabildim, suyun icinde yurumeye çalisarak, cadirimi ve uyku tulumumu sahile goturdum. Sonra geri donup yiyecek, icecek ve diger malzemeleri tasidim.
Kaptan ayrilirken, “Yarin sabaha görüşürüz” dedi.  Ama, “Biliyorsun gece yarisi kurtarma çalışması pakete dahil degil” diyerek uyardi.  “Umarım, hava geceyi iyi geçirmene müsaade eder” dedi.  Bu biraz korkutucu oldu.  Motorun sesi uzaklaşırken, onunla beraber,  günlük hayata ait alışık olduğum en son ses de gitti.
Ayakta duruyordum , çamurlu zemine gömülüyordum. Boyle durumlarda duymaya alisik  olduğum  her zaman ki korkumu yeniden hissetmeye basladim. Ekstrem bir sey degil, yeni bir durumla ilk defa tek basima kaldigimda hissettigim inceden inceye bir heyecan. Ya da  iyi niyetli arkadaslarimin uyarilarina ragmen, inatla yoluma devam etmek istedigim zamanlarda hissettigim korku.
Yola cikmadan once, esyalarimi arabanin bagajına yerlestiriken, rastladığım bir komsu;  “Başına bir iş gelir diye korkmuyor musun?” diye sormustu.
Ben de kendimi savunmak isteyerek, cevap vermistim:
 “Umarim gelir, ben de zaten bunu istiyorum”

Arabayi kullanirken,”Bize cok dikkatli ve herzaman korumali olmayi oğreten su hayata yaziklar olsun! “ diye dusunuyordum. Ama simdi bu vahsi doga icinde yalniz, etrafi seyrederken” acaba komsum benim bilmedigim bir seyi mi biliyordu”demeye basladim.  Hem, havanin bozacağı garanti- çünku firtina mevsimi- ama daha kirk sekiz saat firtina beklenmiyor. Aslinda ben de yuzden, henuz, firtina beklenmedigi icin, bugun gelmeyi tercih ettim. Ayni zamanda, bu gece dolunay var, bu da kararimda etkili oldu.
Lastik botlarimin ucunu sahile vuran dalgalar islatiyor.  Dalgalar, bana denizin yukselecegini ve eşyalarımı derhal daha yüksek bir yere  tasimam gerektigini  soyluyor. Sahile vuran egri  bir kutuk buldum, malzemelerimi onun kenarina yigdiktan sonra, bu sessiz sakin, huzurlu yeri  incelemeye koyuldum. 360 derecelik manzarasi vardı. Şu anda, cok sakin olan denizin ritmiyle nefes aliyorum.  Sonra kalkip kendime bir kamp yeri aramaya basladim. Botlarim yumusak kumun icinde yuruyusumu zorlastiriyor. Bir kum tepesinden ötekine atlayarak ilerliyorum.  Agir cekimde gibiyim aslinda kişiliğim geregi yuksek hız severim.
Burada kamp kurmaya müsait olan çukurca bir yer ararken, gözlerimle etrafi tariyorum. Sonunda ustunde ot bitmemis bos bir alan goruyorum. Çukurda, üç tarafi korumali, etrafinda yüksekce tümsekler var. çadir kurmak icin, mukemmel bir yer.
Bir saate kalmadan, çadırımı kurdum. Panik halimin yerini sukunet aldi, endişelerim, bas ağrilarim gitti, hamlasmis kaslarim güçlendi, karma karisik dusunceler kafamdan uctu gitti. Bir kutugun uzerine oturarak suyun ve ruzgarin sesini dinleyerek sakinligin tadini cikardim.
Burada manzara gorulmeye deger;  oturduğum yerin alti teknik ressam aletleri kullanilarak çizilmis gibi tam bir daire seklinde  Bunu rüzgarin hareketiyle donen bir keskin cam parcasi yapmis. Yeni buyumekte olan otlara hayretle bakiyorum,  kumun icinde kök salıp büyümeleri çok zor olmali. Kumun altinda yayilan kismi yüzeydeki kisimdan çok daha buyuk. Firtinalara,yer degistiren kuma ve dalgalara rağmen canli kalabilmis.
Belki bu da benim icin, hatta evliliğim icin bir isarettir. Evlilğim tam bir çember cizdi. Bu bitkilere bakarken, kendi duygularimi düşünüyorum. Kendi merkezimi buluyorum. Şu anda bir tekerleğin ekseni gibi saglam ve kendinden eminim. Bir iliskim olsa da böyle, olmasa da .  Artık, kadere karsi gelmek istemiyorum, ama hayatimdaki diger faktörler örgüsünü örerken ben de aktivitenin merkezinde olmak istiyorum.
Eğer bir yerde huzurdan çok çekisme varsa, hic bir sey sabit degilse, hersey cok degişkense, butun canlilar bu degisime ve erozyona ayak uydurmak zorundaysalar; o yerde insan kuvvetli mesajlar alabilir. Burada tabiatla, kendimi cok yakin hissediyorum, cunku degisim artik benim de arkadasim oldu.
Kalkip gitmek, yurumek vuducudumu esnetmek, dalgalarin hareketiyle olusmus bu cennet koseyi kesfetmek istiyorum.  Burada gecen  zamani, bu yerin degisen ruh halini tanimaya hevesliyim.  Gezime bariyerin korudugu kisimdan basliyorum. Kiyida amaçsizca geziyorum, kumsal daralmis, acik denizin firtinali sulari sakin koya ulasiyor.  Dalgalar hemen ayak izlerimi ortuyor, bu arada deniz giderek yükselmekte. Buraya sığınma fikri giderek daha çok hosuma gidiyor, izler hemen kapandığı icin, insanin hareketleri bir sure sonra esrarengiz bir hal aliyor.


Deniz kenarinda gecirdigim bir yilin temel özelligi, kaçıp gitmek, kimseye bir aciklama yapmak zorunda olmamak ve sırlarimi koruyabilmek  oldu. Yakinda,   günlük rutinimi bir başkasina açıklamak zorunda kalacagim. Joan’a geçende, “sırlarımın olmasini özleyeceğim”demistim.

“Ama hayatinin bir kismini, kendine saklamalisin, hiç kimsenin uzerine vazife olmayan kismini. Baskalarina sırlarını açıkladığın dakika da kuvvetinin bir kismini da onlara vermis olursun” dedi.

Burada açıklıktan cok gizlilik var, bu nedenle "esrar"ın en iyi arkadasinin  "huzur" oldugunu anliyorum. Azi bilmek  ve çoğu merak etmek insani ümitlendiriyor. Ben de durmaksizin cevaplari aramaktan vazgecerek, cevaplara rastgelmeyi tercih eder oldum. Picasso, “Ben bulurum, aramam” demis.  Artik eskisi gibi bütün olasiliklari hesap etmek icin ümitsizce mucadele etmiyorum, daha çok “bekle gör” demeye eğilimliyim. Bu cok daha tatmin edici bir varolus bicimi.  Hic bir seyi ozel olarak tarif etmeye calismamak, analiz yerine tecrübe etmeyi tercih etmek.
Burada bu duyguya kapilmam sacma bir sey anma sanki biri beni takip ediyor. Her nedense bir şeyin arkamdan yaklastigini hissediyorum. Burada beni takip edebilecek sey ancak, tilki veya çakal gibi bir hayvan  olabilir, ama her ikiside insandan kaçar, pesine takilip, rahatsiz etmez. Gene de, acaip sesler ve titresimler hissediyorum. Bir kac dakika sonra anladim, hissetmis oldugum şeyi görebiliyordum; karadan degil denizden geliyordu ses ! Fok baligi surusu, kumda yattiklari yerden gecici olarak ayrilip, dalgayla sürüklenerek, gelmisler. Denizde günlük egzersizlerini yapiyorlar, ben yururken onlarda beni yuzerek takip ediyorlarmis. Benimle saklanbaç oynuyorlar, dalip çıkıyorlar. Biri bana bakinca ben de durup gözlerine baktim.
“Merhaba” diyerek gülümsedim, onlarla konusmaya çalisiyordum, çünkü sesim ilgilerini cekiyordu. “Sizinle ilk tanistigimizdan beri beni degisik seyler yapmaya sevk ettiniz...Sayenizde biraz deli oldum...” dedim.
 Dalıp, elli metre ötede tekrar yüzeye çiktilar. Bana, “Hadi, sen de gel” der gibi bakiyorlardi. Ben de bunun uzerine canlanip daha hizli yurumeye basladim. Bana gösterdikleri ilgiden gurur duyuyordum. Artik hoplaya ziplaya, onlarin ritmine uyarak, dalislarinin ahengiyle, iç güdülerine cevap vererek gidiyorum. Kelt mitolojisine göre, insanlar  fok baliklarinin derin siyah gözlerine bakip dalarsa, kendilerini cagiran bazi ruhlari gorebilirlermis. Şimdi ben de buna inanmaya başladım.
 Hic suphe yok ki; gectigimiz Ekim ayinda foklar beni etkiledi. Yaptiklari yaramazliklarla beni de oyun sever,özgür ve risk alabilen biri haline getirdiler. Hayatimdaki eksiklikleri  gormeye zorladilar. Onlar beni yeni bir yola sevk ettiler, bir degisim baslattilar. Şu an bunu farkederek duygulaniyorum. Gözyaslarim yanaklarimdan akiyor.  Bu akan gozyaslari benim  kendimi ne kadar canli hissettigime delil oluyor.



Yarimadanin ucuna yaklasiyoruz. Körfez okyanusla bulusuyor. Sular gürüldüyor. Yarımadanın burun kismina dalgalar çarpiyor. Gelen dalga kiyiyi sarsiyor.  Sular fışkırıyor.  Dalgalar çatlıyarak tekrar çarpiyor, kanallar olusturuyor. Denizin kiyiya attığı taşlar parildiyor, dalgalar tekrar gelip, bu taslarin uzerinden geciyor. Bende bu taslarin seneler icinde gecirdigi degisimi dusunuyorum; bir zamanlar parcasi olduklari, o büyük dağı hayal ediyorum, oradan yuvarlanip denize düşmüs olmalilar. Bir süre denizin dibinde kaldiktan sonra tekrar dalgalarla karaya vurmuslar. Karadan denize,  denizden karaya uzanan evrimleşme süreci.

Oturup, bir avuc kum aliyorum ve parmaklarimin arasindan akisini seyrediyorum, seyrederken gelecegimin bana sundugu sonsuz çeşitlikteki imkanlari düşünüyorum. Bir kac ay öncesine göre, inanılmaz bir ilerleme var. O zaman, evde oturmus, sıkıntıdan patlamak üzereydim, kum saatini seyrederek zaman geçiriyordum. Kum saati, hayatin geçisini temsil ediyor, zamanı ölçüyordu. Dünyadan öylesine gelip geçmiyorum artık. Bulunduğum yere kök salıyorum. Dakikalarin değerini biliyorum.  Zaman tuhaf birsey. Artik hayattan zevk almaya basladigimdan beri, hic yeterli zamanım olmuyor; ama ayni zaman icerisinde, dakikayi uzatarak bir saat haline getirmeyi, gün boyu hayatimdan aldigim tadlari uzatmayi, bir çok defa keyiflenmeyi öğrendim. Eskiden yirmi dört saatin ne kadar vaatlerle ve olasiliklarla dolu oldugunu bilmezdim.

Dalgalarin beyaz  köpükleri, korodaki  kızların firfirlarina gibi, eğlenen gürültü yapan su yuzeyinde dans eden coşkulu bir grup gibiler. Bana, benim olmaya basladigim bir kadina benziyorlar. Taslarla oynamazsam, kiyida koşmazsam, etrafimda olan her şeyi kucaklamazsam rahat edemiyorum. Eğer, okyanusa sularin yukselme vakti gelirsen, kendini buyuk bir cekim gucunun ortasinda bulursun. Bu med- cezirler sana cok sey öğretir, hayatin inişli  çıkışlı yollarinda daha kuvvetli olursun, dolup boşalmanin degerini anlarsin.


Bu aksam ki suyun hareketi sahilde bir soyut resim gibi, çesitli desenler yaratiyor. Ressamlarin onceden yapip da, sonradan bozup, uzerine tekrar baska resim cizdikleri tuallere benziyor. Suyun getirdigi midye kabuklari, taslar ve cesitli dokuntulerle suslenmis. Sahil ressamin kanvasi haline gelmis, adeta bir kolaj calismasi yapiliyor burada. Sonra boyasi kurumadan, ressam fikrini degistirip, o resmin  uzerine baska bir imaj ciziyor. Ben de seneler boyu boyle yaptim. Çercevemin icini cesitli katmanlarla doldurdum. Icinde yasadigimiz toplumun kultur ve  deger yargilarina gore, bizden istenenlerle beraber; bir annenin idealleri gibi seyler,benim karakterimi yeniden ve yeniden tasarladi. En sonunda fazlalıkları atıp, orijinal benliğime kavuşma noktasina geldim.

Joan gibi bir arkadaşım olduğu icin çok şansliyim, benim gelişimimi kenardan seyrediyor ve alkışlıyor,her ne aşamada olursam olayim o asamanin benim projem olmasi gerektigini anlamama yardim ediyor. Geleni kabul etmek ve uygun cevabi vermek , bir med cezir davranisidir. Kiyiya vuran herneyse, ele alinip, tasniflenip, korunmalidir. Yalnizlığıma son verip, yeniden cift olarak yasamayi düşündüğüme göre, farkliliklarimizi kabullenmeli ve benzerliklerimizi  kutlamaya hazir olmaliyim.Yeni benliklerimizin su yüzüne çikmasini seyretmek ve benim kiyima vuran herseyle mutlu olmayi istiyorum.

Bagimsizligini yeni kazanmis insanlarin, birbirine verebilecegi en onemli sey, kabullenmektir.  Bu gucu kazanmaliyim, yoksa hayatin inis-cikislarinin disinda kalirim.  Med- cezir kendi ritmiyle olusur,  bizim istedigimize göre degil; bu yuzden sahile gelen bizim gibi kisiler yuzme zamanini ve yuruyus zamanini kendi isteklerine gore degil, denizin kanununa gore ayarlamak zorundalar. Hayatımıza dahil olup, bizimle beraber hareket eden insanlar icinde ayni sey gecerli.

Bu guzel sicak gun bitiyor, yerini serin bir aksama birakiyor. Artik çadirima donme zamani geldi, yolda giderken sahile vurmus odunlari toplamaliyim.  Aksama ates yakacagim.  Dalgali denize arkami dönüp de, sakin ic bolgeye dogru giderken, tereddut ediyorum. Aslinda burayi birakmak istemiyorum ama bu kuvettli dalgalar gibi, kuvvetli duygularla bir insan surekli olarak  yasayamaz. Adanin ortasinda bir koridor var, orada odun bulma ihtimalim daha yüksek oldugu icin, o tarafa doğru yöneliyorum. Ağaclarin altindan geçerken, ışık ve gölge oyunlarina gözlerimin alismasi zaman aliyor; sonra  yavas yavas, yere düşmüş, kucuk çali çirpiyi ,eski tahta parcalarini, otlarin arasina saklanmis veya bej  kuma gomulmus ufak odunlari farkediyorum. Fırtınadan korunmak icin yapilmis eski bir tahta perde yikintisina rastlayinca, isim kolaylasiyor. Burada bir kac defa, atesi tutusturmak icin kullanabilecegim kadar tahta var. Agirliklari zorla tasiyarak, kamp yerimi buluyorum.  Yukumu yere birakmanin verdigi mutlulukla, oturup yorgunluk cikariyorum.  Biraz peynir, sarap ve gün batimi....

Daha cok, onceden hazirlanmis yiyecekler getirmekle akillilik ettim;  izgara tavuk, çiğ sebze ve ekmek var. Eğer, gün batimini izleme şansini kaciracaksam, yemek yapmak neye yarar?  Daha önce, gunesin batimini seyretmeye veya gecenin tadini cikarmaya zaman ayiramazdim. Güneş batarken, geride pembe mor portakla ve sarinin tonlarini  birakiyor.  Daha sonra melankolik bir koyu maviye donusuyor ve  en sonunda  daha derinleserek  alacakaranlik oluyor. Butun hersey dingin, sakin, olgun. Kendime kadeh kaldiriyorum; degisim geçiren kadina, artik mutlu olmayi beklemeyen kadina. Çünku artik beklememe gerek yok; mutluyum.


Bu arada sırt çantamı çıkarıp, fener aramaya basliyorum.  Biraz okuyacagim ve gunlugumu bulup, neler hissettigimi yazacagim. Sonra, ay isigi parlamaya basliyor ve feneri aramaktan vazgeciyorum, bu yumusak dogal ışık kadar, heyecan verici ne olabilir. Gorme hissine bagimli olmak yerine diger hislerimi kullanmaya karar veriyorum.  Joan’un dedigi gibi, “ diğer hislerinin canlı kalmasini istersen onlari kullamalisin.”
Tam  buna karar vermisken, denizden gelen dalga seslerine martilarin kanat çırpmasi karışıyor; odunun ateste çatirdayisini duymaya basliyorum.
Dizlerimi göğsüme çekip, kollarimi sariyorum, odunun keskin tatli kokusunu duyuyorum, oduna sinmis  denizin, tuzun tadi, guneste pismenin verdigi tatli aroma. Ruzgarda alevler bir o yana bir bu yana oynasiyor. Atese bakarak, hipnotize oluyorum , yanisin mucadelesi, alevlerin  canli dansi. Ates, insani kendine davet ediyor, kendini seyrettiriyor.
Ben de, yeni yasam tarzimla gelen, heyecanimin sonmesini istemiyorum. Ben bunlardan besleniyorum, atese havaya suya, topraga; bu dort elemente yakin olmaliyim. Bu sayede ruhumdaki kimiltilari  her zaman hissedebilirim.
Gece o kadar aydinlik, gokyuzu o kadar guzel ve dolu ki uyumak istemiyorum, bu suslu gokyuzunun tadini cikarmaliyim. Uyku tulumuma sarindim, yumusak kuma gomuldum, okyanusun sesi cocuguna ninni soyleyen annenin sesi  gibi.  Saatler sonra soguk bir ruzgarla uyandim. Kabugunun icine cekilen sumuklu bocek gibi, kucuk cadirimin icine kacmak zorunda kaldim.
Sabahin parlakligi beni sasirtti.  Biraz oncesine kadar ayisigi vardi, su anda saatin kac oldugundan haberim yok. Saatimi buraya getirmedim.  Kus civiltisina ve henuz dogmakta olan gunese bakilirsa, bes bucuk olmali. Cadirdan disari emekleyerek ciktim ve cabucak atesi yaktim.  Suyun kaynamasini beklerken, atese iyice yaklastim, gecenin nemiyle islanmis olan elbiselerimin kurumasini istiyordum. Fok baliklari avlanmaya baslamis, ben de sabah kahvemden harika bir yudum aliyorum.  Martilar etrafimda dolasiyor, onlara atacagim kirintilari bekliyor.

Tamamen tatmin olmus ve mutluyum, yalnizligim sakin ve huzurlu. Arkadaşımın söyledigine gore, eski Yunancada yalnız kelimesinin kökü “bütünüyle bir” manasina geliyormus.. Ben de tam olarak bunu hissediyorum, “bütün” olduğumu. Sularin çekilmesiyle koyun tam ortasinda bir adacik belirdi.  Bu goruntu sabah sukunetini tamamliyor. Bu ince serit seklindeki kum yigini, yirmi-dört saat icinde, üçüncü defadir görünüyor. Bu goruntu beni, disari çıkıp etrafi kesfe davet ediyor. Once tereddut ediyorum, cunku su çok soğuk; dusuncesi bile beni titretiyor. Ama sonra, yeniden  Najova bilgesinin sözü aklima geliyor;
“ Ilham perisi geldigi zaman dinle, yoksa o mirildar gider, sen de ne soyledigini anlamazsin, hem soylenenin tam manasini  hem de, o anda bir sey yapabilme sansini da kacirirsin.”
Kahve fincanimi kuma biraktim. Pantolonumu cikarip, sadece t short ve ic camasiriyla kaldim. Suya girdim, sığ yerleri arayarak, bir müddet sadece bileklerime kadar islanarak, suda ilerlemeyi basardim. Ama sonra gozlerim beni yaniltti ve birden kalcalarima kadar suya battim. Ziyani yok.  Cok gerekirse yuzerim. Simdi tek istedigim kisa bir muddet icin su yuzune cikmis olan adaciga cikmak. En sonunda guclukle kum yiginini üzerine cikiyorum, burasi deniz hazineleriyle dolu. Deniz yildizlari, kuma karismis, gecmisten gunumuze gelen pek cok deniz canlisinin izleriyle dolu körfezin ortasina kadar geliyorum, olasiliklari hayal ediyorum, bu anin tadini cikariyorum,  kisa sureliğine ortaya cikmis olan apayrı dünyayi yasamak istiyorum.  Burasi bana zamana bagimli olarak yasamanin nasil oldugunu anlatiyor. Boyle bir yere tam zamaninda gelmezseniz goremezsiniz.  Cunku bu kucuk adacigin ortaya cikmasiyla beraber, kaybolmaya baslamasi bir oluyor. .  Bu eski yasamlar, yeniden dogumu ve sonsuzlugu hatirlatiyor. Dolasmaya devam ediyorum, daha da ilerleyerek korfezin
Bu adacigin üzerinde ayakta dururken, ebedi hareketi anliyorum; med-ceziri, kuslarin , foklarin, baliklarin hareketini, kiyi çizgisinin degisimini, hatta kendi icimdeki  hareketi. Bana oyle geliyor ki, bitmemis kadinin once anlamasi gereken sey, kendi  hayatinin süre gitmekte olan bir proje oldugu gerçegidir. Gecilen her yolda, evrimin her asamasinda, edinilen her tecrubede, ruhun bilgelesmesi icin bir firsat vardir.
Diger uca dogru yurumek icin döndüğümde, suyun adanin yarisini kaplamış olduğunu gordum. Şimdi artik baska bir secenek kalmadi; geri donusu yuzerek yapacagim. Uzerimdeki ic camasirini ve buluzumu çıkarıp, adada bırakıyorum. Buluzun üzerinde cesur bir slogan var:  “50 YAS BOYLE GORUNUYOR “ . Suya daliyorum ve nefesimin beni goturebildigi yere kadar suzuluyorum.
Çırıpçıplak vaziyette su beni sarıyor, ben de suyu tamamen hissedebiliyorum. Sırt üstü yuzerken, kendimi tamamen akintiya birakiyorum, etrafimdan-uzerimden, gumusi renkte golyan baligi surusu akip geciyor. Vucudumu her zamanki koruyucu zırh uzerimde olmadan, hissetmek ne kadar guzel. Ellerimi vucudumun yan taraflarinda dolastiriyorum, tatli akintiyla dans ediyorum. Sanki yatağımda çarsaflarin arasindayim. Ezeli bir an, benim herseyi sinirlarin otesini asarak gormemi sagliyor. Bir an icin,fantezilere daliyorum . Akintinin degistigini hizlandigini ve beni sahilden uzaklaştırdığını farketmiyorum bile.  Farkedince, hemen kulac atmaya basliyorum, hizli yuzuyorum ama hala sakinim.  Bacaklarimin guclu hareketiyle kendime ve vucuduma olan guvenim artiyor.  Her kulaçta yeni güven kazaniyorum.

Kendini seksi  hissetmek ve duyarli olmak, belki de sadece hayata karsi olan tavrimizla ilgilidir. Bunun gizemi burada. Çoğumuz katiyiz, cozulmeyi beceremiyoruz bunun nedeni ne olabilir?  En sevdigim yazarlardan biri olan Nancy Mairs’ a gore, kadınlarin çoğu cinsel bölgelerini muhurlenmis bir zarfin icinde tasiyor. Belki bir adamin bizi açmasi gerekmiyor, bizim kendi kendimize açılmamiz ve bunun ardindan gelecek olan zevki yasamamiz gerekiyor- adamla veya yalniz olarak- Benim de, artik  bu konuda romantik duygulara güvenmemin zamani geçti. Sanki dusuncelerime vurgu yapar gibi bir dalga gelip carpiyor, ardindan digeri geliyor. Sonunda okyanus beni kaptigi gibi kiyiya yakin bir yere yuvarliyor.

Çıplaktım ama çıplaklığımin farkında olmayarak kiyiya çıktim, bu  yorucu yuzme sonrasi dinlenmeye ihtiyacim vardi. Kiyida oylece çıplak duruyor günesin vucudumu kurutmasini ve şimdiye kadar gun ışığını görmemis olan göğüslerime biraz renk vermesini bekliyordum. Kendimi Afrodit gibi hissediyorum, hayata şehvetle bağlı olması ve butun duyularından zevk alan Afrodit. Bu onun var oluşunun özünü olusturuyor. Joan;  “Ruyani yanina al, tut elinden, birakma, yüzerken onunla birlikte yüz, rüyaların da seninle beraber yüzeyde kalsin, batmasin.” diyor

Uzaktan buluzumun sürüklendigini goruyorum.  Onunla beraber, yasimin ve gecirdigim cesitli asamalarin getirdigi butun sınırlamalar da sürüklenip gitti.   Elli yaş- yüzün yarisi...kendimi yenilmez hissediyorum...yeni bir hayata hazirim.  Kampa geri dönüp, uzerime şortumu ve esofmanımın ustunu giydim. Daha önceden esyalarimi hazirlamayi akil ettiğim için sevindim.  Boylelikle sabah saatlerinde dolasmak icin vaktim kalmisti..
Birdenbire, havada karanlik bulutlar belirdi ve ruzgar daha hizli esmeye basladi, tam o sirada sanki tiyatroda sahne sirasi gelmis ve tiyoyu almis gibi, uzaktan, motor sesi duyulmaya basladi.
Esyalarimi koya surukleyerek tasidim, sonra yaklasan tekneye atladim. Şu anda, biraz deniz kizi, biraz da fok baligiyim, kendimde sonsuza kadar birseylerin degismis oldugunun farkindayim. Benim gercegim artik bu, doğaya ara sira duzenli akinlar yapmam gerekiyor. Sessizce kendime soz verdim, artik imkansiz olan hatta, tasavvur edilemez olan icin mücadele edecegim.
Fok baliklarinin yanindan gectik, bir araya toplaniyorlardi, onlara el sallayarak tesekkur ettim. Bana yardim ettikleri icin, onlar sayesinde varlığımın özünü  yeniden kazandım. Bunu devam ettirmemi basit şeyler sağlayacak. Her gun biraz yaşamaya vakit ayıracağım; guneşin doğuşunu selamlayacağım, batışıyla mest olacagim. Çıplak yüzeceğim, bazan kıyıya gelip kahve ya da şarap içeceğim, yeni fikirler üretecegim, kendime hayran olacağım, hayvanlarla konuşacağım, meditasyon   yapacağım, gulecegim, macera yasayacagim, risk alacagim.  Bundan sonra daha yumuşak olacağım sert degil, sivi olacagim, kati degil; sevecen olacagim, soguk degil.  Aramayacagim onun yerine aramadan  bulacagim. Deniz beni kucakladi, beni guclukleriyle test etti ,içimdeki endişeyi, sıkıntıyı çekip boşaltti. Taze fikirlerle içimi temizledi.  Bütün bu süreçte, ben kendi kendimi tedavi ettim.
 Bütün bu tecrübelerden sonra kocamı tekrar kucaklamak ve aramızdaki ilişkiye yeniden kurmak çok kolay olacak.

Deniz Kıyısında Bir Yıl isimli kitaptan
Çeviri Elif Mat







  

19 Temmuz 2015 Pazar

Akşama Yemeğe Misafir Var


Bir bahar sabahı erkenden, mutfakta, lavabonun önündeyim. Ellerim sabunlu suyun içinde, dün gece verdiğim ziyafetten kalma, dağ gibi bulaşığı yıkıyorum. Bu ay, pek çok defa, açık büfe gibi çok çeşitli pek çok insana, böyle yemekler verdim. Kapıma gelen bu kişiler, göldeki buzun çözülmesi gibi, çabucak, aylardan beri etrafıma çektiğim zırhı erittiler.

Önce, bu küçük rahatsız etmeler, gayet masumane başladı. Kolej yıllarından, bir oda arkadaşım ve uzak bir kuzen buralarda, bir yazlık ev bakmak için geldiklerinde; bana bir sabah ziyarete geldiler. Hemen bunun akabinde, ziyaretçi sayısı arttı, misafir ağırlamak ciddi bir iş haline geldi. Bir hafta sonu yaşlı ahbabım Joany'nin akrabaları ve çok iyi bir dostum olan Hazel’in ziyaretiyle neşelendim. Sonra bağımsız bir film ekibi için hazırladığım, sekiz günlük akşam yemeği partileri... Yalnızlığımı yaşamama fırsat kalmıyordu!

Tabakları yerleştirirken, bardakları kurularken, çatal bıçağı ayırırken, hep Joan’ la birlikte yaptığımız, küçük goblen tabloya bakıyordum. Lavabonun üzerinde, duvarda asılıydı. Onun her zaman, tavsiye etmiş olduğu gibi,  bütün bu ziyaretçi kalabalığı içinde, kendime bir yer ayırabildim mi? Merak ediyorum. Yoksa, kalabalığın istekleri ve ihtiyaçları arasında, ben kayıp mı oldum?

Beni misafirlerin gelmesi, hep telaşlandırır. Buna rağmen, Joan kuzenini ve eşini öyle güzel tarif etti ki; onları davet etme fikri, bana çok çekici geldi. Kuzeni bir psikanalistti, eşi olan hanım da din görevlisiydi. Doğuya bir konferansa katılmaya geliyorlardı. Onlara nasıl kapımı açmazdım? Zaten, artık kapımı açma zamanım gelmişti, içeri taze fikirler girmeliydi. Bir psikanaliste, ev sahibeliği yapmak fikri çok cazipti. Ona sorabileceğim, kendi ruh yapımla ilgili soruları hayal etmeye başladım.

Hanımdan en başında biraz rahatsız oldum; ta ki beni incelemesinin sebebini anlayıncaya kadar; karakterimi merak ediyordu. Çünkü Joan’un "iyi ellerde" olduğundan emin olmak istiyordu. Oysa kocası, benim zırhımı hemen soymuştu. Nazik, ilgili bir adam, ben ona soru soracağıma, O bana sorular sordu.

Akşam, hava karardıktan sonra geldiler, bütün gece, birbirimize, şarap ve peynir eşliğinde hayat hikayelerimizi anlattık. Güzel bir sohbetin, her zaman afrodizyak etkisi olduğunu hatırladım. Jung felsefesinden konuşmaya başladık. Herkesin kişiliğindeki erkek ve dişi özelliklerden, bunların dengelenmesinden, gölgemizle işbirliği yapmamızdan ve diğer bilimsel konulardan bahsettik.

“Bu yaşta, yasamın bu evresinde, gölgelerimizdeki altını keşfetmeliyiz. Yaşamındaki olumsuzluklara, kirlere bakmalısın, bunları görmezden gelme.” dedi.

Genelde cahilliğimi saklamaya çalışırım ama bu defa öyle olmadı, hemen atıldım; “Dur bir dakika! Her şeyden önce bilmemiz gereken bir şey var; “gölge” ne demek?”

“İçindeki kötülük, yani karanlık tarafın. Bir örnek vereyim: yirmi-bir yaşındaki bir hastama ilgi duyarsam, bu benim yaşımda bir adam için çok nadir rastlanan bir durum değildir. Ama bu şehvete ilişkin fantezimi gerçekleştirmek istersem, ödeyeceğim bedel, cehennem gibi ağır olur. Buna karşılık, bu duygularımı inkar etmeye çalışırsam, bu düpedüz bastırma olur. Belki, ilk başlarda, yeni evliyken küçük çocuklarımızı yetiştirme telaşındayken, böyle duygularımın üzerini örtmem gerekirdi. Ama şimdi bu yaşta, daha çok özgürlüğüm var, bu duygularımı unutmakla elime fazla bir şey geçmez, çok fazla bir kazancım olmaz. Dahası, bu duyguları yüzeye taşımak benim için, daha uygun olur, neler kaçırdığımı görmek, hayatıma, evliliğimin sınırlarını fazla zorlamadan biraz heyecan katmak benim için daha iyi olabilir.”

Yerde, bağdaş kurmuş oturuyordum, pozisyonumu değiştirdim, kendimin daha çok farkında olmaya başladım. Acaba benim eşimi bırakmış olmam, burada yalnız yaşamam ve kendimi bulmaya çalışmam hakkında ne düşünüyordu? Doğrudan kendi hayatımla ilgili bir şey sormaya cesaret edemedim ama “Benim durumum da olan biri, acaba nasıl kendi gölgesiyle birlikte çalışır?” diye sordum.

“Esasında, şu anda kendi gölgene sarılmışsın, olağanın dışına çıkarak, senelerden beri içinde tuttuğun ve serbest bırakmaya korktuğun duygularına bakarak, bunu yapıyorsun” dedi.

Şüphesiz, doğruydu söyledikleri, ama derinden çıkardıklarımın neler olduğunu ona anlatamadım, çünkü henüz bunu yapabilecek kadar, kendimi rahat hissetmiyordum. Her ne kadar samimi konuşsak da, henüz görece, yabancı sayılırdı. Kendimle ilgili bütün düşüncelerimi bir anda anlatamazdım. Öyle olduğu halde bu ikisiyle geçirdiğim, her akşam benim için çok yoğun ve canlandırıcı olmuştu.

Yine de, ev sahibinin ben olduğunun farkındaydım, her akşam konferanslarından ve yaptıkları gezilerden döndüklerinde, yemeği hazır eden bendim. Yemeği planlamak ve onlar için zahmete girmek, bu yaşadığım tecrübenin karşılığında, ödemem gereken bir bedel gibiydi. Ben öyle düşünüyordum. Günlüğüme, bu konuşmaları yazmak istiyordum. Bunca sohbetin ardından, bazı sorularıma cevap bulmuş olmalıydım. Ne yazık ki, yazmak için oturduğumda, yazacak hiç bir şeyim olmadığını hayretle fark ettim. Bir şey düşünemiyordum. Bu benim için bir şok oldu. Acaba, hakikaten, " gerçeklerden" bahsetmiş miydik? Yoksa konuşmalarımız, sadece teorik miydi? Gerçek duygular, yok muydu? Bu durumdan, hem rahatsız oldum, hem de endişelendim. Sonra, gidip Joan’la konuşmaya karar verdim. Acaba, bu kadar gayretin sonucu niye bu kadar az bir getiri olmuştu?

“Aptallık etme! Otorite sahibi insanlardan, özellikle de erkeklerden bir cevap gelmez.” dedi. Benim bu kadarcık bir şeyi, daha anlayamamış olmamdan, biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Kalbini göstererek, “Bu sadece içinden gelebilir, dışarıdan değil. Bu alış-veriş gibidir; hakkını çeke çeke, mücadele ederek alman lazım; gayret etmen lazım; aynı goblen işlemekte olduğu gibi” dedi.


Evime dönerken, yol boyunca, salakça ümitlendiğim için, kendime kızdım. Birdenbire, bütün bu çabayı boşuna yapmış olduğum için huysuzlaştım, rahatsız olmuştum. Yalnızlık, köleliği elimine eder. Bu muhakkak. Aslında, açık-kapı politikasını seviyorum, ve yeni insanlardan, yeni tecrübelerden, faydalı dersler öğrenebileceğimin, farkına varıyorum, ama kendime karşı daha nazik olmalıyım. Çarşafları ve havluları yıkayıp, misafir odasının kapısını kapatacağım; ve artık ipoteksiz olarak kendi evime sahip çıkacağım.

