19 Temmuz 2015 Pazar

Akşama Yemeğe Misafir Var


Bir bahar sabahı erkenden, mutfakta, lavabonun önündeyim. Ellerim sabunlu suyun içinde, dün gece verdiğim ziyafetten kalma, dağ gibi bulaşığı yıkıyorum. Bu ay, pek çok defa, açık büfe gibi çok çeşitli pek çok insana, böyle yemekler verdim. Kapıma gelen bu kişiler, göldeki buzun çözülmesi gibi, çabucak, aylardan beri etrafıma çektiğim zırhı erittiler.

Önce, bu küçük rahatsız etmeler, gayet masumane başladı. Kolej yıllarından, bir oda arkadaşım ve uzak bir kuzen buralarda, bir yazlık ev bakmak için geldiklerinde; bana bir sabah ziyarete geldiler. Hemen bunun akabinde, ziyaretçi sayısı arttı, misafir ağırlamak ciddi bir iş haline geldi. Bir hafta sonu yaşlı ahbabım Joany'nin akrabaları ve çok iyi bir dostum olan Hazel’in ziyaretiyle neşelendim. Sonra bağımsız bir film ekibi için hazırladığım, sekiz günlük akşam yemeği partileri... Yalnızlığımı yaşamama fırsat kalmıyordu!

Tabakları yerleştirirken, bardakları kurularken, çatal bıçağı ayırırken, hep Joan’ la birlikte yaptığımız, küçük goblen tabloya bakıyordum. Lavabonun üzerinde, duvarda asılıydı. Onun her zaman, tavsiye etmiş olduğu gibi,  bütün bu ziyaretçi kalabalığı içinde, kendime bir yer ayırabildim mi? Merak ediyorum. Yoksa, kalabalığın istekleri ve ihtiyaçları arasında, ben kayıp mı oldum?

Beni misafirlerin gelmesi, hep telaşlandırır. Buna rağmen, Joan kuzenini ve eşini öyle güzel tarif etti ki; onları davet etme fikri, bana çok çekici geldi. Kuzeni bir psikanalistti, eşi olan hanım da din görevlisiydi. Doğuya bir konferansa katılmaya geliyorlardı. Onlara nasıl kapımı açmazdım? Zaten, artık kapımı açma zamanım gelmişti, içeri taze fikirler girmeliydi. Bir psikanaliste, ev sahibeliği yapmak fikri çok cazipti. Ona sorabileceğim, kendi ruh yapımla ilgili soruları hayal etmeye başladım.

Hanımdan en başında biraz rahatsız oldum; ta ki beni incelemesinin sebebini anlayıncaya kadar; karakterimi merak ediyordu. Çünkü Joan’un "iyi ellerde" olduğundan emin olmak istiyordu. Oysa kocası, benim zırhımı hemen soymuştu. Nazik, ilgili bir adam, ben ona soru soracağıma, O bana sorular sordu.

Akşam, hava karardıktan sonra geldiler, bütün gece, birbirimize, şarap ve peynir eşliğinde hayat hikayelerimizi anlattık. Güzel bir sohbetin, her zaman afrodizyak etkisi olduğunu hatırladım. Jung felsefesinden konuşmaya başladık. Herkesin kişiliğindeki erkek ve dişi özelliklerden, bunların dengelenmesinden, gölgemizle işbirliği yapmamızdan ve diğer bilimsel konulardan bahsettik.

“Bu yaşta, yasamın bu evresinde, gölgelerimizdeki altını keşfetmeliyiz. Yaşamındaki olumsuzluklara, kirlere bakmalısın, bunları görmezden gelme.” dedi.

Genelde cahilliğimi saklamaya çalışırım ama bu defa öyle olmadı, hemen atıldım; “Dur bir dakika! Her şeyden önce bilmemiz gereken bir şey var; “gölge” ne demek?”

“İçindeki kötülük, yani karanlık tarafın. Bir örnek vereyim: yirmi-bir yaşındaki bir hastama ilgi duyarsam, bu benim yaşımda bir adam için çok nadir rastlanan bir durum değildir. Ama bu şehvete ilişkin fantezimi gerçekleştirmek istersem, ödeyeceğim bedel, cehennem gibi ağır olur. Buna karşılık, bu duygularımı inkar etmeye çalışırsam, bu düpedüz bastırma olur. Belki, ilk başlarda, yeni evliyken küçük çocuklarımızı yetiştirme telaşındayken, böyle duygularımın üzerini örtmem gerekirdi. Ama şimdi bu yaşta, daha çok özgürlüğüm var, bu duygularımı unutmakla elime fazla bir şey geçmez, çok fazla bir kazancım olmaz. Dahası, bu duyguları yüzeye taşımak benim için, daha uygun olur, neler kaçırdığımı görmek, hayatıma, evliliğimin sınırlarını fazla zorlamadan biraz heyecan katmak benim için daha iyi olabilir.”

Yerde, bağdaş kurmuş oturuyordum, pozisyonumu değiştirdim, kendimin daha çok farkında olmaya başladım. Acaba benim eşimi bırakmış olmam, burada yalnız yaşamam ve kendimi bulmaya çalışmam hakkında ne düşünüyordu? Doğrudan kendi hayatımla ilgili bir şey sormaya cesaret edemedim ama “Benim durumum da olan biri, acaba nasıl kendi gölgesiyle birlikte çalışır?” diye sordum.

“Esasında, şu anda kendi gölgene sarılmışsın, olağanın dışına çıkarak, senelerden beri içinde tuttuğun ve serbest bırakmaya korktuğun duygularına bakarak, bunu yapıyorsun” dedi.

Şüphesiz, doğruydu söyledikleri, ama derinden çıkardıklarımın neler olduğunu ona anlatamadım, çünkü henüz bunu yapabilecek kadar, kendimi rahat hissetmiyordum. Her ne kadar samimi konuşsak da, henüz görece, yabancı sayılırdı. Kendimle ilgili bütün düşüncelerimi bir anda anlatamazdım. Öyle olduğu halde bu ikisiyle geçirdiğim, her akşam benim için çok yoğun ve canlandırıcı olmuştu.

Yine de, ev sahibinin ben olduğunun farkındaydım, her akşam konferanslarından ve yaptıkları gezilerden döndüklerinde, yemeği hazır eden bendim. Yemeği planlamak ve onlar için zahmete girmek, bu yaşadığım tecrübenin karşılığında, ödemem gereken bir bedel gibiydi. Ben öyle düşünüyordum. Günlüğüme, bu konuşmaları yazmak istiyordum. Bunca sohbetin ardından, bazı sorularıma cevap bulmuş olmalıydım. Ne yazık ki, yazmak için oturduğumda, yazacak hiç bir şeyim olmadığını hayretle fark ettim. Bir şey düşünemiyordum. Bu benim için bir şok oldu. Acaba, hakikaten, " gerçeklerden" bahsetmiş miydik? Yoksa konuşmalarımız, sadece teorik miydi? Gerçek duygular, yok muydu? Bu durumdan, hem rahatsız oldum, hem de endişelendim. Sonra, gidip Joan’la konuşmaya karar verdim. Acaba, bu kadar gayretin sonucu niye bu kadar az bir getiri olmuştu?

“Aptallık etme! Otorite sahibi insanlardan, özellikle de erkeklerden bir cevap gelmez.” dedi. Benim bu kadarcık bir şeyi, daha anlayamamış olmamdan, biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Kalbini göstererek, “Bu sadece içinden gelebilir, dışarıdan değil. Bu alış-veriş gibidir; hakkını çeke çeke, mücadele ederek alman lazım; gayret etmen lazım; aynı goblen işlemekte olduğu gibi” dedi.


Evime dönerken, yol boyunca, salakça ümitlendiğim için, kendime kızdım. Birdenbire, bütün bu çabayı boşuna yapmış olduğum için huysuzlaştım, rahatsız olmuştum. Yalnızlık, köleliği elimine eder. Bu muhakkak. Aslında, açık-kapı politikasını seviyorum, ve yeni insanlardan, yeni tecrübelerden, faydalı dersler öğrenebileceğimin, farkına varıyorum, ama kendime karşı daha nazik olmalıyım. Çarşafları ve havluları yıkayıp, misafir odasının kapısını kapatacağım; ve artık ipoteksiz olarak kendi evime sahip çıkacağım.

 Tam, evde iç çamaşırımla dolaşmaya ve eğer istemiyorsam, tuvaletin sifonun çekmemeye alıştığım bir sırada; aniden, bir arabanın, rahatsız edici şekilde evime yaklaştığını duydum. Fuel oil’i doldurmaya gelen yakıt kamyonu veya postacı olabileceğini, düşünerek, pencereye yanaştım. O anda gördüğüm, arabasının içinde, arkadaşım Hazel’in peri gibi güzel yüzü oldu. Heyecanla, telaşla hemen kapıyı açtım.

