Bir bahar sabahı erkenden, mutfakta, lavabonun
önündeyim. Ellerim sabunlu suyun içinde, dün gece verdiğim ziyafetten kalma, dağ
gibi bulaşığı yıkıyorum. Bu ay, pek çok defa, açık büfe gibi çok çeşitli
pek çok insana, böyle yemekler verdim. Kapıma gelen bu kişiler, göldeki buzun çözülmesi
gibi, çabucak, aylardan beri etrafıma çektiğim zırhı erittiler.
Önce, bu küçük rahatsız etmeler, gayet
masumane başladı. Kolej yıllarından, bir oda arkadaşım ve uzak bir kuzen
buralarda, bir yazlık ev bakmak için geldiklerinde; bana bir sabah ziyarete
geldiler. Hemen bunun akabinde, ziyaretçi sayısı arttı, misafir ağırlamak ciddi
bir iş haline geldi. Bir hafta sonu yaşlı ahbabım Joany'nin akrabaları ve çok iyi bir dostum
olan Hazel’in ziyaretiyle neşelendim. Sonra bağımsız bir film ekibi için hazırladığım, sekiz günlük
akşam yemeği partileri... Yalnızlığımı yaşamama fırsat kalmıyordu!
Tabakları yerleştirirken, bardakları
kurularken, çatal bıçağı ayırırken, hep Joan’ la birlikte yaptığımız, küçük
goblen tabloya bakıyordum. Lavabonun üzerinde, duvarda asılıydı. Onun her zaman,
tavsiye etmiş olduğu gibi, bütün bu
ziyaretçi kalabalığı içinde, kendime bir yer ayırabildim mi? Merak ediyorum. Yoksa,
kalabalığın istekleri ve ihtiyaçları arasında, ben kayıp mı oldum?
Beni misafirlerin gelmesi, hep telaşlandırır.
Buna rağmen, Joan kuzenini ve eşini öyle güzel tarif etti ki; onları davet etme
fikri, bana çok çekici geldi. Kuzeni bir psikanalistti, eşi olan hanım da
din görevlisiydi. Doğuya bir konferansa katılmaya geliyorlardı. Onlara nasıl
kapımı açmazdım? Zaten, artık kapımı açma zamanım gelmişti, içeri taze fikirler
girmeliydi. Bir psikanaliste, ev sahibeliği yapmak fikri çok cazipti. Ona
sorabileceğim, kendi ruh yapımla ilgili soruları hayal etmeye başladım.
Hanımdan en başında biraz rahatsız oldum; ta
ki beni incelemesinin sebebini anlayıncaya kadar; karakterimi merak ediyordu.
Çünkü Joan’un "iyi ellerde" olduğundan emin olmak istiyordu. Oysa kocası, benim
zırhımı hemen soymuştu. Nazik, ilgili bir adam, ben ona soru soracağıma, O bana
sorular sordu.
Akşam, hava karardıktan sonra geldiler, bütün
gece, birbirimize, şarap ve peynir eşliğinde hayat hikayelerimizi anlattık. Güzel
bir sohbetin, her zaman afrodizyak etkisi olduğunu hatırladım. Jung
felsefesinden konuşmaya başladık. Herkesin kişiliğindeki erkek ve dişi
özelliklerden, bunların dengelenmesinden, gölgemizle işbirliği yapmamızdan ve
diğer bilimsel konulardan bahsettik.
“Bu yaşta, yasamın bu evresinde, gölgelerimizdeki
altını keşfetmeliyiz. Yaşamındaki olumsuzluklara, kirlere bakmalısın, bunları
görmezden gelme.” dedi.
Genelde cahilliğimi saklamaya çalışırım ama
bu defa öyle olmadı, hemen atıldım; “Dur bir dakika! Her şeyden önce bilmemiz
gereken bir şey var; “gölge” ne demek?”
“İçindeki kötülük, yani karanlık tarafın.
Bir örnek vereyim: yirmi-bir yaşındaki bir hastama ilgi duyarsam, bu benim yaşımda
bir adam için çok nadir rastlanan bir durum değildir. Ama bu şehvete ilişkin fantezimi
gerçekleştirmek istersem, ödeyeceğim bedel, cehennem gibi ağır olur. Buna karşılık,
bu duygularımı inkar etmeye çalışırsam, bu düpedüz bastırma olur. Belki, ilk başlarda,
yeni evliyken küçük çocuklarımızı yetiştirme telaşındayken, böyle duygularımın
üzerini örtmem gerekirdi. Ama şimdi bu yaşta, daha çok özgürlüğüm var, bu
duygularımı unutmakla elime fazla bir şey geçmez, çok fazla bir kazancım olmaz.
Dahası, bu duyguları yüzeye taşımak benim için, daha uygun olur, neler kaçırdığımı
görmek, hayatıma, evliliğimin sınırlarını fazla zorlamadan biraz heyecan katmak
benim için daha iyi olabilir.”
Yerde, bağdaş kurmuş oturuyordum, pozisyonumu değiştirdim, kendimin daha çok farkında olmaya
başladım. Acaba benim eşimi bırakmış olmam, burada yalnız yaşamam ve kendimi
bulmaya çalışmam hakkında ne düşünüyordu? Doğrudan kendi hayatımla ilgili bir şey
sormaya cesaret edemedim ama “Benim durumum da olan biri, acaba nasıl kendi
gölgesiyle birlikte çalışır?” diye sordum.
“Esasında, şu anda kendi gölgene sarılmışsın,
olağanın dışına çıkarak, senelerden beri içinde tuttuğun ve serbest bırakmaya
korktuğun duygularına bakarak, bunu yapıyorsun” dedi.
Şüphesiz, doğruydu söyledikleri, ama
derinden çıkardıklarımın neler olduğunu ona anlatamadım, çünkü henüz bunu yapabilecek
kadar, kendimi rahat hissetmiyordum. Her ne kadar samimi konuşsak da, henüz görece,
yabancı sayılırdı. Kendimle ilgili bütün düşüncelerimi bir anda anlatamazdım.
Öyle olduğu halde bu ikisiyle geçirdiğim, her akşam benim için çok yoğun ve canlandırıcı
olmuştu.
Yine de, ev sahibinin ben olduğunun
farkındaydım, her akşam konferanslarından ve yaptıkları gezilerden döndüklerinde,
yemeği hazır eden bendim. Yemeği planlamak ve onlar için zahmete girmek, bu yaşadığım
tecrübenin karşılığında, ödemem gereken bir bedel gibiydi. Ben öyle düşünüyordum.
Günlüğüme, bu konuşmaları yazmak istiyordum. Bunca sohbetin ardından, bazı
sorularıma cevap bulmuş olmalıydım. Ne yazık ki, yazmak için oturduğumda,
yazacak hiç bir şeyim olmadığını hayretle fark ettim. Bir şey düşünemiyordum. Bu
benim için bir şok oldu. Acaba, hakikaten, " gerçeklerden" bahsetmiş miydik? Yoksa konuşmalarımız,
sadece teorik miydi? Gerçek duygular, yok muydu? Bu durumdan, hem rahatsız
oldum, hem de endişelendim. Sonra, gidip Joan’la konuşmaya karar verdim. Acaba,
bu kadar gayretin sonucu niye bu kadar az bir getiri olmuştu?
“Aptallık etme! Otorite sahibi insanlardan,
özellikle de erkeklerden bir cevap gelmez.” dedi. Benim bu kadarcık bir şeyi,
daha anlayamamış olmamdan, biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Kalbini göstererek,
“Bu sadece içinden gelebilir, dışarıdan değil. Bu alış-veriş gibidir; hakkını çeke
çeke, mücadele ederek alman lazım; gayret etmen lazım; aynı goblen işlemekte
olduğu gibi” dedi.
Evime dönerken, yol boyunca, salakça ümitlendiğim için, kendime kızdım. Birdenbire, bütün bu çabayı boşuna yapmış olduğum için huysuzlaştım, rahatsız olmuştum. Yalnızlık, köleliği elimine eder. Bu muhakkak. Aslında, açık-kapı politikasını seviyorum, ve yeni insanlardan, yeni tecrübelerden, faydalı dersler öğrenebileceğimin, farkına varıyorum, ama kendime karşı daha nazik olmalıyım. Çarşafları ve havluları yıkayıp, misafir odasının kapısını kapatacağım; ve artık ipoteksiz olarak kendi evime sahip çıkacağım.
Tam,
evde iç çamaşırımla dolaşmaya ve eğer istemiyorsam, tuvaletin sifonun çekmemeye
alıştığım bir sırada; aniden, bir arabanın, rahatsız edici şekilde evime
yaklaştığını duydum. Fuel oil’i doldurmaya gelen yakıt kamyonu veya postacı
olabileceğini, düşünerek, pencereye yanaştım. O anda gördüğüm, arabasının içinde,
arkadaşım Hazel’in peri gibi güzel yüzü oldu. Heyecanla, telaşla hemen kapıyı
açtım.
Bu beklenmedik ziyaretinin sebebini açıklarken,
benim için endişelendiğini itiraf etti. “Geçen sefer konuştuğumuzda, sesin, bana
biraz mutsuz geldi. Ben de Boston da teyzemi ziyaret ediyordum, oradayken, sana
uğrayıp, iyi olup olmadığını gözlerimle görmek istedim,” dedi.
Onun beni düşünmesi, beni duygulandırdı. Bu
geliş, onun için cesur bir davranıştı. Sekiz senelik arkadaşlığımıza rağmen,
benim onu kayıtsız şartsız sevdiğime ve hiç bir zaman ziyaret isteğini, geri
çevirmeyeceğime inanmıyor gibiydi. Yine de gelmişti işte. Üzerine bolca bir
elbise giymişti, elleri kolları yiyecek ve hediyelerle doluydu. Kariyerinde,
başarılı bir çocuk doktorundan çok, biraz yaşlanmış bir çiçek çocuğuna,
benziyordu. Görünümünü, rahat pabuçlar ve anneanne gözlükleri tamamlıyordu.
Her zaman, kendi masrafını kendisi yapar; fazlasıyla cömerttir. Sanırım, kişisel
özelliklerinin yeterli olmadığını düşünüp, gereğinden fazla maddi harcamayla
bunu kapatmaya çalışıyor. Bu kadar başarılı bir kadının, öz güveni nasıl böylesine
az olabiliyor? Hayret ettim, sonra da güldüm. İkimiz de aynıydık aslında. Belki
de, arkadaş olmamızın, onun ani gelişinden rahatsız olmayışımın, sebebi buydu.
Hazel da benim gibi, şefkate ve onaylanmaya muhtaçtı. İkimizin de birbirimize
vereceği çok şey vardı.
Akşam oturup sohbet ederken, özlemle konuşuyordu;
“Seni en son arabanla, New York’ tan
ayrılırken, görmüştüm. Doğrusu, çok kıskanmıştım. Şimdi, düşündüm de,
seni burada, böyle görünce hala kıskanıyorum.”
“Sen istesen de ayrılamazsın. Hem seni
mutlu etmek için çabalayan kocanla hem de kariyerinle evlisin... Doktorluğu
bırakamazsın.”
Bir yorum yapmadan, başını salladı. Genellikle,
konuşurken, önce kendimizle ilgili bütün detayları bitirir, ondan sonra çocuk
ve koca meselelerine gelirdik. Bir kaç gün kalabileceğini ümit ederek, ne kadar
kalabileceğini sordum.
“Sadece bir gece, ama şirin misafir odanda
bir gece kaldıktan sonra, hiç ayrılmak istemeyebilirim. Yukarıdaki loft, çocukların
ağaç evi gibi.”
Yemek yaparken, biraz da içiyorduk, hafif
sarhoş olmaya başlamıştık; bu akşamın, mızıldanma evresiydi. Birisiyle baş başa
verip, şikâyetçi olduğum konuları anlatmanın ve dedikodu yapmanın ne kadar hoş
olduğunu unutmuşum. Kendi hayatlarımızla, ortak tanıdıklarımızın hayatlarından
bahsediyorduk ve kaçınılmaz olarak, mukayese ediyorduk. En çok asi arkadaşlarımızı
seviyoruz, en az tolerans gösterdiklerimiz ise, risk almaktan korkanlar. Takılıp
düşenleri; yanlış başlangıç yapıp da sonuçlarına katlanmak zorunda kalanları ve
ne yapsalar, ne kadar çabalasalar da mükemmel sonuca erişemeyecek olanları alkışlıyoruz.
Ertesi sabah, hemen hemen aynı sohbet, kahvaltı
sofrasında devam etti. Arkadaşım Hazel, bluebery pancake yapmıştı. “Kepekli, tam buğday
unundan yaptım, şişmanlatmaz” diyerek ısrar etti.
Giderken, ona bir daha ki sefere, daha uzun
kalmasını söyledim. Vedalaşırken, güneş gözlüklerinin altında kısmen gizlenmiş
olan gözyaşları, yanaklarından akmaya başladı. Candan bir arkadaşla gerçekleri
paylaşmakta, insanı rahatlatan ve huzur veren çok şey vardır; yaptığınız
her şeyi savunmak zorunda kalmıyorsunuz.
Deniz Kenarında Bir Yıl adlı kitaptan
Çeviri: Elif Mat
Onun bu ziyaretiyle, şu anda yaşamayı
seçmiş olduğum hayat ve etrafıma çekmiş olduğum sınır onaylanmış oldu. Ziyaretini tadında tuttu, beni daha fazla ev
sahibesi olarak yormak istemedi. Bana zamanını ve dostluğunu verdi. Giderken
her zamanki gibi, bir daha ki sefer, görüşünceye kadar, okunmak ve bir araya
geldiğimizde tartışmak üzere, bir dolu
kitap bıraktı. Tam, tekrar yalnızlığıma dönmek üzereyken, telefon çaldı.
Arayan, en büyük yeğenimdi. “Merhaba Joan.
Ben arkadaşlarımla Cape’deyim, bir film
çekiyorum, seninle konuşmam gerekiyor, gelebilir miyim?
“Tabii neden olmasın” diye cevap verdim.
Biraz da endişelendim. “Gerekiyor” dediğine göre, ya para ya kalacak bir yer, ya
da başka bir şey isteyecek. Esasında onun aramasını bekliyordum biraz, çünkü aileden
deniz kenarında, bir film çektiğini duymuştum. Bütün aile, onun, henüz acemilik
devresinde olan, film kariyerini takip ediyor. Yine de merak ettim; bunun
benimle ne ilgisi olabilirdi. İnsanları ikna etmesini, çok iyi becerir. Ben de,
onun doğumunda bulunmuş bir kişi olarak, onun isteklerine kolayca boy eğebilirim.
Dur bakalım ne olacak...
Bir kaç saat sonra, problemiyle birlikte
geldi. “Ekip için ayarladığım aşçı hanım, başka bir iş bulmuş. Acele birini
bulmam lazım. Acaba sen yapmayı ister misin?” dedi.
Bana bu kadar güvendiği için, bir an için
koltuklarım kabardı. Bu yağlanmadan sonra, bir adrenalin yükselmesi hissettim.
Bu film işinin, romantik bir tarafı var, çok heyecanlı ve benim için adeta
cennet gibi bir şey. Bu hız, bu üretim, bana enerji veriyor, beni canlandırıyor. Gene de, benden, ışıkları
tutmamı veya seti dizayn etmemi istemiyordu, bu filmde bir rol almıyordum.
Sadece, aşçılık yapacaktım. İlk anda hissettiğim heyecanı bastırmaya çalışarak,
detayları sordum.
“Yemek işi için, bin dolarlık bütçe ayırdım,
artı aşçı için asgari ücretten ödeme yapılacak. “Aşçı” da, sen oluyorsun” dedi,
afacan bir gülümsemeyle.
Yapayım mı, yapmayayım mı? Film ekibinden,
iki yakışıklı genç biz konuşurken, yanımızda duruyordu, heyecanları bana da
geçti. Razı olmak üzereydim, hem bu ekiple bir arada olma isteği, hem de ekstra
gelir beni cezbetti.
“Senin ev bütün bir ekibi alacak kadar büyük
mü?”
“Benim ev?” Nerede yemek yeneceğini düşünmemiştim.
“Bundan sonraki altı gün, burada çekiyoruz.
Öğle yemeği sette yenecek. Aksam yemeğini, sen nerede hazırlarsan oraya geleceğiz.” dedi.
Bu işin lojistiğini, düşündükçe, heyecanım
azaldı. Ayrıca özenle koruduğum mahremiyetim de ihlal edilmiş olacaktı. Ben
sanki kabul etmişim gibi , detayları anlatmaya başladı: “Üç kişi vejetaryen,
altı kişi mayonez yemiyor, biri laktozu tolere edemiyor, diğerinin de fındık fıstığa
alerjisi var...Aslında çoğu sağlıklı beslenme meraklısı; meyve suyu, yoğurt ve
salata istiyorlar.”
“Bir dakika” dedim. Bu kadar sınırlamadan,
belirgin bir şekilde rahatsız olmuştum. “Sana yardım etmek isterim ama benim kendi ölçülerim var. Buralar
da alışılmış olan, ana menü olabilir. Balık çorbası, balık yemekleri, mısır unlu
muhallebi, fasulye yemekleri gibi. Bunları yapabilirim. Diyet konusunda, aşırı
duyarlılığı olanlar da, kendi başlarının çaresine bakarlar. Gösterebileceğim
iyi niyetin de, bir sınırı var.” Bunları söylediğim için kendi kendime hem
hayret ettim hem de söyleyebildiğim için mutlu oldum.
Bir müddet düşündü, biraz endişelendi-benim
için değil- ekibini memnun edebilmek için. Zaten, başka bir şansı da yoktu, benim
şartlarımı kabul etmesi gerekiyordu.
“Tamam anlaştık. Yardım ettiğin için teşekkür
ederim, Joan”. Rahatlamıştı; “Markette bir hesap açtıracağım, benim ismimle
beraber kendi ismini de yazarak imzala,” diyerek gitti.
Aklımdan hızla, hazırlayabileceğim menü
listeleri geçiyordu. Yetersiz bütçeyle nasıl güzel görünümlü, havalı yemekler
tasarlayabileceğimi düşünüyordum. İlk yemek, fasulyeli, pilavlı taco olacaktı.
Kıymalı yapmayacaktım. Kendilerinin sarabileceği, çok fazla bir şey pişirmeme
gerek olmayan ama bolca salata doğramayı gerektiren bir yemek. Diğer ana
yemekler; pizza, vejetaryen lazanya, balık güveci olabilirdi. Markete giderken
yolda bir liste yaptım; şehriye, peynir, salata malzemesi, spagetti sosu, sour
cream ve meşrubat… İçecekler! Eyvah, meyve suyundan başka ne alabilirim? Belki,
maden suyu ve ucuz şarap. Bir saat sonra, iki alışveriş arabasıyla kasaya geldiğimde,
dört akşam yemeği ve pek çok öğle yemeğine yetecek kadar malzeme almıştım ve
sadece $492.43 dolar harcamıştım.
En çılgıncası, sabahlardı, akşam yemeğinin
ön hazırlıklarını yapmaktan başka; öğle yemeğinin hazırlanıp, paketlenmesi ve
sete götürülmesi gerekiyordu. Yemekleri taşımak için, bir Jeep ödünç almıştım.
Bu kadar yorulmamın ödülü, film çekimini seyretmekti,
her sahneyi adeta yutuyorum, iki aktörü, yönetmeni, bayan sinematografı, ses, ışık
ve set tasarımcılarının mucizevi bir şekilde çalışmalarını seyrediyordum. Bazıları,
bu işi, sadece kalacak bir yer, geçinebilecek az bir para ve meslek aşkı için
yapıyorlardı. En çok da, ne kadar duyarlı olduklarına hayret ettim. Herkes,
kendi işini yapıyor, ve bunu kendi hünerini başkalarının hünerleriyle, maharetle
birleştirerek, yapıyordu. Birbirlerini hissederek, ortaya tek bir eser çıkarıyorlardı.
Peki, benim hislerim, ne alemdeydi?
Gerçekten duyuyor muydum? Işığa karşı duyarlı mıydım? Renkleri ve şekilleri,
fark edebiliyor muydum? Belki bir daha ki sefere, plaja gittiğimde, neler gördüğümü, neler duyduğumu, sanki bunlar ileride bir filmde kullanılıp, ölümsüzleştirilecekmiş
gibi not almalıyım. Her halükarda, sekiz gün bu insanları çalışırken; yüzeyin
altına, çok derine inerken görmek; maddenin özünü kavrama çabalarını izlemek,
benim için çok ufuk açıcı oldu.
Bunun ötesinde, bu çalışkan emekçiler,
hayallerini yaşıyorlardı, yetersiz kazançlarına ve iş onları nereye götürürse,
oraya seyahat etmelerine rağmen, gelişip, büyüyorlardı. Tiyatro işini, otuz
sene evvel bıraktığıma, pişman olduğumu sanmıyorum ama şu anda, bu zevki
yeniden yaşamak, bana bir şey hatırlattı; hayal kurmak için hiç bir zaman geç
değildir.
Mutfak tezgahını silerken, etrafı toplayıp,
çöpleri çıkarırken, bu kadar sosyalleştiğim bu Nisan ayını, kazasız-belasız,
nasıl atlattığıma hayret ediyordum. Belki de, bu her ziyaretle gelen yükseltiye
uyum sağladığım için böyle olmuştu. Suyun yükselmesiyle, akıntıyla, birlikte
hareket ettim. Git-gellere, bir alıp bir vermelere, çekişmelere müsaade ettim.
Biraz ben aldım, biraz onlar aldı; biraz ben verdim biraz onlar, yeri geldiğinde
teklif yaptım, yeri geldiğinde geri adım attım. Her karşılaşmanın örgüsüne kendimi
dahil ettim, gereğinde içlerine girecek ve gereğinde geri çıkacak şekilde.
Aslında, herkes için, çok verici bir ev
sahibesi rolü oynamaya meraklı değilim. Ama ailem, yakın dostlarım ve yaratıcı insanlar
için, küçük dozlarda ve enerji seviyem, müsaade ettiği ölçüde bu işe varım.
Şu an için, kendi kendime kalmaktan, vaktimi
ve evimi sadece kendime ayırmaktan dolayı mutluyum. Bu akşam, bir hazır çorba açıp,
yalnız başıma yiyeceğim için seviniyorum. Kendi paramı kazanmayı, zamanımın ve
kaderimin kölesi değil, efendisi olmayı öğreniyorum. Bu bir niyet meselesi, kapıyı
ne zaman açacağını ve ne zaman kapatacağını bileceksin.
Çeviri: Elif Mat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder