30 Nisan 2021 Cuma

Arzu

 

Bu sene hepimizin hayatı değişti. Birbirimizi göremediğimiz sarılamadığımız öpemediğimiz zamanlarda arkadaşlıklar dostluklar her zamankinden daha fazla önem kazandı. Birbirimizin kıymetini daha iyi anladık.

Evlere kapandığımız şu günlerde bizi kurtaran internetten görüntülü yaptığımız toplantılar, okuduğumuz kitaplar yazdığımız yazılar oldu.



Sevgili Işın’a bir yazı grubu oluşturalım dediğimde, sağ olsun hemen “olur” dedi, ortak tanıdığımız arkadaşları haber ederek, Cumartesi akşamları için bir grup oluşturduk. Konuştuk yazdık söyledik eğlendik güldük, zaman zaman hiç aklımızda yokken kalemimizden dökülen satırlar gözlerimizi yaşarttı. Birbirimizi anladık, dostlar arasında olduğumuzun farkındaydık.

Şiirler yazıldı öyküler yazıldı, memleketin çeşitli köşelerine hatta okyanus aşırı diyarlara gidildi hayal dünyamızda. Toplantıları misafir bekler gibi keyifle bekler olduk. Nurten'in Alev'in okuduğu şiirleri dinledik. İpek'in öyküsünü okuyup "...demişim..." demesini sevdik.

Sevgili arkadaşımız Arzu bu kışı memleketin Kuzuluk’ta Adapazarı’nda geçirmek istemişti. Ekrana yansıyan sıcacık odasında, kedileriyle beraber katılıyordu toplantılara duvarında yılbaşı süslemesi kendi elleriyle yaptığı, Nardugan ağacıyla.

Oda sıcacıktı Arzu’nun enerjisiyle ama kış sonuna doğru odunlar bitmiş, Arzu’cuk üşümeye başlamıştı. İki dakika arayla kelime söyleyerek yazdığımız yazılarda çaresiz kelimelerden biri de odun olmuştu. Gülmüştük. Bir seferinde de Işın’ın eşinin camı açıp Oksijen demesiyle grubun enerjisi bir anda yükselmişti.



Masal anlatmayı seven arkadaşımızın Kuzuluk’taki yaşamı da masal gibi gelirdi bana. Bu sabah Işın’ın Rüya adlı öyküsünü okurken şu satırlar çarptı gözüme:

Gözün göremediği, gökyüzünden yağan mikro, minicik, minnacık mayınlar geldi zihnine hemen, havada aslı, yere doğru düşerken…

İşte öyle gözle görünmeyen düşman, taa Kuzuluk’ta Arzu’yu bulup teslim almıştı. Kader demekten başka bir şey gelmiyor elden.

Geriye güzel evlatları ve youtube de seslendirdiği yazılarından sesi kaldı yadigâr.

Arzu’cuğum ruhun şad, mekânın Cennet olsun. Allah rahmet eylesin. İpek'ciğim senin ve bütün arkadaşların başı sağolsun.



19 Nisan 2021 Pazartesi

Sabah Yürüyüşü



Bahçeye diktiği sıra sıra sebzeler, meyva ağaçları vardı. Onlara çok emek vermişti. Aralarında küçük taşlardan yürüme yolu da yapmıştı. Sabahları köpeği dışarı salar, bahçenin yürümesine müsaade ettiği bölümüne çıkarır sonra yürüyüş için hazırlanırdı.

O sabah da bahçeye çıktı tek tek ağaçları sebzeleri kontrol etti. Sonra köpeği alıp yürüyüşe çıktı.

Uçsuz bucaksız kırlarda yaz kış demez yürürlerdi her sabah. Köpek sevinçle önde koşar kuyruğunu havaya diker, tanıdık birini görünce sevinçle sallardı.

Bahar kokusu havada yerler akşam yağmış olan yağmurdan ıslaktı. Taa uzaktan arkadaşının evi görünüyordu. Çok severdi Maureen ile sohbet etmeyi beraber kahve içmeyi. Maureen İrlandalıydı. Arada memleketine gider çok hoş yün kazaklar hırkalar alır gelirdi.

O günkü yürüyüşte o her zaman gördüğü adamla karşılaştılar yine. Birbirlerine özel bir şey sormazlardı. Ama eşim veya çocuğum diye lafa başlamadığına göre herhalde bekar olmalı diye düşünürdü Jenny.

Dün akşam gece geç saatlere kadar oturmuş, saçma sapan bir filme takılmıştı. Bir gün Maureen’e gidecek bu işin aslı astarı ne öğrenecekti.

Maureen ’in kocasını en son birlikte İrlanda’ya giderlerken görmüş sonra bir daha haber alamamıştı. Üç hafta sonra Maureen yalnız dönmüş, kocasının bazı miras işleri için geride kaldığını söylemişti. Aradan aylar geçmiş bir haber çıkmamıştı.

Meraklı komşu gibi şimdi gidip sormak olmaz diyordu kendi kendine ama farkında olmadan adımları kendisini Maureen’ in evine doğru götürüyordu.

Meraklı komşu gibi şimdi gidip sormak olmaz diyordu kendi kendine ama farkında olmadan adımları kendisini Maureen’ in evine doğru götürüyordu.

Kapıyı çaldığında açan olmadı, köpek sinirli sinirli dolaşmaya başladı evin etrafında. Bir de arka bahçeye bakayım dedi. Evden bir inilti geldiğini duydu. Mutfak camını zorlayıp seslendi içeri.  İnilti arttı yardım et, düştüm diye bir ses geldi kulağına.

Bahçe masasını çekti mutfak camına tırmandı içeri girdi, arkadaşını merdivenden düşmüş halde buldu. Hemen ambulansı aradı.

“İyi ki geldin, iyi ki geldin” diyordu Maureen.


Yazı çalıoşmalarından

Konu: durum

 Bir kadın nerede ne zaman saat kaçta nereye niye gidiyor?

 

 

 

18 Nisan 2021 Pazar

Tom ve İsabel

 

Tom ve Isabel

 


Bacaklarım çok yorulmuştu. Bu eve geldik geleli merdiven inip çıkmaktan. Kocamın görevi fener bekçiliği. Görevini hiç aksatmaz. Yukarıda kule bölümünde sabahın beşinde kalkarak gününü geçirir. Fenerin temizliği saatlerin bakımı gelip geçen gemilerin kaydının tutulması.

Asker adam olduğu için çok disiplinlidir. Çocukluğundan beri kuralları disiplini seven bir yapısı olmuş

Savaşta batı cephesinde Avrupa cehenneminde yer almış. Çok şükür sağ sağlam memleketimize Avusturalya’ya dönmüş. Döndüğünde hala savaşın korkunç izlerini ruhunda taşıyordu. O sesler o vahşi görüntüler gece rüyalarına giriyordu.

Döndüğünde her şeyden uzak sessiz sakin bir yerde iş aramış Artık gürültüye kargaşaya tahammülü kalmamış.

İşte tam o sıralarda tanıştık. Sonradan söylediğine göre savaş yorugunu Avusturalya’da benim neşeli cıvıl cıvıl halim kendisini çekmiş. O sıralarda bie de yılabaşı balosuna gitmiştik. İpek çoraplarım rugan pabuçlarım çok şendim. Yaşlılar biraz buruk bütün gençler geleceğe ümitle bakmanın heyecanını taşıyordu. Hemen her evden şehit verilmişti. O acıları geride bırakmak kolay değildi ama artık mutlu olma zamanın gelmesini istiyorduk.

Ben de bu yakışıklı askerle evlenmeyi gerçekten çok istemiştim. O biraz tereddütteydi. Her şeyden uzakta Avusturalya’nın güney batısında Janus Rock denen bu rüzgârlı adada yalnız başımıza kalmaktan mutlu olmayacağımı düşündü.

Oysa ben sevmiştim önümüz deniz arkamız uçsuz bucaksız kır ve yeşillikti. Komşumuz yoktu. Ulaşım yalnızca üç ayda bir gelen erzak teknesiyle mümkündü buraya. Komşumuz yoktu. Mektuplarımızı da öyle gönderiyorduk. Erzağımızı getiren iki denizci dışında hiç kimseyle irtibatımız yoktu.

Ben bahçeyi ekip biçiyor koyunlarımıza ve tavuklarımıza bakıyordum. Başlangıçta çok mutluyduk ancak bir evlat hasreti çekmekteydik. Birkaç düşük yapmıştım. Bu yalnız adada bizden başka kimse yoktu ne ebe ne doktor.

Şimdi yine hamileydim ve eşim üç ay sonra gelecek tekneyle kasabama geri dönmemi orada daha güvenle doğum yapmamı istiyordu. Ama ben kabul etmedim. Evimden ayrılmak istemiyorum.

Doğum zamanı gelmişti. Ve biz yine felaketi yaşadık. Çocuk ölü doğmuştu. Ben teselli edilecek gibi değildim yemiyor içmiyor evin içinde bir hayalet gibi dolaşıyordum Rengim sararmış solmuş, zayıflamıştım. Kocamın ne dediğini bile işitmiyordum. Zavallı adam kendi üzüntüsünü bırakmış benim halime yanıyordu.

Sonra ne oldu dersiniz? Mucize!

Doğumdan iki hafta sonraydı. Kıyıya bir kayık yanaştı. İçinde ölü bir adamla yeni doğmuş canlı bir bebek vardı.

Burada okyanus deli dalgalarla kabarır gelir üzerimize. Ters akıntılar vardır. Denizciler için çok tehlikeli bir yerdir. Kayalıklara bindirirler. Zaten onun için fener konmuş bu adaya. Onun için bu fenerin yanması o kadar önemli.

Ama kim olabilirdi bu adam? Niye buraya gelmişti? Nasış bir fırtınaya tutulmuşta kendisi ölmüş, bebek sağ kalabilmişti.

Bunları düşünecek halim yoktu. Hemen koşup bebeği sarıp sarmaladım ona Lucy adını verdim henüz sütüm çekilmemişti emzirmeye başladım. İşte bu çocuk benim bebeğimdi Tanrı armağanıydı. Tanrı misafiriydi…

Mektuplarımda aileme hamile olduğumu söylemiştim onlar da haber bekliyorlardı. Bir sonraki mektupta müjdeyi verecektim.

Ama kocam, ama kocam benim her zaman kurallara bağlı sevgilim illa da bu kazayı rapor etmek istiyordu. “Bu çocuğun annesi vardır onu arıyordur” diyordu.

“Annesi de ölmüştür, denize düşüp boğulmuştur” dedim. “Hangi kadın bu havada çocuğu babasına verir de denize açılmalarına izin verir ki?”

Zavallı adamı deniz kenarında bir yere gömmüş üzerine tahta haç dikmiştik. Kızı da burada bizimle büyüyecekti.

Aradan aylar geçti ben çok mutluydum. Tom’un içi bir türlü rahat değildi. Bu durum aramızı açıyordu.

Ertesi sene sonunda izin zamanı geldi. Gelen tekneyle hep beraber kasabaya geri döndük.

Hayatımız da o zaman değişti.

Ben gerçeği öğrenince şoke oldum. Tom’da öyle. Lucy’nin annesi yaşıyormuş. Babası Frank adında bir Avusturyalıymış. Savaş zamanı halk burada yaşayan Alman asıllı vatandaşlara hayatı zehir etmişti. Oysaki onların kilometrelerce uzakta dünyanın öbür ucunda çıkan savaşla ne alakaları olabilirdi ki?

Kasabanın en zengin adamının kızı olan Hanna bir Avursturyalı adamla evlenmişti işte. Soyadları Almancaydı. Nereye gitseler insanlar onlara kötü kötü bakıyorlardı.

Anzak gününde de öyle olmuştu. Ailece gezerlerken Hanah bir tanıdığa rastlayınca bir anda ayrı düşmüşler, zil zurna sarhoş birkaç genç kucağında çocuğuyla yürümekte olan Frank’e hakaret etmeye başlamışlar.

Frank saldırıya uğrayacağını anlayınca can orkusuyla rıhtıma koşmuş, bir kayığa atlayıp hızla küreklere asılmıştı. Zaten kalp hastası olan Frank’ten bir daha haber alınamamıştı. Karısı Hanah denizde kaybolan kocası Frank ve kızı Grace için yas tutuyordu. Ama işte ana yüreği bir türlü kızının öldüğüne inanamıyordu.

Hanah’nın babası torunu ve damadı için bir ödül koymuştu. Onlardan haber getirene büyük para ödülü vardı…


XXXX

İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti. Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.

İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?

Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine ne diyecekti?

Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.

Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı.  Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.

Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu bulana büyük ödül vereceğim dedi.

O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye görmüştü.

Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu, mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…

XXX

Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman olmuştu.

Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.

Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.

Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.

İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…

Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.

Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…

 

 

 XXXX

İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti. Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.

İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?

Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine ne diyecekti?

Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.

Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı.  Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.

Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu bulana büyük ödül vereceğim dedi.

O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye görmüştü.

Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu, mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…

XXX

Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman olmuştu.

Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.

Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.

Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.

İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…

Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.

Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…

Cliffs Maxime Maufra


 

 XXXX

İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti. Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.

İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?

Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine ne diyecekti?

Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.

Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı.  Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.

Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu bulana büyük ödül vereceğim dedi.

O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye görmüştü.

Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu, mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…


XXX

Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman olmuştu.

Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.

Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.

Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.

İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…

Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.

Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…

 

 

 

 


The Light Between Oceans adlı kitaptan esinlenerek haftalık yazı çalışmalarımızda yazdığım bir yazı.

7 Nisan 2021 Çarşamba

limbo

 

Kanto 4

Limb0

Felsefe Evi




Gök gürlemesiyle uyandım, kendime geldim;

Kalktım, nerede olduğumu anlamak için, meraklı gözlerle sağıma, soluma baktım,

Çukurun kenarındaydım;

Uçurumdan aşağıya, hiç dinmeyecek acılar diyarına bakıyordum.

Öyle derin, öyle karanlık ve öyle sisliydi ki;

Ne kadar görmeye çalışsam da, bir şey anlamadım.

“Kör karanlık” dedi Şair, onun da beti benzi soluktu.

 “Önce ben ineceğim, sen takip et.”

O’nun yüzünün halini gördükten sonra;

Senin yüzün solgunlaşmışsa, ben nasıl inebilirim?

 Her zaman sen benim korkumu giderirdin,” dedim.

 

“Korkudan değil bu halim, üzüntüden,

O acılar içindekileri düşünmek, yüzümü soldurdu,

 Şimdi devam edelim, yolumuz uzun” dedi

Yola koyulduk. Çukurun kenarındaki ilk halkadaydık,

Burada haykırış yoktu, yalnız iç çekişler vardı.

Havada titriyordu bu iç çekişler. Acı çekmiyorlardı, yalnızca üzgündüler.

Çocuk, kadın ve erkekler.

Kim olduğunu sormuyorsun buradakilerin.

İlerlemeden önce bilmelisin ki; bunlar günahkâr değildir.

Her ne kadar değerli kimseler ise de, yine Cennet’ e gidememişlerdir;

 Çünkü vaftiz edilmemişler. Senin inancında vaftiz olmak şarttır.

Bunlar Hristiyanlıktan önce yaşadılar.

Sizin gibi iman etmediler. Ben de onlardan biriyim.

Günahsızız ama yine de buradayız.

Kaybolmuş ve cezalandırılmışların yanında, ama ayrı...

Umutsuzca ve arzulayarak.”

Onun üzüntüsü kalbimi daralttı. Aralarından bazılarını tanıdım;

Kıymetli kişileri gördüm Limbo’ da. Ne yazık ki orada kalmışlardı.

Değerli Üstadım, hiç buradan kurtulan oldu mu şimdiye kadar?” diye sordum.

 

“Yeni gelmiştim ki buraya, kudretli Efendinin, (Hazreti İsa’nın) geldiğini gördüm.

Başında zafer tacı, babamız Adem’i buradan aldı götürdü.

Habil’ le Nuh’ u da. Kanunları yapan Musa’ yı,

İbrahim, Davut ve Israil’i, Çocukları ve babalarıyla beraber.

Raşel de oradaydı.

Ve diğerleri, buradan aldı onları, Cennet’ e çıkardı,

Bilirsin, bu olaydan önce, hiçbir ruh yukarı çıkarılmamıştı.”

Bunları anlatırken durmadık. Yolumuza ormandan devam ettik.

Ağaçların arasında pek çok ruh vardı.

Uyuduğum yerden çok uzağa gitmemiştik ki,

Gölgelerin arasından ateşi gördük.

Yaklaşınca oranın sahibi onurlu insanları gördük.

“Ey, bilgiyi ve sanatı onurlandıran yüce şair,

Burada kıymetlerinden dolayı diğerlerinden ayrı tutulmuş kişiler kim?” diye sordum.

 

“Bu kişilerin adı hala dünyada anılır, yaptıkları işler Yukarıdan takdir görür,

Öyle oldukça, burada ki değerleri artar.”

O sırada birisi: “Meşhur şaire saygı gösterin;

Kendisi aramızdan ayrılmıştı şimdi döndü” dedi.

Bir sessizlik oldu, yanımıza dört kişi yaklaştı,

 ne çok mutlu ne de üzgün görünüyorlardı.

Virgil onları görünce, “Elinde kılıç olana iyi bak” dedi.

Yanında diğer üç büyük vardı,

Şairlerin kralı Homer birinci, Hiciv yazarı Horace ikinci,

Ovid üçüncü ve Lucan dördüncü idi. Beni onurlandırdılar.

 Epik tarzının Efendisinin (Homer’in) etrafında toplandılar

O kartal gibi, hepsinin üzerinde yükseliyordu.

Biraz konuştuktan sonra, bana dönüp selamladılar.

Üstadım gülümsedi, mutlu olmuştu.

Beni aralarına davet ettiklerinde, çok onurlandım; en büyükler arasında altıncıydım.

Işığa doğru yürüdük,

Konuştuklarımız konusunda, sessizliğimi korumalıyım.

Sadece onlarla beraber olduğumu söylemem yeterli.

Asil bir kalenin dibine geldik.

Yedi kat duvarla çerçevelenmişti;

Etrafından ırmak dolaşıyor, hendek vazifesi görüyordu.

Irmağın üzerinden, sanki karadan yürürcesine geçti.

Yedi kapıdan geçtik bu bilgelerle, yemyeşil bir çayıra vardık.

Ağırbaşlı insanları gördük orada, hüzünlüydüler.

Otorite sahibiydiler. Az konuşuyorlardı, kibar ve alçak sesle;

Sonra tepeye tırmandık.

Çıktığımız yer tamamen ışıktı;

Oradan herkesi görebiliyorduk.

O yeşilliğin içinde, büyük ruhlar bana göründü; hâlâ hatırladıkça mutlu oluyorum.

Electra tohumuyla beraber; (Truva’nın kurucusu Dardanos’ un annesi)

Hector ve Aeneas (Roma’ nın kurucusu)

Sezar, asker zırhı ve şahin gözleriyle;

Camilla, Penthesilea;

Latin Kralı, diğer tarafta kızı Lavinia ile beraber (Aeneas’ in eşi)

Tarquine’ i kovan Brutus;

Lucrezia (Roma prensinin tecavüzüne uğrayan asil bir hanım)

 ve Julia (Sezar’ın kızı, Pompey’ in eşi)

Marcia (Cato’nun eşi) ve Cornelia;

Selahaddin, yalnız başına... (Selahaddin Eyyubi)

Gözlerimi biraz daha yukarı kaldırıp,

Bilenlerin üstadına baktım (Aristo)

Felsefe ailesiyle birlikte oturuyordu.

Hepsi O ’na bakıyor, saygı gösteriyorlardı.

Sokrat ve Plato, en yakınında olanlardı.

Democritus, Diogene, Empedocles ve Zeno;

 Thales, Anaksagoras, Heraclitus,

Bilim adamları, Dioscorides, Orpheus;

Tully (Cicero), Linus, ahlaklı Seneca;

Euclyd, Ptholomy

Hipokrat, Galen, Avicenna (İbni Sina),

Büyük Şarih Avereoes (İbn-i Rüşt)

Hepsini sayamam, yola devam etmem lazım

Anlatılanlar gördüklerimizden yaşadıklarımızdan az genellikle.

Altı kişilik gurubumuz ikiye ayrıldı,

Bilgili rehberim beni başka yöne götürdü.

Sükûnetten fırtınaya,

Hiçbir parıltının olmadığı yere vardım…

Yorum

Dante ve Virgil, Acheron ırmağını geçerler. Dante korkusundan bayılmış olduğu için, o geçişi hatırlamaz; karşı kıyıda, bir gök gürlemesiyle uyanıp; etrafına bakar, nerede olduğunu anlamaya çalışır.