Bu beklenmedik ziyaretinin sebebini açıklarken, benim için endişelendiğini itiraf etti. “Geçen sefer konuştuğumuzda, sesin, bana biraz mutsuz geldi. Ben de Boston da teyzemi ziyaret ediyordum, oradayken, sana uğrayıp, iyi olup olmadığını gözlerimle görmek istedim,” dedi.

Onun beni düşünmesi, beni duygulandırdı. Bu geliş, onun için cesur bir davranıştı. Sekiz senelik arkadaşlığımıza rağmen, benim onu kayıtsız şartsız sevdiğime ve hiç bir zaman ziyaret isteğini, geri çevirmeyeceğime inanmıyor gibiydi. Yine de gelmişti işte. Üzerine bolca bir elbise giymişti, elleri kolları yiyecek ve hediyelerle doluydu. Kariyerinde, başarılı bir çocuk doktorundan çok, biraz yaşlanmış bir çiçek çocuğuna, benziyordu. Görünümünü, rahat pabuçlar ve anneanne gözlükleri tamamlıyordu. Her zaman, kendi masrafını kendisi yapar; fazlasıyla cömerttir. Sanırım, kişisel özelliklerinin yeterli olmadığını düşünüp, gereğinden fazla maddi harcamayla bunu kapatmaya çalışıyor. Bu kadar başarılı bir kadının, öz güveni nasıl böylesine az olabiliyor? Hayret ettim, sonra da güldüm. İkimiz de aynıydık aslında. Belki de, arkadaş olmamızın, onun ani gelişinden rahatsız olmayışımın, sebebi buydu. Hazel da benim gibi, şefkate ve onaylanmaya muhtaçtı. İkimizin de birbirimize vereceği çok şey vardı.

Akşam oturup sohbet ederken, özlemle konuşuyordu; “Seni en son arabanla, New York’ tan  ayrılırken, görmüştüm. Doğrusu, çok kıskanmıştım. Şimdi, düşündüm de, seni burada, böyle görünce hala kıskanıyorum.”

“Sen istesen de ayrılamazsın. Hem seni mutlu etmek için çabalayan kocanla hem de kariyerinle evlisin... Doktorluğu bırakamazsın.”

Bir yorum yapmadan, başını salladı. Genellikle, konuşurken, önce kendimizle ilgili bütün detayları bitirir, ondan sonra çocuk ve koca meselelerine gelirdik. Bir kaç gün kalabileceğini ümit ederek, ne kadar kalabileceğini sordum.

“Sadece bir gece, ama şirin misafir odanda bir gece kaldıktan sonra, hiç ayrılmak istemeyebilirim. Yukarıdaki loft, çocukların ağaç evi gibi.”

Yemek yaparken, biraz da içiyorduk, hafif sarhoş olmaya başlamıştık; bu akşamın, mızıldanma evresiydi. Birisiyle baş başa verip, şikâyetçi olduğum konuları anlatmanın ve dedikodu yapmanın ne kadar hoş olduğunu unutmuşum. Kendi hayatlarımızla, ortak tanıdıklarımızın hayatlarından bahsediyorduk ve kaçınılmaz olarak, mukayese ediyorduk. En çok asi arkadaşlarımızı seviyoruz, en az tolerans gösterdiklerimiz ise, risk almaktan korkanlar. Takılıp düşenleri; yanlış başlangıç yapıp da sonuçlarına katlanmak zorunda kalanları ve ne yapsalar, ne kadar çabalasalar da mükemmel sonuca erişemeyecek olanları alkışlıyoruz.

Ertesi sabah, hemen hemen aynı sohbet, kahvaltı sofrasında devam etti.  Arkadaşım Hazel, bluebery pancake yapmıştı. “Kepekli, tam buğday unundan yaptım, şişmanlatmaz” diyerek ısrar etti.

Giderken, ona bir daha ki sefere, daha uzun kalmasını söyledim. Vedalaşırken, güneş gözlüklerinin altında kısmen gizlenmiş olan gözyaşları, yanaklarından akmaya başladı. Candan bir arkadaşla gerçekleri paylaşmakta, insanı rahatlatan ve huzur veren çok şey vardır; yaptığınız her şeyi savunmak zorunda kalmıyorsunuz.


Onun bu ziyaretiyle, şu anda yaşamayı seçmiş olduğum hayat ve etrafıma çekmiş olduğum sınır onaylanmış oldu.  Ziyaretini tadında tuttu, beni daha fazla ev sahibesi olarak yormak istemedi. Bana zamanını ve dostluğunu verdi. Giderken her zamanki gibi, bir daha ki sefer, görüşünceye kadar, okunmak ve bir araya geldiğimizde tartışmak üzere,  bir dolu kitap bıraktı. Tam, tekrar yalnızlığıma dönmek üzereyken, telefon çaldı.