 Tam, evde iç çamaşırımla dolaşmaya ve eğer istemiyorsam, tuvaletin sifonun çekmemeye alıştığım bir sırada; aniden, bir arabanın, rahatsız edici şekilde evime yaklaştığını duydum. Fuel oil’i doldurmaya gelen yakıt kamyonu veya postacı olabileceğini, düşünerek, pencereye yanaştım. O anda gördüğüm, arabasının içinde, arkadaşım Hazel’in peri gibi güzel yüzü oldu. Heyecanla, telaşla hemen kapıyı açtım.

Bu beklenmedik ziyaretinin sebebini açıklarken, benim için endişelendiğini itiraf etti. “Geçen sefer konuştuğumuzda, sesin, bana biraz mutsuz geldi. Ben de Boston da teyzemi ziyaret ediyordum, oradayken, sana uğrayıp, iyi olup olmadığını gözlerimle görmek istedim,” dedi.

Onun beni düşünmesi, beni duygulandırdı. Bu geliş, onun için cesur bir davranıştı. Sekiz senelik arkadaşlığımıza rağmen, benim onu kayıtsız şartsız sevdiğime ve hiç bir zaman ziyaret isteğini, geri çevirmeyeceğime inanmıyor gibiydi. Yine de gelmişti işte. Üzerine bolca bir elbise giymişti, elleri kolları yiyecek ve hediyelerle doluydu. Kariyerinde, başarılı bir çocuk doktorundan çok, biraz yaşlanmış bir çiçek çocuğuna, benziyordu. Görünümünü, rahat pabuçlar ve anneanne gözlükleri tamamlıyordu. Her zaman, kendi masrafını kendisi yapar; fazlasıyla cömerttir. Sanırım, kişisel özelliklerinin yeterli olmadığını düşünüp, gereğinden fazla maddi harcamayla bunu kapatmaya çalışıyor. Bu kadar başarılı bir kadının, öz güveni nasıl böylesine az olabiliyor? Hayret ettim, sonra da güldüm. İkimiz de aynıydık aslında. Belki de, arkadaş olmamızın, onun ani gelişinden rahatsız olmayışımın, sebebi buydu. Hazel da benim gibi, şefkate ve onaylanmaya muhtaçtı. İkimizin de birbirimize vereceği çok şey vardı.

Akşam oturup sohbet ederken, özlemle konuşuyordu; “Seni en son arabanla, New York’ tan  ayrılırken, görmüştüm. Doğrusu, çok kıskanmıştım. Şimdi, düşündüm de, seni burada, böyle görünce hala kıskanıyorum.”

“Sen istesen de ayrılamazsın. Hem seni mutlu etmek için çabalayan kocanla hem de kariyerinle evlisin... Doktorluğu bırakamazsın.”

Bir yorum yapmadan, başını salladı. Genellikle, konuşurken, önce kendimizle ilgili bütün detayları bitirir, ondan sonra çocuk ve koca meselelerine gelirdik. Bir kaç gün kalabileceğini ümit ederek, ne kadar kalabileceğini sordum.

“Sadece bir gece, ama şirin misafir odanda bir gece kaldıktan sonra, hiç ayrılmak istemeyebilirim. Yukarıdaki loft, çocukların ağaç evi gibi.”

Yemek yaparken, biraz da içiyorduk, hafif sarhoş olmaya başlamıştık; bu akşamın, mızıldanma evresiydi. Birisiyle baş başa verip, şikâyetçi olduğum konuları anlatmanın ve dedikodu yapmanın ne kadar hoş olduğunu unutmuşum. Kendi hayatlarımızla, ortak tanıdıklarımızın hayatlarından bahsediyorduk ve kaçınılmaz olarak, mukayese ediyorduk. En çok asi arkadaşlarımızı seviyoruz, en az tolerans gösterdiklerimiz ise, risk almaktan korkanlar. Takılıp düşenleri; yanlış başlangıç yapıp da sonuçlarına katlanmak zorunda kalanları ve ne yapsalar, ne kadar çabalasalar da mükemmel sonuca erişemeyecek olanları alkışlıyoruz.

Ertesi sabah, hemen hemen aynı sohbet, kahvaltı sofrasında devam etti.  Arkadaşım Hazel, bluebery pancake yapmıştı. “Kepekli, tam buğday unundan yaptım, şişmanlatmaz” diyerek ısrar etti.

Giderken, ona bir daha ki sefere, daha uzun kalmasını söyledim. Vedalaşırken, güneş gözlüklerinin altında kısmen gizlenmiş olan gözyaşları, yanaklarından akmaya başladı. Candan bir arkadaşla gerçekleri paylaşmakta, insanı rahatlatan ve huzur veren çok şey vardır; yaptığınız her şeyi savunmak zorunda kalmıyorsunuz.


Onun bu ziyaretiyle, şu anda yaşamayı seçmiş olduğum hayat ve etrafıma çekmiş olduğum sınır onaylanmış oldu.  Ziyaretini tadında tuttu, beni daha fazla ev sahibesi olarak yormak istemedi. Bana zamanını ve dostluğunu verdi. Giderken her zamanki gibi, bir daha ki sefer, görüşünceye kadar, okunmak ve bir araya geldiğimizde tartışmak üzere,  bir dolu kitap bıraktı. Tam, tekrar yalnızlığıma dönmek üzereyken, telefon çaldı.

Arayan, en büyük yeğenimdi. “Merhaba Joan. Ben arkadaşlarımla Cape’deyim, bir  film çekiyorum, seninle konuşmam gerekiyor, gelebilir miyim?

“Tabii neden olmasın” diye cevap verdim. Biraz da endişelendim. “Gerekiyor” dediğine göre, ya para ya kalacak bir yer, ya da başka bir şey isteyecek. Esasında onun aramasını bekliyordum biraz, çünkü aileden deniz kenarında, bir film çektiğini duymuştum. Bütün aile, onun, henüz acemilik devresinde olan, film kariyerini takip ediyor. Yine de merak ettim; bunun benimle ne ilgisi olabilirdi. İnsanları ikna etmesini, çok iyi becerir. Ben de, onun doğumunda bulunmuş bir kişi olarak, onun isteklerine kolayca boy eğebilirim. Dur bakalım ne olacak...

Bir kaç saat sonra, problemiyle birlikte geldi. “Ekip için ayarladığım aşçı hanım, başka bir iş bulmuş. Acele birini bulmam lazım. Acaba sen yapmayı ister misin?” dedi.

Bana bu kadar güvendiği için, bir an için koltuklarım kabardı. Bu yağlanmadan sonra, bir adrenalin yükselmesi hissettim. Bu film işinin, romantik bir tarafı var, çok heyecanlı ve benim için adeta cennet gibi bir şey. Bu hız, bu üretim, bana enerji veriyor, beni  canlandırıyor. Gene de, benden, ışıkları tutmamı veya seti dizayn etmemi istemiyordu, bu filmde bir rol almıyordum. Sadece, aşçılık yapacaktım. İlk anda hissettiğim heyecanı bastırmaya çalışarak, detayları sordum.

“Yemek işi için, bin dolarlık bütçe ayırdım, artı aşçı için asgari ücretten ödeme yapılacak. “Aşçı” da, sen oluyorsun” dedi, afacan bir gülümsemeyle.

Yapayım mı, yapmayayım mı? Film ekibinden, iki yakışıklı genç biz konuşurken, yanımızda duruyordu, heyecanları bana da geçti. Razı olmak üzereydim, hem bu ekiple bir arada olma isteği, hem de ekstra gelir beni cezbetti.

“Senin ev bütün bir ekibi alacak kadar büyük mü?”

“Benim ev?” Nerede yemek yeneceğini düşünmemiştim.

“Bundan sonraki altı gün, burada çekiyoruz. Öğle yemeği sette yenecek. Aksam yemeğini, sen nerede hazırlarsan oraya geleceğiz.” dedi.

Bu işin lojistiğini, düşündükçe, heyecanım azaldı. Ayrıca özenle koruduğum mahremiyetim de ihlal edilmiş olacaktı. Ben sanki kabul etmişim gibi , detayları anlatmaya başladı: “Üç kişi vejetaryen, altı kişi mayonez yemiyor, biri laktozu tolere edemiyor, diğerinin de fındık fıstığa alerjisi var...Aslında çoğu sağlıklı beslenme meraklısı; meyve suyu, yoğurt ve salata istiyorlar.”

“Bir dakika” dedim. Bu kadar sınırlamadan, belirgin bir şekilde rahatsız olmuştum. “Sana yardım etmek  isterim ama benim kendi ölçülerim var. Buralar da alışılmış olan, ana menü olabilir. Balık çorbası, balık yemekleri, mısır unlu muhallebi, fasulye yemekleri gibi. Bunları yapabilirim. Diyet konusunda, aşırı duyarlılığı olanlar da, kendi başlarının çaresine bakarlar. Gösterebileceğim iyi niyetin de, bir sınırı var.” Bunları söylediğim için kendi kendime hem hayret ettim hem de söyleyebildiğim için mutlu oldum.

Bir müddet düşündü, biraz endişelendi-benim için değil- ekibini memnun edebilmek için. Zaten, başka bir şansı da yoktu, benim şartlarımı kabul etmesi gerekiyordu.

“Tamam anlaştık. Yardım ettiğin için teşekkür ederim, Joan”. Rahatlamıştı; “Markette bir hesap açtıracağım, benim ismimle beraber kendi ismini de yazarak imzala,” diyerek gitti.


Aklımdan hızla, hazırlayabileceğim menü listeleri geçiyordu. Yetersiz bütçeyle nasıl güzel görünümlü, havalı yemekler tasarlayabileceğimi düşünüyordum. İlk yemek, fasulyeli, pilavlı taco olacaktı. Kıymalı yapmayacaktım. Kendilerinin sarabileceği, çok fazla bir şey pişirmeme gerek olmayan ama bolca salata doğramayı gerektiren bir yemek. Diğer ana yemekler; pizza, vejetaryen lazanya, balık güveci olabilirdi. Markete giderken yolda bir liste yaptım; şehriye, peynir, salata malzemesi, spagetti sosu, sour cream ve meşrubat… İçecekler! Eyvah, meyve suyundan başka ne alabilirim? Belki, maden suyu ve ucuz şarap. Bir saat sonra, iki alışveriş arabasıyla kasaya geldiğimde, dört akşam yemeği ve pek çok öğle yemeğine yetecek kadar malzeme almıştım ve sadece $492.43 dolar harcamıştım.

En çılgıncası, sabahlardı, akşam yemeğinin ön hazırlıklarını yapmaktan başka; öğle yemeğinin hazırlanıp, paketlenmesi ve sete götürülmesi gerekiyordu. Yemekleri taşımak için, bir Jeep ödünç almıştım.

Bu kadar yorulmamın ödülü, film çekimini seyretmekti, her sahneyi adeta yutuyorum, iki aktörü, yönetmeni, bayan sinematografı, ses, ışık ve set tasarımcılarının mucizevi bir şekilde çalışmalarını seyrediyordum. Bazıları, bu işi, sadece kalacak bir yer, geçinebilecek az bir para ve meslek aşkı için yapıyorlardı. En çok da, ne kadar duyarlı olduklarına hayret ettim. Herkes, kendi işini yapıyor, ve bunu kendi hünerini başkalarının hünerleriyle, maharetle birleştirerek, yapıyordu. Birbirlerini hissederek, ortaya tek bir eser çıkarıyorlardı.

Peki, benim hislerim, ne alemdeydi? Gerçekten duyuyor muydum? Işığa karşı duyarlı mıydım? Renkleri ve şekilleri, fark edebiliyor muydum? Belki bir daha ki sefere, plaja gittiğimde, neler gördüğümü, neler duyduğumu, sanki bunlar ileride bir filmde kullanılıp, ölümsüzleştirilecekmiş gibi not almalıyım. Her halükarda, sekiz gün bu insanları çalışırken; yüzeyin altına, çok derine inerken görmek; maddenin özünü kavrama çabalarını izlemek, benim için çok ufuk açıcı oldu.

Bunun ötesinde, bu çalışkan emekçiler, hayallerini yaşıyorlardı, yetersiz kazançlarına ve iş onları nereye götürürse, oraya seyahat etmelerine rağmen, gelişip, büyüyorlardı. Tiyatro işini, otuz sene evvel bıraktığıma, pişman olduğumu sanmıyorum ama şu anda, bu zevki yeniden yaşamak, bana bir şey hatırlattı; hayal kurmak için hiç bir zaman geç değildir.

Mutfak tezgahını silerken, etrafı toplayıp, çöpleri çıkarırken, bu kadar sosyalleştiğim bu Nisan ayını, kazasız-belasız, nasıl atlattığıma hayret ediyordum. Belki de, bu her ziyaretle gelen yükseltiye uyum sağladığım için böyle olmuştu. Suyun yükselmesiyle, akıntıyla, birlikte hareket ettim. Git-gellere, bir alıp bir vermelere, çekişmelere müsaade ettim. Biraz ben aldım, biraz onlar aldı; biraz ben verdim biraz onlar, yeri geldiğinde teklif yaptım, yeri geldiğinde geri adım attım. Her karşılaşmanın örgüsüne kendimi dahil ettim, gereğinde içlerine girecek ve gereğinde geri çıkacak şekilde.

Aslında, herkes için, çok verici bir ev sahibesi rolü oynamaya meraklı değilim. Ama ailem, yakın dostlarım ve yaratıcı insanlar için, küçük dozlarda ve enerji seviyem, müsaade ettiği ölçüde bu işe varım.

Şu an için, kendi kendime kalmaktan, vaktimi ve evimi sadece kendime ayırmaktan dolayı mutluyum. Bu akşam, bir hazır çorba açıp, yalnız başıma yiyeceğim için seviniyorum. Kendi paramı kazanmayı, zamanımın ve kaderimin kölesi değil, efendisi olmayı öğreniyorum. Bu bir niyet meselesi, kapıyı ne zaman açacağını ve ne zaman kapatacağını bileceksin.
Deniz Kenarında Bir Yıl adlı kitaptan
Çeviri: Elif Mat

18 Temmuz 2015 Cumartesi

If



If you can keep your head when all about you
Are losing theirs and blaming it on you;
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too:
If you can wait and not be tired by waiting,
Or, being lied about, don't deal in lies,
Or being hated don't give way to hating,
And yet don't look too good, nor talk too wise;

If you can dream - and not make dreams your master;
If you can think - and not make thoughts your aim,
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same:.
If you can bear to hear the truth you've spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build'em up with worn-out tools;

If you can make one heap of all your winnings
And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings,
And never breathe a word about your loss:
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: "Hold on!"

If you can talk with crowds and keep your virtue,
Or walk with Kings - nor lose the common touch,
If neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much:
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds' worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that's in it,
And - which is more - you'll be a Man, my son!

 
Rudyard Kipling

Sen yine de gülümse...



Hayatıma girişi, dolunayda suların yükselmesi gibiydi. Sular yükseldikçe, köpüklü dalgalar sahile vurur, su damlaları yukarı sıçrar, sahilde yürüyüş yapanların ayaklarını serinletir. Bu ilk karşılaşmadan sonra yeniden buluştuk, portakal-mor renklerdeki, gün batımı eşliğinde, bir çok kadeh porto şarabıyla tatlandırdığımız bu buluşma mükemmeldi, arkadaşlık bağımız sağlamlaşmıştı, üzerime çöken sis tabakası kalkmıştı.

İlk başlarda buluşmalarımızda, biraz suskun, hatta biraz çekingendim. Eşi, meşhur bir psikanalistti hatta bir zamanlar " Time" dergisine kapak olmuştu. Bu Time kapağı çalışma odasındaki yazı masasının üzerinde asılıydı. Kendisi, “kimlik bunalımı” terimini ilk kullanan kişiydi. Meşhurlar, beni biraz rahatsız eder, kendimi yetersiz hissederim. Karşımdaki insanda, olumlu bir izlenim bırakma arzumu bastırarak, onun yerine, bütün yetersizliklerimle, sadece kendim olmaya gayret ettim. Neyse ki, Joan, bana kendisinin de mükemmel olmadığını söyledi. Her halukarda, onun arkadaşı olmak ya da olmamak seçimi bana ait değildi; Joan bana bağlanmıştı.Benim onu kabul etmem gerekiyordu.Kayaya yapışmış bir istiridye gibi. Bir fırtına gelipte, bizi ayırmazsa, birbirimize takılı kalacaktık. Ben ve genç kız kalbine sahip, yaşlı bir hanım. O da bana kalbini açtı, çünkü birbirine benzer ruh yapılarımız olduğunu düşünüyordu.

Gerçek bağlar, galiba böyle oluşuyor. Birbirine yakın iki ruh tanışıyor, iki kafa dengi kişi, minik köpek yavruları gibi, birbirini koklayarak yakınlaşıyor, hop, birden birleşme oluyor, suni kibarlıklar bir kenara bırakılıyor, birbirine dolanmış duygular yüzüstüne çıkıyor ve arkadaşlık başlıyor. Dalgakıranda karşılaşmamızın üzerinden altı hafta geçti. Arkadaşlığımızın başlangıç evresini geçtik, artık ikimizde daha samimi olmak ve daha derinde bulunan, daha kırılgan olduğumuz, konuları paylaşabilmek için gönüllüyüz.

Gecen hafta bir şaka yaptı; "Eğer,duygularımızı paylaşamıyorsak, erkek olmalıyız” dedi.  "Herkes pek ciddi, aslında hepimiz palavrayız."

Bu yeni arkadaşıma takılmak, yanıma Tinker Bell veya Cinderella’nin büyükannesinin gelmesi ve bana yardım etmekte ısrar etmesi gibi, bir şey. Böyle masal kahramanlarına bayılırım, herhangi birini alıp, özgürleştirebilecek güce sahiptirler. Bu sanki masallardaki ilham perisinin, beni öpmesi gibi bir şey. Bu kez öpen kişi, sevimli prens degil, doksan iki yaşında, zekasının pırıltılarını etrafa saçan ve benim de ucundan, o parıltılı titreşimlerden  birazını yakalamamı ümit eden, bir hanımefendi.

Pek çok öğleden sonrayı, el tipi dokuma tezgahinin başında geçirdik. Bir gün bana, ”Kendine bir yer ayır.” dedi ve bana dokuma yapmasını öğretti. Hayatımızın çeşitli evrelerini temsil eden, küçük, goblen örtüler işliyorduk. Ben, herzaman ki gibi acele ediyordum. Renkleri, temsil ettikleri manayı tam olarak özümsemeden, çok çabuk birbirine karıştırıyordum. Renkler; özerklik, girişim, çaba, gayret ve samimiyet gibi kavramları temsil ediyordu. “Bir renk, diğeriyle buluştuğunda, ifade ettigi anlamın, ne olduğunu anlamak icin, daha dikkatli bakmalısın. Bu sayede ne kadar çok konuda güçlü olduğunu, hangileriyle çalışıp hangilerine güvenebilecegini bilebilirsin.” dedi.

Onun sayesinde, her ilmeğin, bir özelliği olduğunu öğreniyordum. Buradan bir renk çıkarmanın, buraya bir tane ilave etmenin, benim kumaşımı değistireceğini anladım. Kim olduğumu gösteren o kumaşın… O, bana bu işin zevkli tarafının, süreklilik olduğunu anlattı. Bildiğim herşeyi ve bütün varoluş özelliklerimi alıp bilgelikle, günlük hayatımızın kumaşını dokumak. Dokurken, kendime bir yer ayırmayı da hatırlamalıyım. Bir kaç defa "Lütfen tatlım, kumaşı dar doku kendine de, değisimin sonucunda, yeniden oluşan benliğine de yer kalsın” demek zorunda kaldı. "Tezgahdaki yerin, üçte ikisini dokudun ama geride daha hala hayatının yarısı var."

Her kadının, bir mentoru olmalı-annesi demek istemiyorum- Onun başarılı olup olmayacağı konusunda bir çıkarı olmayan, onu risk almaya teşvik eden ve yere düştüğünde kaldıran biri. Joan beni her seferinde dürtüyor, kışkırtıyor, teşvik ediyor. Çocuğunu uyandırıp, sabah okula yollamak isteyen bir anne gibi. Sabahları erkenden, uykuyla uyanıklık, rüyayla gerçeklik arasında olduğum zamanlarda bana telefon ediyor.

Sesi, meşe şurubu gibi pürüzsüz: ”Selam canım, bugün biraz macera yasayalım mı?" diyor.

Muzurluğuna gülerek "Aklınızda ne var?” diyorum.

“Bilmem, dışarı çıkıp biraz tecrübe kazanalım.” diyor.

Bugünün gezisi, yakınlarda sahilde botların demirlediği bir koydaydı. Arabamla gidip, onu bataklık kıyısındaki, küçük evinden aldım. Kapıdaki Aziz Francis heykelini selamladım. Heykelin buradaki görevi onun bahçeye koyduğu yemliklerden beslenmeye gelen çok sayıda ve çesitlilikteki kuşları korumaktı. Kapı zili yerine metal ücgen seklinde bir kapı tokmağı vardı; metal çubuğunun üzerine yazılı talimat iliştirilmişti:  “SERTCE ÇALIN” Pek çok defa çaldıktan sonra, kapı açıldı. Üzerinde, artık üniforma olmuş, rahat ev kıyafeti vardı-dar pantolon, rahat, siyah spor pabuçlar, kocasının eski kravatlarından yaptığı ceket.

‘Merhaba”diyerek kollarını açtı ve bana sarıldı. Ben kırılgan kemiklerine zarar vermemek için, çekinerek, nazikce sarıldım. Anladı, “yapma”diyerek, bana daha sıkı sarıldı. “İçeri gel, sana okumak istediğim bir şey var.” Elimi tutarak, beni önce holden, sonra yürüyüş bandının ve  danseden Buda heykeli için yaptığı  mihrabın yanından geçirdi. Oturma odası sade, az eşya ile döşenmişti. Dalgaların, karaya attığı büyük bir tahta parcası, buranın tek süsüydü.

Ben onun ayak ucunda, bir hasır tabureye oturdum, o da çalışma masasının yanındaki döner koltuğa ilişti. Masasının etrafı, muhteşem bir karmaşa içindeydi. Tuttuğu notlar, zarif kırtasiye malzemeleri, dolmakalemler, bir de lambasının kenarina iliştirdiği yazı vardı:  “SEN YİNE DE GÜLÜMSE” . Kağıtlarını karıştırarak; “nereye koydum?” dedi, ve buldu. “Gecen gece, sana bir şiir yazdım, bakalım beğenecek misin?”

TAVSİYE

Sabırsız hanım, hemen bilmek ister,

Gece kuşuyla muhabbet etmek ister,

Sabah erken, daha kırağı saçına değmemişken...

Açık fikirli, ileri görüşlü biri, daha zihninde büyümeye çok yeri var.

Sadece ışığın gölgeleri gibi ol,

Yeni oluşuma müsaade et, yavaşca;

Yavaşca, büyü ve SABRI öğren


Oturduğum yerde biraz büzüldüm, "aceleciliğime" parmak basmıştı-cevapları hemen şimdi, bulmak ihtiyacındaydım. Hayatımı didiklememişti-kocamı geride bırakıp, buraya niye geldiğimi-ama eminim benim mücadelemi anlıyordu. Aramızdaki sessizliği bozarak, “Sabır senin kuvvetli tarafın değil, öyle değil mi canım?”dedi. “Boşuna kendini üzme, hiçbir zaman, bir yere varmıyoruz, önemli olan; daima yeni oluşumlardır, yeniden şekillenmektir.”

Gözlerim doldu. Gerçek benliğimi görüyordu.

“Bütün benliğinle uyanıyorsun, mayalanmış hamur gibi köpük köpük kabarmışsın. Harika olacak!”

Herhalde söyledikleri doğruydu. Ama geleceği düşündükce; kıpırdıyamıyordum, bu uyuşukluğu üzerimden atamıyordum.

“Önceki hayatında söylediklerinle ve yaptıklarınla, çok dikkatli davranmış olmalısın. Sanki benliğinin özünü kaşıyorsun. Burada olmana ve acele etmene şaşmıyorum.”

Sonunda birinin beni bulmuş olmasından dolayı rahatlamıştım, kızarmış yanaklarımın üzerine yaşlar akıyordu. Ben, hep kendim fazla bir ipucu vermeden, beni anlayacak, sadece yüzeysel olarak değil, derine bakmaya zahmet edecek, birini aramıştım.

Düşüncelerimi anlamış gibi; “Herkes bizim öngörülebilir ve duruma uygun davranışları olan biri olmamızı ister, sorun da burada, sonuçta hiçbir seye uyumlu olamayız!” dedi.

İkimizde gülmeye başladık, hiç bir hüzün kırıntısı kalmamıştı. Buraya geldiğimden beri, ilk defa kararımdan ötürü biri beni onaylamıştı. Ona anlatmaya basladım: “Evimi bırakmak hiç de kolay olmadı, ama önsezilerim bana seyahat etmemi ve kendimi doğaya bırakmamı söyledi.”

“Ben de kocamın hastalığı sırasında, ona daha iyi bakabilmek için, arkadaşlarımı ve Cambridge’i geride bırakarak buraya geldim. Bana hiç kimsenin karışmasını istemiyordum. Ait oldugun, alışkın olduğun ortamdayken, hiç bir zaman istediğini yapabilecek kadar, özgür olamazsın.”

Bu enteresan bir durumdu. O kocasıyla beraber kaçmıştı, ben kocamdan kaçmıştım. Keşke, benim de bu isteğime, kocam da dahil olsaydı, ama değildi. Tam moralim bozulacakken, o yine durumu kurtardı.

“Tatlım, buraya gelmen akıllı bir seçimdi. Bu durumda olan, diğer eşler gibi, yorganın altına gizlenip; ağlayıp, sızlayarak, güvencelerini kaybetmekten korkarak yaşamaktansa, bu daha iyi bir seçim… Bir çok kadın, aşkı birine bağımlı olmak sanıyor. Bazan bir kocası olması, kadın için başka şeylerden kaçmak için bir bahanedir. Bak; bir kapıyı çarptın ama, bir başkası açıldı! Insan yalnızken, kendini geliştirir. Sadece kaybolduktan sonra doğru yolu bulabilirsin.”

O anlattıkça, paniğim azalıyordu.

“Ben de hayatım boyunca kaçtım, çocukken, ağaçlık yerlere kaçardım, orada kendimi bulurdum. Sonra Avrupa’ya kaçtım, o zamanlar, yirmi bir yaşında bir kız için, duyulmamış bir şeydi bu. İsmimi değiştirdim. Kim olmak istersem, ne olmak istersem, o oldum. Sen de kendin olmalısın. Zaten, her halukarda, kendin olamamak çok tehlikelidir! Canım, değişim için, hareket gerekir. Bütün bu konuştuklarımız, harekete geçmezsek ve gerçekleştiremezsek, beş para etmez.”

“Tamam, o zaman ne bekliyoruz, hadi gidelim!"

“Zamanıdır”diyerek, paltosunu, şapkasını ve eldivenlerini alarak soğuğa çıkmaya hazırlandı. Gri bir öğleden sonraydı. Hemen arabaya atlayıp Stage Harbor’a gittik. Deniz fenerinin yanına parkettim. Arabadan fırladı. Ben kapıları kilitleyene kadar, “yakala beni, yakalayabilirsen” dercesine hızla, ıssız iskeleye doğru gitti. Issız bir yer ama otları, çalıları ve diğer bitki örtüsüyle çok canlı, yeni baslangıçların işaretleriyle dolu, güzel bir yer. Öyle ki, ziyaretciler de, kendilerini geliştirmek ve büyümek için heveslenebilirler.

Burada ruhlarımız için, bir define avında olduğumuzu düşündük. Özel bir şey aramıyorduk ama seveceğimiz, bize hitap eden, bir kabuk veya taş ya da dalgaların kıyıya attığı bir odun parçası bulmayı ümit ediyorduk. Kış fırtınaları, her yere yosunları sürüklemişti, bu da yürürken kendimizi, dev bir süngerin üzerinde yürüyor, zannetmemize neden oluyordu. Benim bakıp, bakmadığımı kontrol ederek, yerden, bir parça yosun alarak başının üzerine yerleştirdi. “Hep deniz kızı olmayı hayal etmiştim” dedi. Kendi deliliği ve yeni karmaşık, saçlarıyla eğleniyordu. “Bizi gören biri olsa, halimize ne der?” dedi.

O zaman, anladım ki, burası onun anavatanı, bu kıyılara alışık. Çok yakından tanıyor. Şu andaki, hali tavrı bana fok balıklarını hatırlattı. Başkalarının duyamadıklarını duyarlar, yerin altında ne oldugunu bilirler, vahşi doğa onlara güç verir. Joan da böyle miydi? Insanların ve hayvanların dünyalari arasında istediği gibi, geçiş yapabilen bir dişi fok balığı. Ne olursa olsun, bu antika davranışları beni çocukluğuma götürüyordu. Şimdi artık eğlence ve ışık vardı. Nerede su biter, nerede rüzgar başlar, bu önemli değildi.

Birden, on metre ileride durmuş, bir su birikintisine bakan, kızıl tilkiyi gördüm; Joani’nin koluna dokunup ,işaret ettim. Birkaç saniye içinde, tilki de bizi farketti, bir dakika süreyle göz göze bakıştık, sonra su birikintisine geri dönerek, kendi aksini seyretmeye basladı. Anlaşılan, bizim gibilerle ilgilenmiyordu. Joan tilkiye, “Aferin” dedi,  “hepimiz biraz daha düşünceye dalabiliriz.”

İçinde binlerce beyazlaşmış deniz kabuğu ve denizden birçok hatıra olan, bir çukur bulduk. Bastonuyla ittirerek, onları yerinden oynatıyordu, ne kadar karıştırabilirse o kadar iyiydi. Mutlulukla, bir kütüğün üzerine oturdum ve etrafımı incelemeye basladim. “Önsezi arayışı için ideal bir yer” dedim.

“Nedir o?” dedi, arayışını sürdürürken, beni dinliyordu.

“Bana da bir kaç sene evvel, bir Navajo bilgesi anlatmıştı. Senede bir kez, doğada ıssız bir yere gidip, yirmi-dört saat kalıyormus. Orada, doğa ona kendini sunuyor. En kalabalık zihin bile, yorucu düşüncelerden, bir saat içinde arınıyormuş ve bu sessizlikten gerçek bir dil doğuyormuş.”

Böyle bir şeye, hemen burada, şu anda katilmak ister gibi; “Bu iş için burası iyi bir yer.”dedi.

Biraz ileriye doğru giderek, uzaklaştım, kendi dünyama çekildim, kumda deniz camı bulmuştum, biraz daha aramak istiyordum. Cebimdeki küçük parçalara dokunurken bunların daha evvel bir bütünün parçaları olduklarını düşündüm. Sonra, çatlamış ve kırılmışlardı. Fakat zamanla köşeleri yuvarlaklaşmış, kendileri yeni ve tek bir parça haline gelmislerdi. Bu aslında bir kadın icin de güzel bir metafor, bir kadında çeşitli geçitlerden geçerek evrimleşir. Kişiliğinin, yumuşak ve sert taraflarını dengeler, bunu öğrendikten  sonra, hayatının anlamını kavrayarak sakinleşir.

Bugün yerde gördüğüm “quahog” cinsi istiridye kabuğu, hala öteki yarısından kopmamış, öteki yarısının bir parçasını da kısmen taşıyordu. Onu almam icin sanki beni çağırıyordu. Soylu bir havası vardı, kenarlarında, zafere özgü mor renkte bir şerit vardı. İçinde bir zamanlar yasamış olan, ıslak istiridye yi düşündüm. Kabuğu, ailesini bir arada tutmak icin senelerini geçirmis bir kadına benziyordu. Aile gidince, o da dağılıyordu. Diğer yarısına daha fazla yapışmak istemeyen bir istiridye gibi. Uzun süren evliliklerde de, karı koca bir süre sonra, kendi hayatlarında daha önce yaşayamadıkları şeyleri yaşamak için, yeni yollar ararlar.

Burnuma kötü bir koku çarptı, bu kokuyu takip ederek, kuruyan kumla birlikte canlığını kaybetmekte olan, “toenail” cinsi bir midye topluluğunu buldum. Birbirlerine yapışmışlardı. Böyle, hepsi birarada, birbirine yapışmış halde iken, adeta çürüyorlardı. Oysa,bu kadar birbirine yapışmayıp, kendilerini serbest bıraksalar daha iyi olacaktı. Ben geçmiste, artık her ikimiz için de, sağlıksız bir hale geldikten sonra, acaba kaç kişiye böyle asılmıştım veya bana asılmalarına, bırakmamalarına müsaade etmistim? Bugün hissettigim özgürlüğün, bir kısmı bırakabilmiş, olmamdan kaynaklanıyor.

Biraz sonra Joan yanıma geldi. Sormadan, elimi tuttu. Birlikte  denizi seyretmeye başladık. Deniz, bütün açıklığıyla önümüzdeydi. Gerçek birer insan olmak icin, birbirimize yardım ediyoruz. Onun, özgürlüğü tadabilmek ve macera yaşayabilmek icin, arkadaşlığa ihtiyaç duyması beni de etkiliyor, ayni idealleri takip etmeye sürüklüyor. Bu define avlarına çıktığımız zamanlarda, çok nadir olarak, gerçekten önemli olan meseleler hakkında, bazi ipuçları elde edebiliyoruz. Daha çok, yeni bir duruş ediniyoruz. Benim kazancım, yeniden kanalize edilmis enerjim ve geri gelen espri anlayışım oluyor. Gerek beynimin, gerek bedenimin geliştiğini anlıyorum.


Daha sonra, eve döndük. Sahile vurmus iki kişi, deniz kürüyle sağlığına kavuşmuş olarak geldiğimizden çok daha dinç olarak geri dönüyorduk.
"Deniz Kenarında Bir Yıl" isimli kitaptan
Çeviri Elif Mat



12 Temmuz 2015 Pazar

The Night of Power/ Kadir Gecesi








  1. Undoubtedly, We sent it down in the blessed and valuable night.
  2. And what you know, what the blessed night is?

  3. The blessed and valuable Night is better than a thousand months.

  4. Therein descend angels and Jibril (the Spirit) by the command of their Lord for every affair.

  5. That is all peace till the rising of the dawn.
 
Surah al qadr
 
 Say:
======================================
(O Allaah, You are forgiving and You love forgiveness, so forgive me


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1 . Doğrusu Biz, onu Kadr gecesinde indirdik
2 . Kadr gecesinin ne olduğunu bilir misin sen?
3 . Kadr gecesi; bin aydan daha hayırlıdır
4 . Melekler ve Rûh, o gece Rablarının izniyle her iş için iner de iner
5 . O, tanyeri ağarıncaya kadar bir selâmettir



 Allaahumma innaka 'afuwwun tuhibb al-'afwa fa'affu 'anni

(



3 Temmuz 2015 Cuma

The Impulse by Robert Frost





    It was too lonely for her there,
    And too wild,
    And since there were but two of them,
    And no child,
     
    And work was little in the house,
    She was free,
    And followed where he furrowed field,
    Or felled tree.
     
    She rested on a log and tossed
    The fresh chips,
    With a song only to herself
    On her lips.
     
    And once she went to break a bough
    Of black alder.
    She strayed so far she scarcely heard
    When he called her...
     
    And didn't answer...didn't speak...
    Or return.
    She stood, and then she ran and hid
    In the fern.
     
    He never found her, though he looked
    Everywhere,
    And he asked at her mother's house
    Was she there....
     


    The Impulse by Robert Frost