Bir uçurum kenarında olduklarını fark eder. Bu uçurum Cehennem çukurudur. İçinden korkunç sesler, inlemeler gelmektedir. Virgil’ in de yüzü kararmış, sıkıntılı bir halde, “yolumuza devam edelim” dediğinde, Dante’nin korkusu daha da artar.

İlk görecekleri yer, Limbo’ dur. Limbo, İtalyanca bir şeyin kenarı anlamına gelmektedir ve bu şiirde Cehennemin kıyısını ifade eder.

Buradaki ruhların çoğunluğu, Isa’ dan önce yaşamış olan Yunanlı ve Latin filozof, yazar, şair ve bilim adamlarıdır.  Dante, onlara, “Virtuous Pagans- Erdemli Paganlar” diyor.

Burada Katolik kilisesini “Cennet’ e yalnızca Hristiyanlar girecek” demesi ve vaftiz olma şartını getirmesi dolayısıyla eleştiriyor. Çünkü Limbo’ da aynı zamanda vaftiz edilmeden ölmüş olan pek çok bebek de var.

Bu adaletsizlik, İlahi Komedya boyunca Dante’ yi rahatsız edecek; “niye Isa’ dan önce dünyaya gelenler Cennet’ e giremiyor; niye Hindistan’ da veya Afrika’ nın bir köyünde doğmuş olup da Hazreti Isa’ nın adını bile duymamış olanlar Cennet’ e giremiyor” diye soruyor. Veya “çocuk vaftiz olmadıysa onun günahı ne?” diyor.

Limbo’ da ansiklopedik bilgi verircesine, antik çağın bütün değerli kişilerini kadın, erkek sayıyor. Devlet adamları, onların eşleri, kızları, felsefeciler -en başta Aristo olmak üzere- oradalar.

Şairler arasında, en büyükler olarak Homer, Horace, Ovid, Lucan ve Virgil’i sayıyor, kendisi de altıncı olarak bu guruba dahil olmaktan büyük onur duyuyor.

Gözleri görmeyen Homer, en büyük şair olarak bu gurubun lideri. Gözüyle değil, gönlüyle görüyor. Diğerleri Latin şairler ve kendisi de bu Latin geleneğini İtalyanca olarak sürdürecek. O da tarihe İtalya’nın en büyük şairi olarak geçecek.

 

Ibni Sina ve Ibni Rüşt

İlim adamlarının arasında Avicenna- İbn-i Sina ve Avereoes- İbn-i Rüşt de var.

İbn-i Sina’ nın tıp kitapları, senelerce Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuş;

İbn-i Rüşt’ ün Aristo felsefesi üzerine yazdığı şerhler de Avrupa da Rönesans’ ın yolunu açmıştır.

İbn-i Rüşt, Kordoba’ da yaşarken, önce kadı olur, sonra, halifenin isteği üzerine Aristo kitaplarına şerh yazmaya başlar.

Kısa şerh (özet) orta şerh (Aristo’ nun zor cümlelerini anlaşılır tarzda, kendi cümleleriyle yazmış) Uzun şerh (kendi fikirleriyle açıklamış) olarak üç eser verir.

O dönemde, Yunanca’ dan, Arapçaya çevrilen eserler, Müslüman bilim adamlarının çalışmalarıyla Avrupa’ ya gelmiş; Avrupa’ da Arapçadan Latinceye; Latinceden diğer Avrupa dillerine çevrilmiş.

İbn-i Rüşt’ ün Aristo üzerine çalışmaları çok değerli olduğu için, Avrupa’ da kendisine “The Great Commentator”, Arap dünyasında “Şarih” veya “Şarih-i azam.” Deniyor. En büyük yorumlayıcı, şerh eden anlamında.

Müslümanların bilim dünyasında ilerlemeleri üzerine, Papalığa bağlı üniversiteler de açılmış, onlar da dine uygun olarak, bilim çalışması yapmakla görevlendirilmiş.

Paradiso bölümünde göreceğimiz Thomas Aquinas hem din adamı, hem felsefe alimi, o da İbn-i Rüşt’ ün eserlerinden yararlanarak kendisi şerhler yazmış. O da Aristo’ yu kendi çağına taşımış.

Bağnaz düşünce de olanlar, İbn-i Rüşt ü reddetmiş. Hristiyan dünyasında Avereoes’ciler ve Avereoes’ a karşı olanlar ayrımı çıkmış.

Dante, Aristo felsefesine verdiği önem ve İbni Rüst’ e duyduğu saygı gereği, bu Müslüman ilim adamını, felsefe evinde diğer felsefecilerle beraber tutuyor. Dante de, Sokrat gibi, Bilgi’nin, kurtuluşa ermekteki önemine inanıyor.  “Bilirsen hata yapmazsın. Cennet yolcusu olursun.” Demek istiyor.

Limbo ’da, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’ ten başka Selahaddin Eyyubi de var. O devirde ünü Avrupa’ya yayılmış Kudüs fatihi olan cesareti, adaleti ve iyiliğiyle bilinen komutan. Burada sayılan ilkelerin belki de hepsine sahip. Yedi büyük erdem, kitap da kalmamış, hayatıyla da örnek davranışlar sergilemiş. Sadece Müslümanlardan değil; Hristiyanlardan da övgü almış. Savaş esirlerini kendi cebinden para vererek kurtarmış, anaları evlatlarına kavuşturmuş; esirlere merhametli davranmış.

İsimlerin belirtilmesi:

Bütün isimlerin sayılıp dökülmesi, bir önceki kantoyla zıtlık teşkil ediyor. Şair, 3. Kanto da tarafsız olan, hiçbir şeye karışmayan, sorumluluk almayan, dünyadan seyirci gibi geçenlerin ismini anmaya gerek görmemişti. Buradaysa fark yaratanları sayıyor. O dönemde ansiklopedik bilgiler içeren kitaplar yazma adeti var. Dante, bu bilgileri edebi bir metin içerisinde şiir formunda vermeyi tercih etmiş.

 

Felsefe Evi

Felsefe evi bir kale şeklinde yapılmış, yedi duvar, yedi kapı, yedi kulesi var.

Yedi Rakamı Liberal Arts’ ı (Serbest Sanatları) simgeliyor.

 Gramer (Genel olarak Edebiyat, Felsefe, Dilbilim);

Diyalektik (Mantık);

 Retorik (Güzel söz söyleme toplum önünde konuşma, sözle ve yazıyla ikna etme sanatı);

Aritmetik; 

Geometri;

 Astronomi ve

 Müzik

Klasik eğitimin temelleri. Bilgiyle edebiyatla insanların özgürleşeceğine inanılıyor. O yüzden ismi Liberal Sanatlar. Orta çağda, klasik çağda olduğu gibi eğitimli insanlar, sadece bir konuda uzmanlaşma yerine bu konuların hepsinde yaşadıkları devrin imkanları ölçüsünde kendilerini olabildiğince yetiştirmeye çalışıyorlar. Daha sonraları da Rönesans devrinde Leonardo da Vinci gibi, Renaissence Man denilen çok bilgili insanlar görülecektir.

Yedi Rakamı, Aynı Zamanda Yedi Erdemi Simgeliyor

Felsefenin dört Erdemi:

Wisdom- Prudence: Bilgelik / İhtiyat

Courage –Fortitude: Cesaret Kuvvet

Temperance : Nefsine Hakim olma ve İtidal

Justice: Adalet

Dinin üç Erdemi:

Faith -Iman

Hope -Ümit- Allahtan ümidi kesmemek

Caritas-Charity: Merhametli olma İnsanlara Yardım etme, İnsan sevgisi

(Caritas Latince sevgi manasına geliyor)

 

Harrowing of Hell* Cehennem’de Deprem

 Burada orta çağ kilisesinin bir başka inancını görüyoruz.  Daha sonra ki bölümlerde göreceğimiz gibi Hazreti Isa’ nın ne zaman yaratıldığı tartışması olmuş ve çoğunluk, O’nun yaratılışındaki özellik dolayısıyla alemlerin yaratılışından evvel ilk defa olarak Hazreti İsa’nın yaratılmış olduğuna inanmış. Bu görüşe göre, Cennet’ te Hazreti İsa’yla beraber, aynı zamanda yaratılıyor, O’ndan önce hiç kimse Cennet’e giremiyor.

Hazreti Âdem ve Havva Ana akla gelebilir. Dante’nin İlahi Komedya ‘daki planına göre onların bulunduğu yer, “Earthly Paradise” denilen dünya Cenneti, Araf’ın en tepesinde bulunuyor. Göklerdeki Cennet ayrı (Paradiso.)

Müslüman düşüncesiyle bağdaşmayan bu görüşe göre, Hazreti Isa ’nın vefatıyla beraber Cehennem ’de bir deprem oluşur, kayalar yıkılır. O sırada Cehennem’e gelen, Isa Peygamber, kendisinden önce gelen diğer peygamberleri oradan çıkartır ve Cennet’e götürür. Bu hadise çarmıha gerilişi ile dirilişi arasındaki günlerde olur.

Komedya ’da her bir kantoyu bir tiyatro oyunundan bir sahne gibi düşünürsek, Dante’nin adeta canlı bir tablo yarattığını görürüz. Bazen kendi fikirlerini anlatmak, bazen de, seyirciye bir sahne sunup, O’nun hakkında düşünmesini sağlamaktır amacı. Belki Orta çağ inanışlarının bazısına kendi de inanıyor, belki de, “bu aslında böyle değil, bir bakın düşünün” demek istiyor okuyucusuna.

Şiirin yazılış tarzı şifrelidir, her şey ilk anda göründüğü gibi değildir.

 

Işık

Cehennem kör karanlıkken; Felsefe evi aydınlık. Çünkü onun aydınlığı kendinden bilimden geliyor.

Burada yaşayanların günahı olmadığı için, çektikleri bir eza da yok. Yeşil bir bahçede yaşıyorlar. Hiçbir şeyden mahrum değiller. Ama tek üzüntüleri Cennet’ e gidememek ve Yaratan’ ı görememek.

Çok sevinçli veya çok üzgün değiller, normal bir hayat yaşıyorlar.

Ayrıca filozofların olaylara duygusal yaklaşmamaları, soğukkanlılıkla değerlendirmeleri de bu sakin, ağırbaşlı tavırlarını açıklıyor.

 

İnferno Kanto 5

Aşk-Meşk

Francesca ve Paolo

Böylece, ikinci halkaya indim.

Burada giderek, daha fazla hüzün, ağlama, inleme sesleri vardı.

Koca Minos, dişlerini gıcırdatarak, kapıda bekliyor; gelenlerin günahlarını itiraf etmelerini istiyordu.

İtirafları dinledikten sonra, günahkarları yargılıyor,

Cehennemin hangi kısmına gönderileceklerine karar veriyordu.

Kaçıncı bölgeye gönderildiklerini anlamak için, günahkârlar, Canavar’ın kuyruğuna bakıyorlardı.

Kuyruğu kaç kere kendi etrafında dolarsa, o sayıya göre gidecekleri yeri anlıyorlardı.

Önünde daima, toplanmış bir kalabalık vardı,

Herkes Minos’ a itirafta bulunmak için sırasını bekliyordu.

Minos beni görünce bu olağanüstü vazifesini bıraktı ve

“Hey Sen! Bu azap ülkesine gelen!

Kapının genişliğine bakma, Nasıl girdiğine dikkat et, kimseye güvenme

 

Virgil “Neye itiraz ediyorsun? Onun giriş izni var mâni olma,

 Yukarıdan -emri yerine getirilen kişiden- izin almış, daha fazla soru sorma bize” dedi

 

Şimdi artık iyice moralim bozulmaya başladı.

Burada bütün ışıklar karartılmıştı.

Önümüzde sanki karanlık bir deniz vardı,

Ve denizin üzerinde bitmez tükenmez bir fırtına.

Karşıt rüzgarlar, hortumlar buna maruz kalan ruhları yerden yere, savuruyordu.

Yukarı doğru atıldıklarında, kayalara çarptıklarında, bu zavallılar, felaket rüzgarlarına söyleniyorlardı.

Bu çukura düşenler şehvet tutkularının kurbanı olmuşlardı.

Akılla değil, duyguyla karar vermişlerdi. Rüzgarlar, onları,

Bir yukarı, bir aşağı, bir sağa, bir sola; yerden yere savuruyordu.

Bir anlık sükûnete, muhtaçtılar.

Biraz sakinliğe kavuşmak, acıyı biraz daha az hissetmek istiyorlardı ama hiç ümitleri yoktu.

“Bu karanlıkta bu acıyı çekenler kimler üstadım?” dedim.

 

“İlk gelen Semiramis’ tir.

Bir zamanlar pek çok millete hükmeden bir imparatoriçeydi.

Meydana gelen skandalı örtmek için istediği gibi kanunlar çıkarttı.

Ninus’ un eşiydi, sonra varisi oldu.

Onun hükmettiği topraklara artık Sultan hükmediyor!

Arkadan Cleopatra geliyor;

Sonra Truvalı Helen; onun yüzünden senelerce ıstırap yaşandı,

Biliyorsun Achille’in hikayesini,

En son savaşta aşkı buldu.”

 

Virgil, aşk- meşk meseleleri yüzünden, buraya düşmüş olan daha yüzlerce ruhu gösterdi.

Bunların halini görünce içim acıdı.

Yine yolunu kaybetmiş bir adam gibi oldum!

“Söyle bana Şair, acaba ben şu ilerde hafif bir rüzgarla,

Bize doğru savrulan ikiliyle konuşabilir miyim?”

 

“Onlar buraya gelene kadar bekle, sonra onlara sevgiyle hitap et.

Onlar aşka gitmişlerdi, Aşk’ı duyunca gelirler.”

 

Yanımıza yaklaşınca onlara seslendim hemen;

Bu ıstırapla hırpalanmış olan ruhlar, eğer yasak değilse, benimle konuşur musunuz?”

Dido’ nun yanından ayrılarak, yuvalarına kavuşmak isteyen güvercinler gibi

O kötü rüzgarla mücadele ederek yanıma geldiler.

Benim içten seslenişim onlara böyle bir etki yaptı.

 

“Yaşayan adam, kibar ve iyi niyetli,

Bizi bu karanlıkta ziyarete geldin,

Bizim vücudumuz, dünyayı kanla lekelemişti,

Alemlerin yöneticisine –eğer kabul ederse- yakaralım, sana iyilik, sağlık, huzur versin.

Çünkü, sen bizim halimize acıdın.

Şimdi rüzgâr durmuşken ne istersen söyle, seninle konuşmak bizi mutlu eder.

Po ırmağının denize döküldüğü, huzura kavuştuğu yerdeydik; (Ravenna)

Aşk onun kalbini sardı;

Benim... benden alınan güzel vücudum yüzünden.

O felaket beni hala yaralamakta.

Aşk, aşığı bırakmaz, maşuku bırakmaz.

Beni öyle bir eline aldı ki; gördüğün gibi hala bırakmadı.

O aşk ki; bizi ölüme götürdü...

Bizim hayatımızı elinden alanı, Gianciotto’yu, Caina bekliyor.”

 

 

Onların sözleri bize ulaşınca, başımı önüme eğdim.

Şair sordu: “Ne düşünürsün?”

 

“Of, of kim bilir ne hülyalar, ne güzel düşünceler onları bu hale getirdi.

Ne özlemler, ne sevdalar yaşadılar.” dedim. Sonra tekrar bu çifte döndüm:

“Francesca, anlattıkların beni hüzne gark etti; ağlattı.

Nasıl başladı bütün bunlar, söyle bana.”

 

En acısı, mutsuz zamanlarda geriye dönüp bakmak ve mutlu zamanları hatırlamaktır.

Bunu üstadın iyi bilir. Aşkımızın nasıl başladığını bilmek istiyorsan,

 Anlatayım; hem ağlayayım, hem de anlatayım:

Bir gün birlikte zaman geçirmek için, Lancelot’ un şiirlerini,

O’nun nasıl aşka teslim olduğunu okuyorduk.

Yalnızdık ve hiçbir şeyden şüphelenmemiştik.

Okurken, hep gözlerimiz birbirini buluyordu,

Yüzlerimiz sararıyordu.

Sadece bir an bizi mağlup etti.

Kızın güzel gülüşünü öpen, hakiki sevdalıyı okuyunca, bu yanımdaki,

 -benden hiç ayrılmayacak olan, -bu yanımdaki;

Bütün vücudu titrerken, öptü beni dudaklarımdan.

Ya kitaba ve kitabı yazan şaire ne demeli?

O gün, artık kitabı bir daha okumadık.”

 

İki ruhtan biri bunları anlatırken, diğeri ağlıyordu.

Bende de onların acısından o kadar etkilendim ki; bayılmışım.  

Bir anda ölü gibi yere yığılıp, kalmışım...

 

 

Yorum

Dante ve Virgil Felsefe evini gördükten sonra, Cehennemin ilk halkasına gelirler, asıl Cehennem burada başlamaktadır. Cezalandırılan ilk günah, şehvet sebebiyle işlenen günahlar olmakta.

Nasıl Cennet bahçesinde her şey yolundayken Âdem ve Havva’nın yasak meyveyi yemesiyle ilk günah işlendiyse, İnferno’daki ilk günah, aşk günahı. Felsefe evinin bulunduğu sakin ve huzurlu ortamdan sonra, beşinci bölümde aşk meşk konusu, rasyonellik değil de duygulara esir olma hali ortaya çıkıyor.

 

Burada Zebani rolünde, mitolojik bir karakter olan Minos var. Minos şairlere “gideceğiniz yere dikkat edin” diyor. Hem yönlerini bulmaları bakımından, hem de Cehennemdeki ruhlarla konuşurken dikkatli olmaları konusunda uyarılmış oluyorlar.

Bulundukları yer, kör karanlık ve her taraftan kuvvetli rüzgarlar esiyor. Ruhlar, sağdan sola, soldan sağa savruluyor; bir an bile huzur bulamıyorlar. Aklını bir kenara bırakıp, duygularıyla hareket edenler, öbür dünyada da fırtınaya tutuluyorlar.

Cennet’ te nasıl melekler, sürekli sonsuzluğu temsil eden bir halka çizerek, Tanrı’ nın etrafında dönüyorlarsa, buradaki ruhlar da, devamlı olarak, dairesel hareketlerle dönüyorlar. Havada dönen leylekler gibiler.

 

Kuşların avlanmak için daire çizmesi gibi henüz doygunluğa ulaşamamış, istek ve arzuları devam eden ruhlar Inferno’da sürekli hareket halindedir.

 Cennetlikler ise artık huzura ermiş, başka bir şeyde akılları kalmamış ruhlar. Cennet, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeden ruhların sıkıntısız, tasasız yaşadığı bir yer olarak tasvir ediliyor ileriki bölümlerde.

 

Bu kantoda tarihten örnek verilmiş; o dönemin anlayışıyla, Kraliçelerin, eşleri öldükten sonra başkalarıyla evlenmeleri eleştiriliyor.

 

Semiramis (MÖ 824’te kocasının ölümü üzerine tahta geçiyor)

 

Asur Kraliçesi olan Semiramis, eşi Ninus ' un ölümü üzerine hakimiyeti eline almış, kralın varisi olmuş ve ikinci defa evlenebilmek için kanunu değiştirmiş. Esasında Semiramis’in yeniden evlenmesi bir günah değil ama Dante eşinin ölümünden sonra kadınların yeniden evlenmesini pek hoş karşılamıyor.

 

Dido

  Aeneas’ ı Kartaca’ da misafir eden Kraliçe Dido; daha evvel kocası öldüğünde onun hatırasına sadık kalacağına yemin etmişken, Aeneas’ a âşık oluyor, aralarında büyük bir sevgi yaşanıyor fakat, Aeneas onu bırakıp, Roma’ yı kurmak üzere İtalya’ ya yelken açtığında bu durumu onuruna yediremeyip intihar ediyor. Çünkü, Truvalı kahraman, Roma devletini kurmayı kendi kaderi olarak görüyor.

 

Cleopatra

 

Cleopatra’nın hem Sezar, hem de Sezar’ın ölümünden sonra Mark Anthony ile olan ilişkisi, Roma’da Sezar karşıtları tarafındandın iyi karşılanmamış.

Roma’da Cumhuriyet’i korumak isteyen, tek adam yönetimine karşı olan muhalefet, Sezar’ın Mısır’daki firavunluk gibi bir kraliyet hevesine kapılmasını, giderek daha da güç kazanmasını istemediği için Cleopatra ile olan ilişkisine de iyi bakılmamış. Ayrıca hem Sezar hem de Mark Anthony Cleopatra ile ilişkileri olduğu dönemde evliler.

 

ROMA / AMOR

 

 

Hem aşk hem devlet işleri bir arada bu örneklerde. AMOR tersten okunduğunda ROMA oluyor.  Roma tarihinde Sezar’ ın, Mısır’ da çok kalması, “orada imparatorluk hevesine kapıldı, Roma kanunlarını değiştirecek imparator olacak” diye eleştirilmiş.

Siyasete olan ihtiras da, aşka benzetiliyor.

 

Dante’ nin gözü birlikte savrulan iki ruha takılıyor; onlarla konuşmak istiyor. Bunlar Francesca ve Paolo. Dante’nin yaşadığı dönemde onlar da Floransa da yaşamış olan iki sevgili. Her ikisi de evli olduğu halde, aralarında bir aşk ilişkisi başlamış. Francesca, Paolo’ nun ağabeyi Gionciotto evli. Paolo, Francesca’ nın eşinin evde olmadığı zamanlarda, sık sık onun ziyaretine geliyor ve bir gün birlikte kitap okurken, aralarında yakınlaşma oluyor. Bu durumu evde çalışanların haber vermesi üzerine, Gionciotto, eve gelip, hem karısını, hem de kardeşini öldürüyor.

 

Dante, bu iki ruhla konuşmak isteyince; Virgil, aşktan bahset; gelirler diyor, gerçekten de ehlileştirilmiş güvercinler gibi, aşk sözünü duyunca hemen geliyorlar. Francesca hikâyeyi anlatıyor; Paolo ağlıyor.

 

Francesca, asil bir aileden geliyor, okumuş biri, edebi bir dille anlatıyor hikayesini, Provinçal aşk şiirlerini anımsatırcasına konuşuyor. Bu durum Dante’ yi derinden etkiliyor. Çünkü, O da, Beatrice için bu tarzda şiirler yazmıştı. Bir şair olarak, şiirin okuyucuyu nasıl etkilediğine şahit oluyor; Francesca ’yı dinlerken, sanatçının sorumluluğunu hissediyor.

 

Beatrice, daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Dante’ yi kurtarmak için gelip; Virgil ‘den yardım istediğinde, Aşk konuşturdu beni, Aşk buraya getirdi” demişti. Aşk cümlenin öznesi. 

 Cennet bölümünde daha sonra göreceğimiz gibi Aşk döndürüyor dünyayı. Yaratılış, bedene ruh üflenmesi de sevgiyle oluyor.

 Francesca’ da Aşk’ı kabahatli buluyor, (kendisine kabahatli bulmamak için belki de.)

Aşkı karşı konulamaz bir güç olarak görüyor. Şiiri, şiir kitabını suçlu buluyor, yazılanların etkisinde kaldıkları için.

 

Bir evvelki kanto da, Felsefe evinde Dante en büyük şairler arasındaydı; onlardan biri olmakla, onların arasına girmekle büyük gurur duymuştu; şimdi ise yazdıklarının insanlar üzerindeki etkisine tanık olarak, ‘eğer yanlış bir şeye yol açtıysa’ diye üzüntü duyuyor.

 

Francesca, kendisini ve Paolo’ yu öldüren Giovanni’nin Cehennemin kardeş katillerine, yakınlarına zarar verenlere ayrılan bölümünde, Caina çukurunda olduğunu haber veriyor.  Habil’ le Kabil’ in hikayesinden yola çıkarak, Kabil’ in adı (Cain) verilmiş bu bölüme.

 

 

Kanto 6

Oburlar

 

O ikisinin üzüntüsü benim aklımı karıştırmıştı;

Kendime geldiğimde yeni fırtınalar; fırtınaya tutulmuş yeni ruhlar gördüm.

Ben hareket ettikçe onlar da etrafımda dönüyorlardı.

Baktığım her yerde onlar vardı;

Böylece üçüncü halkaya gelmiştik.

Ağır bir yağmur hiç durmaksızın yağıyor; soğuk, belalı,

Hiç değişmeden, hiç azalmadan; hiç çoğalmadan yağıyor...

Yağmur ve kocaman dolu parçaları pis sudan;

Kar pis havadan oluşuyordu.

Toprak kötü kokuyor, ıslandıkça daha beter oluyordu.

Cerberus- acayip yaratık- zalimce, üç ağzından birden,

Yerde sürünen çamura batmış ruhlara doğru, kurt gibi uluyordu.

Kırmızı gözleri, siyah yağlı sakalı vardı; karnı şiş, pençeleri kocamandı.

Onu gören kaçıyordu.

Yağmur altında kalan ruhlar da, hayvanlar gibi sesler çıkarıyor;

Yağıştan kurtulmak için birbirlerini siper almaya çalışıyor, dönüp duruyorlardı.

Cerberus, pis solucan, bizi görünce üç ağızından birden sövmeye başladı.

Her yeri nefretle titriyordu;

Liderim ellerini açtı kocaman, yerden bolca çamur alarak,

Canavarın ağızlarına doğru fırlattı.

Kemik için havlayan köpeğin istediği verilince, hemen sakinleşip kemiğe yumulması gibi

Susup yemeğe başladı.

Onun susması ruhları mutlu etti;

“Keşke sağır olsak da, bunu duymasak” diyorlardı.

 

Ağır yağmurun altında, hepsi yerde sürünen ruhlar arasında yürüyorduk,

Et- kemik, insan şeklinde ama hiçbir şeydiler...

İçlerinden sadece biri, bizi görür görmez, doğrularak oturur duruma geldi.

“İnferno’ dan geçmekte olan ruh, lütfen döndüğünde benden bahset;

Ben daha oradayken, doğmuştun sen” dedi bana.

 

“Çekmekte olduğun acıdan olacak, tanıyamadım seni” dedim;

“Sanki hiç birbirimizi tanımıyor gibiyiz.

Ama bana kendini tanıt ve niye burada olduğunu; bu acıyı çekmekte olduğunu anlat!

Bundan beteri varsa da, bu kadar iğrenç değildir.” dedim.

 

“Güneşin altında yaşarken, o şehirde, kıskançlık hüküm sürüyordu;

Senin şehrin, aynı zamanda benim şehrimdi.

Orada bana Ciacco (Domuz) derlerdi.

Oburluk cezası çekmekteyim

Dertli bir ruhum ama yalnız değilim,

Buradakilerin hepsi aynı dertten mustarip,

Benimle aynı suçun cezasını çekmekteler.”

 

Daha fazla bir şey demedi. Ben sordum;

“Ciacco, o kadar perişan haldesin ki; senin haline ağlıyorum,

Ama söyle bana; eğer söyleyebilirsen,

Ne olacak o bölünmüş şehrin hali?

Orada adil kimse var mı? Niye bu kadar bölündü o şehir?”

 

“Pek çok kavga olacak ve çok kan dökülecek;

Kırsaldaki parti (Beyazlar- Dante’nin partisi),

 Diğerini (Siyahlar) atmak için şiddete başvuracak.

 

Ama sonra hakimiyeti kaybedecek.

Üç sene içinde, öbür parti muzaffer olacak.

O tarafsız gözükenin sayesinde. (Papa Boniface)

Siyahlar Beyazları yere batıracak.

Kendi kafası da göklerde,

Suçlamalar olacak. Senelerce şikâyet edecekler.

Bir, iki iyi var aralarında, ama o kadar.

İsmini duymazsın bile onların.

Kıskançlık, Aç gözlülük ve Kibir,

Üç günah, o şehrin yangınının nedeni.”

Böyle bitirdi sözlerini.

 

Dedim ki; “Biraz daha bilgi alabilir miyim senden?

Ne oldu iki onurlu adama; Farinata ve Tegghiaio’ ya

Jacopa ve Rusticcucci’ ye; Arrigo ve Mosca’ ya?

Ve iyi olmaya kararlı olanlara?

Şimdi neredeler? Belki görürüz onları.”

Cennette mi, yoksa Cehennemde mi olduklarını öğrenmek istiyordum.

 

“En karanlık ruhların arasındalar.

Değişik günahlardan dolayı, Cehennemin dibini boyladılar.

Eğer o kadar derine inersen görürsün onları.

Ama o tatlı dünyaya geri dönersen, yalvarırım sana,

İnsanlara benden bahset.

Artık daha bir şey söylemem, boşuna sorma.”

 

Şaşı gözlerinin biriyle, baktı bir müddet,

Sonra başını eğip, yüzüstü gene çamura yattı. Diğer körlerin arasına...

 

“Artık kalkmaz;” dedi Virgil;

Taa ki Sur’a üfleninceye ve karşı çıkılmaz Otorite gelip de, herkes ete kemiğe bürünene kadar.

O zaman gömüldükleri yeri bulurlar. Ve son hüküm okunur.”

 

Bu yapışkan çamurdan geçtik.

Ruhların çamura bulandığı yerden, yavaşça yürüyorduk,

Ona sordum:

“Efendim hesap günü gelip de, son hüküm verilince ne olacak?

Bunların durumu daha iyi mi olacak, daha kötü mü?

Ya da aynı mı kalacak?”

 

“Biliyorsun sen bunları; ‘İlmini hatırla!” dedi.

“Bir şey mükemmel halini alınca, acı da, haz da artar.

Bunlar günahkardır; hiçbir zaman mükemmelliğe eremezler, ama yaklaşacaklar.”

 

O halkayı dönmeye devam ettik.

Pek çok şey anlattı bana.

 Tekrar inişe geçilen yere geldik sonunda,

Ve Zenginlik Tanrısı Pluto’ yu,

Büyük düşmanı gördük.

 

 

Yorum

 

Geçen kantoda Francesca ve Paolo’ nun durumuna üzülen Dante bayılmıştı. Burada uyandığında acı çeken ruhlar görüyor.

 

AMOR tersinden okunduğunda ROMA oluyor demiştik. Burada siyasi hırsından dolayı kendine hâkim olamayanlar, aklı bir kenara bırakıp, hırsın etkisinde kalanlar var.

Komedya ’da 6. Kantolar siyasi kantolar olarak bilinir. İnferno 6 Floransa’yı, Purgatorio (Araf) 6 İtalya’yı, Paradiso 6 İmparatorluğu anlatır.

 

Şairler bu bölümde oburlar kısmına geldiler. Bu kanto da, bir önceki gibi bedenle ilgili. Yeme içmede ölçüyü kaçıranlar, aklını kullanıp durmayı bilemeyenler, nefse hâkim olmayanlar burada.

 

İlk mısralar uykudan uyanmayı, bilinçlenmeyi, aklının başına gelmesini anlatıyor. Akıl kelimesiyle ölçü kelimesi Latince’ de aynı kökenden geliyor. Aklını kullanmakla, ölçülülük birbiriyle bağlantılı.

 

Oburluktan kasıt, bencil olmak, bir şey üretmeyip, hep yemek. Eti kemiği varmış gibi, insan suretindeler ama içleri boş; kendileri bir şey değil bu kişiler. Hep cebini doldurmaya bakıyorlar; halka hizmet etmek umurlarında değil.

Cezaları pislik içinde olmak; pislik yağmuru altında kalmak.

 

 Yağmur yağdığında çiftçiler sevinir; “rahmet yağıyor” der. Toprağı güzel bir koku kaplar; bereketi simgeler, iyi ürün almak için dua ederler. Yağmurda yürümek insanı rahatlatır, mutlu eder.

Ama buradaki durum tamamen tersi; pislik yağdıkça topraktan da kötü koku geliyor. Kokuşmuşluk çürümüşlük var, bir şey üretmiyor.

 

Devlet de, toplumsal organizasyonlar da, insan vücuduna benzetiliyor. Beden “corp” kelimesi Corporation; Corps- diplomatiques (Diplomatic corps) gibi terimlerin de kaynağı. Bir topluluğun bütününü ifade ediyor.

 

 İnsan bedeninden Floransa’ya, o şehir devletinin kişiliğine, o şehirde yaşayan insan topluluğuna geçiş var.

Dante orada gördüğü Floransa’ lı Ciacco ile konuşuyor. Bütün ruhlar yerde sürünürken, Ciacco Dante ve Virgil’ in konuşmasını duyunca yattığı yerden doğrulup, Dante ’yle konuşmak istiyor.

Dante ilk başta onu tanıyamıyor, pislik içinde ve çektiği acıdan yüzü değişmiş, tanınmayacak hale gelmiş. Konuşunca Ciacco olduğunu anlıyor. Bu kişinin lakabı Domuz manasına geliyor.

İnferno’ daki ruhlar gelecekten haber verebiliyorlar. Dante, O’na Floransa’ yı ve birbiriyle rakip iki parti arasındaki iç savaşı soruyor.

 

Ciacco iki partiden, Beyazların önce, siyahları şehirden süreceğini fakat, daha sonra Siyahların üstünlük kazanarak, bu defa onların Beyazları süreceğini anlatıyor.

Beyazlar Dante’ nin Partisi ve Dante bu gurupla beraber bir daha geri dönmemecesine Floransa’ dan sürülecek.

 

İnferno’ nun yazılmaya başlandığı tarih 1307; fakat eserde yazılan olayların başlangıç tarihi 1300, dolayısıyla bu olayları zaten yaşamış Dante ama geriden başlattığı için bu Ciacco’ nun kehaneti gibi yazılmış. Böyle bir teknik kullanıyor.

Dante daha sonra Floransa’dan tanıdığı diğer ruhların akıbetini soruyor, onların da Cehennem de olduğunu öğreniyor.

 

Cerberus

 

Mitolojide zenginlik Tanrısı Pluto’ nun köpeğidir; üç kafası, üç ağzıyla oburluk timsali ve yeraltı dünyasının bekçisidir. İçeri giren kimseyi dışarı bırakmıyor. Mafya babalarının fedailerini hatırlatıyor.

 

İlmini hatırla

 

Virgil burada Aristo felsefesini kastediyor. İnsanın ruh ve beden bütünlüğüyle mükemmele erişeceğini söylüyor.

 

 

 







İnferno 4 Felsefe Evi- Limbo (elifmat.blogspot.com)


İnferno 4 Felsefe Evi- Limbo (elifmat.blogspot.com)