Arayan, en büyük yeğenimdi. “Merhaba Joan. Ben arkadaşlarımla Cape’deyim, bir  film çekiyorum, seninle konuşmam gerekiyor, gelebilir miyim?

“Tabii neden olmasın” diye cevap verdim. Biraz da endişelendim. “Gerekiyor” dediğine göre, ya para ya kalacak bir yer, ya da başka bir şey isteyecek. Esasında onun aramasını bekliyordum biraz, çünkü aileden deniz kenarında, bir film çektiğini duymuştum. Bütün aile, onun, henüz acemilik devresinde olan, film kariyerini takip ediyor. Yine de merak ettim; bunun benimle ne ilgisi olabilirdi. İnsanları ikna etmesini, çok iyi becerir. Ben de, onun doğumunda bulunmuş bir kişi olarak, onun isteklerine kolayca boy eğebilirim. Dur bakalım ne olacak...

Bir kaç saat sonra, problemiyle birlikte geldi. “Ekip için ayarladığım aşçı hanım, başka bir iş bulmuş. Acele birini bulmam lazım. Acaba sen yapmayı ister misin?” dedi.

Bana bu kadar güvendiği için, bir an için koltuklarım kabardı. Bu yağlanmadan sonra, bir adrenalin yükselmesi hissettim. Bu film işinin, romantik bir tarafı var, çok heyecanlı ve benim için adeta cennet gibi bir şey. Bu hız, bu üretim, bana enerji veriyor, beni  canlandırıyor. Gene de, benden, ışıkları tutmamı veya seti dizayn etmemi istemiyordu, bu filmde bir rol almıyordum. Sadece, aşçılık yapacaktım. İlk anda hissettiğim heyecanı bastırmaya çalışarak, detayları sordum.

“Yemek işi için, bin dolarlık bütçe ayırdım, artı aşçı için asgari ücretten ödeme yapılacak. “Aşçı” da, sen oluyorsun” dedi, afacan bir gülümsemeyle.

Yapayım mı, yapmayayım mı? Film ekibinden, iki yakışıklı genç biz konuşurken, yanımızda duruyordu, heyecanları bana da geçti. Razı olmak üzereydim, hem bu ekiple bir arada olma isteği, hem de ekstra gelir beni cezbetti.

“Senin ev bütün bir ekibi alacak kadar büyük mü?”

“Benim ev?” Nerede yemek yeneceğini düşünmemiştim.

“Bundan sonraki altı gün, burada çekiyoruz. Öğle yemeği sette yenecek. Aksam yemeğini, sen nerede hazırlarsan oraya geleceğiz.” dedi.

Bu işin lojistiğini, düşündükçe, heyecanım azaldı. Ayrıca özenle koruduğum mahremiyetim de ihlal edilmiş olacaktı. Ben sanki kabul etmişim gibi , detayları anlatmaya başladı: “Üç kişi vejetaryen, altı kişi mayonez yemiyor, biri laktozu tolere edemiyor, diğerinin de fındık fıstığa alerjisi var...Aslında çoğu sağlıklı beslenme meraklısı; meyve suyu, yoğurt ve salata istiyorlar.”

“Bir dakika” dedim. Bu kadar sınırlamadan, belirgin bir şekilde rahatsız olmuştum. “Sana yardım etmek  isterim ama benim kendi ölçülerim var. Buralar da alışılmış olan, ana menü olabilir. Balık çorbası, balık yemekleri, mısır unlu muhallebi, fasulye yemekleri gibi. Bunları yapabilirim. Diyet konusunda, aşırı duyarlılığı olanlar da, kendi başlarının çaresine bakarlar. Gösterebileceğim iyi niyetin de, bir sınırı var.” Bunları söylediğim için kendi kendime hem hayret ettim hem de söyleyebildiğim için mutlu oldum.

Bir müddet düşündü, biraz endişelendi-benim için değil- ekibini memnun edebilmek için. Zaten, başka bir şansı da yoktu, benim şartlarımı kabul etmesi gerekiyordu.

“Tamam anlaştık. Yardım ettiğin için teşekkür ederim, Joan”. Rahatlamıştı; “Markette bir hesap açtıracağım, benim ismimle beraber kendi ismini de yazarak imzala,” diyerek gitti.


Aklımdan hızla, hazırlayabileceğim menü listeleri geçiyordu. Yetersiz bütçeyle nasıl güzel görünümlü, havalı yemekler tasarlayabileceğimi düşünüyordum. İlk yemek, fasulyeli, pilavlı taco olacaktı. Kıymalı yapmayacaktım. Kendilerinin sarabileceği, çok fazla bir şey pişirmeme gerek olmayan ama bolca salata doğramayı gerektiren bir yemek. Diğer ana yemekler; pizza, vejetaryen lazanya, balık güveci olabilirdi. Markete giderken yolda bir liste yaptım; şehriye, peynir, salata malzemesi, spagetti sosu, sour cream ve meşrubat… İçecekler! Eyvah, meyve suyundan başka ne alabilirim? Belki, maden suyu ve ucuz şarap. Bir saat sonra, iki alışveriş arabasıyla kasaya geldiğimde, dört akşam yemeği ve pek çok öğle yemeğine yetecek kadar malzeme almıştım ve sadece $492.43 dolar harcamıştım.

En çılgıncası, sabahlardı, akşam yemeğinin ön hazırlıklarını yapmaktan başka; öğle yemeğinin hazırlanıp, paketlenmesi ve sete götürülmesi gerekiyordu. Yemekleri taşımak için, bir Jeep ödünç almıştım.

Bu kadar yorulmamın ödülü, film çekimini seyretmekti, her sahneyi adeta yutuyorum, iki aktörü, yönetmeni, bayan sinematografı, ses, ışık ve set tasarımcılarının mucizevi bir şekilde çalışmalarını seyrediyordum. Bazıları, bu işi, sadece kalacak bir yer, geçinebilecek az bir para ve meslek aşkı için yapıyorlardı. En çok da, ne kadar duyarlı olduklarına hayret ettim. Herkes, kendi işini yapıyor, ve bunu kendi hünerini başkalarının hünerleriyle, maharetle birleştirerek, yapıyordu. Birbirlerini hissederek, ortaya tek bir eser çıkarıyorlardı.

Peki, benim hislerim, ne alemdeydi? Gerçekten duyuyor muydum? Işığa karşı duyarlı mıydım? Renkleri ve şekilleri, fark edebiliyor muydum? Belki bir daha ki sefere, plaja gittiğimde, neler gördüğümü, neler duyduğumu, sanki bunlar ileride bir filmde kullanılıp, ölümsüzleştirilecekmiş gibi not almalıyım. Her halükarda, sekiz gün bu insanları çalışırken; yüzeyin altına, çok derine inerken görmek; maddenin özünü kavrama çabalarını izlemek, benim için çok ufuk açıcı oldu.

Bunun ötesinde, bu çalışkan emekçiler, hayallerini yaşıyorlardı, yetersiz kazançlarına ve iş onları nereye götürürse, oraya seyahat etmelerine rağmen, gelişip, büyüyorlardı. Tiyatro işini, otuz sene evvel bıraktığıma, pişman olduğumu sanmıyorum ama şu anda, bu zevki yeniden yaşamak, bana bir şey hatırlattı; hayal kurmak için hiç bir zaman geç değildir.

Mutfak tezgahını silerken, etrafı toplayıp, çöpleri çıkarırken, bu kadar sosyalleştiğim bu Nisan ayını, kazasız-belasız, nasıl atlattığıma hayret ediyordum. Belki de, bu her ziyaretle gelen yükseltiye uyum sağladığım için böyle olmuştu. Suyun yükselmesiyle, akıntıyla, birlikte hareket ettim. Git-gellere, bir alıp bir vermelere, çekişmelere müsaade ettim. Biraz ben aldım, biraz onlar aldı; biraz ben verdim biraz onlar, yeri geldiğinde teklif yaptım, yeri geldiğinde geri adım attım. Her karşılaşmanın örgüsüne kendimi dahil ettim, gereğinde içlerine girecek ve gereğinde geri çıkacak şekilde.

Aslında, herkes için, çok verici bir ev sahibesi rolü oynamaya meraklı değilim. Ama ailem, yakın dostlarım ve yaratıcı insanlar için, küçük dozlarda ve enerji seviyem, müsaade ettiği ölçüde bu işe varım.

Şu an için, kendi kendime kalmaktan, vaktimi ve evimi sadece kendime ayırmaktan dolayı mutluyum. Bu akşam, bir hazır çorba açıp, yalnız başıma yiyeceğim için seviniyorum. Kendi paramı kazanmayı, zamanımın ve kaderimin kölesi değil, efendisi olmayı öğreniyorum. Bu bir niyet meselesi, kapıyı ne zaman açacağını ve ne zaman kapatacağını bileceksin.
Deniz Kenarında Bir Yıl adlı kitaptan
Çeviri: Elif Mat

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder