Kanto
28
Bölücüler
Kuranın Yunancaya tercümesi 850-870
Latinceye tercümesi 1143
Peter
atin[edit]
Robertus Ketenensis produced the first Latin translation of the Qurʻan in 1143.[1] His version was entitled Lex Mahomet pseudoprophete ("The law of Mahomet the false prophet"). The translation was made at the behest of Peter the Venerable, abbot of Cluny, and currently exists in the Bibliothèque de l'Arsenal in Paris. According to modern scholars[citation needed], the translation tended to "exaggerate harmless text to give it a nasty or licentious sting" and preferred improbable and unpleasant meanings over likely and decent ones. Ketenensis' work was republished in 1543 in three editions by Theodore Bibliander at Basel along with Cluni corpus and other Christian propaganda. All editions contained a preface by Martin Luther. Many later European "translations" of the Qurʻan merely translated Ketenensis' Latin version into their own language, as opposed to translating the Qurʻan directly from Arabic. As a result, early European translations of the Qurʻan were erroneous and distorted.[1]
Bu çukurda gördüğüm kanı ve yaraları kim anlatabilir?
Kafiyesiz, ölçüsüz düzyazıyla olsa bile anlatması zordur.
Akıl, havsala almaz; dil yetersiz kalır bu görüntü karşısında.
Hiçbir savaş meydanı böylesini görmemiştir.
Şaşmaz Livy’nin anlattığı uzun savaşlarda bile
Dokuzuncu çukurda gördüğüm yaralar gibisi yoktur.
Muhammed, çenesinden taa aşağıya kadar, boydan boya ikiye bölünmüş;
İç organları dışarıya dökülmüştü.
Ben ona dikkatle bakarken, O da bana baktı ellerini açıp,
“Gördün mü, bak, kendimi nasıl da ikiye ayırdım?
Yanımda ağlayan, başı yarık olan Ali’dir.
Halkayı döndüğümüzde, yaralarımız kapanır,
Arkamda bekleyen şeytanlar, yeniden yaralar bizi. Ama siz kimsiniz?
Niye oradan bize bakıyorsunuz?
Kendi çukurunuza geç gitmek için, vakit kazanmaya mı çalışıyorsunuz?” dedi.
Virgil cevap verdi:
“Bu adam daha ölmemiştir, suç işlediği için de burada değildir.
Ama görmek, öğrenmek için gelmiştir.
Ben ölüyüm ve onu bütün halkalarda gezdiriyorum. Doğrusu bu”
Bu sözleri duyan belki yüz tane ruh durup, bana baktılar hayretle.
Muhammed, “O zaman sen, dünyaya dönecek olan Fra Dolcino’ya söyle,
Eğer kısa zamanda yanıma kavuşmak istemezse, yiyecek stoklasın.
Kar yağdığında o mahsur kalacak, Navarese
kazanacak zaferi.
Fra Dolcino aç kalmasa, Navarase için bu zafer kolay olmaz.” dedi.
Bunu gitmek üzere bir ayağını yerden kaldırarak söylemişti.
Sözleri bitince ayağını yere bastı ve yoluna devam etti.
Kaşı gözü yarılmış burnu ve bir kulağı kesilmiş bir başkası yanımıza
yanaştı:
“Günahından dolayı burada olmayan adam
Sanırım İtalyan’sın, seni evvelce görmüştüm;
Yukarı döndüğünde Pier da Medicina’ yı hatırla.
Guido ve Angelo’ya söyle,
Onlar gemilerinden atılıp boğulacaklar. La Cattolica yakınlarında
Tiran onları taş bağlayıp atacak.
Kıbrıs ve Majorca arasındaki sularda Neptün böyle bir vahşet görmemiştir.
Yanımdaki de o kıyıları hiç görmemeyi dilerdi.” Dedi.
“Bu haberleri yukarı götürmemi istiyorsan, o kim anlatır mısın bana?” dedim ona.
Yanındakinin ağzını açtı, gösterdi;
“Bu artık konuşamaz, Sezar’ı Rubicon’u geçmeye ikna
eden,
‘Bir adam hazırsa, yapacağı işi geciktirmek, ona zarardan başka bir şey getirmez’ diyen adam bu”
Onu bu halde görmek beni ne kadar üzdü;
Curio’ydu bu, dili ikiye yarılmış olan...
Eskiden ne kadar cesaretle konuşurdu!
O sırada bir başkası geçti yanımızdan,
İki eli de kesilmişti, elsiz kollarını yukarı kaldırarak:
“Beni de hatırla; İsmim Mosca, Toskana’ya kötülük tohumu atan
bendim” dedi.
Ben de “Çok kişinin ölümüne neden oldun” dedim.
Bu zaten acılı olan adamı daha da hüzne boğdu. Delirmiş gibiydi.
O sırada diğerleri arasında kellesini eline almış, yürümekte olan bir adam gördüm.
Başını fener gibi taşıyordu elinde. O baş bize
baktı: “Ah” dedi,
Birken iki, ikiyken birdi; Kendi kendisini fener yapmıştı
Nasıl olurdu böyle bir şey? Hükmü veren bilir ancak.
Köprünün altına vardığında eliyle başını bize doğru kaldırdı, daha iyi
duyalım diye,
“Şimdi gördün bu cezaları, halen nefes almakta olan adam;
Bak bakalım bundan büyük acı var mı? Adım Bertrand de Born,
Genç kralı babasına karşı ayaklandıran bendim.
Baba ile oğlu birbirlerine düşman ettim.
Abşalom ve Hazreti Davut’ un arasını açan Achitopel
bundan kötüsünü yapmamıştır.
Başımı yük gibi taşıyorum şimdi.
Bana bakan
burada nasıl cezalandırıldığımızı anlar...”
Fra
Dolcino Ortaçağ’da yaşamış bir rahiptir. Düzene, feodaliteye karşı çıktığı için
öldürülmüştür. Kalesinin etrafı kuşatılmış, yiyecek sıkıntısı çıkınca kendisini
savunamaz olmuştur. O’nun için burada yiyecek depolamazsa yenilecek deniyor.
Daha sonra
Bertrand de Born’u görürler. Hayattayken prensi babasına karşı kışkırttığı baba
ile oğulun arasını açtığı için başı gövdesinden ayrılmış, başını elinde fener
gibi taşımaktadır.
Corp
kelimesinin hem vücut hem de tüzel kişilik anlamına gelebileceğini söylemiştik.
Şehir de bazen tek bir insan vücudu olarak tasvir edilir. Devletin bütünlüğünü
bozmak aynı insan vücudunu parçalara ayırmak gibidir.
Burada söz
konusu olan baba- oğul, kral ve oğlu olduğu için onları birbirine karşı
kışkırtmak devleti bölme anlamına geliyor. Bu yüzden Bertrand de Born’un cezası
ağırdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder