Tom ve Isabel
Bacaklarım çok yorulmuştu. Bu eve geldik geleli merdiven
inip çıkmaktan. Kocamın görevi fener bekçiliği. Görevini hiç aksatmaz. Yukarıda
kule bölümünde sabahın beşinde kalkarak gününü geçirir. Fenerin temizliği
saatlerin bakımı gelip geçen gemilerin kaydının tutulması.
Asker adam olduğu için çok disiplinlidir. Çocukluğundan beri
kuralları disiplini seven bir yapısı olmuş
Savaşta batı cephesinde Avrupa cehenneminde yer almış. Çok
şükür sağ sağlam memleketimize Avusturalya’ya dönmüş. Döndüğünde hala savaşın
korkunç izlerini ruhunda taşıyordu. O sesler o vahşi görüntüler gece rüyalarına
giriyordu.
Döndüğünde her şeyden uzak sessiz sakin bir yerde iş aramış
Artık gürültüye kargaşaya tahammülü kalmamış.
İşte tam o sıralarda tanıştık. Sonradan söylediğine göre
savaş yorugunu Avusturalya’da benim neşeli cıvıl cıvıl halim kendisini çekmiş.
O sıralarda bie de yılabaşı balosuna gitmiştik. İpek çoraplarım rugan pabuçlarım
çok şendim. Yaşlılar biraz buruk bütün gençler geleceğe ümitle bakmanın heyecanını
taşıyordu. Hemen her evden şehit verilmişti. O acıları geride bırakmak kolay
değildi ama artık mutlu olma zamanın gelmesini istiyorduk.
Ben de bu yakışıklı askerle evlenmeyi gerçekten çok
istemiştim. O biraz tereddütteydi. Her şeyden uzakta Avusturalya’nın güney
batısında Janus Rock denen bu rüzgârlı adada yalnız başımıza kalmaktan mutlu
olmayacağımı düşündü.
Oysa ben sevmiştim önümüz deniz arkamız uçsuz bucaksız kır
ve yeşillikti. Komşumuz yoktu. Ulaşım yalnızca üç ayda bir gelen erzak
teknesiyle mümkündü buraya. Komşumuz yoktu. Mektuplarımızı da öyle gönderiyorduk.
Erzağımızı getiren iki denizci dışında hiç kimseyle irtibatımız yoktu.
Ben bahçeyi ekip biçiyor koyunlarımıza ve tavuklarımıza
bakıyordum. Başlangıçta çok mutluyduk ancak bir evlat hasreti çekmekteydik. Birkaç
düşük yapmıştım. Bu yalnız adada bizden başka kimse yoktu ne ebe ne doktor.
Şimdi yine hamileydim ve eşim üç ay sonra gelecek tekneyle kasabama
geri dönmemi orada daha güvenle doğum yapmamı istiyordu. Ama ben kabul etmedim.
Evimden ayrılmak istemiyorum.
Doğum zamanı gelmişti. Ve biz yine felaketi yaşadık. Çocuk
ölü doğmuştu. Ben teselli edilecek gibi değildim yemiyor içmiyor evin içinde
bir hayalet gibi dolaşıyordum Rengim sararmış solmuş, zayıflamıştım. Kocamın ne
dediğini bile işitmiyordum. Zavallı adam kendi üzüntüsünü bırakmış benim halime
yanıyordu.
Sonra ne oldu dersiniz? Mucize!
Doğumdan iki hafta sonraydı. Kıyıya bir kayık yanaştı.
İçinde ölü bir adamla yeni doğmuş canlı bir bebek vardı.
Burada okyanus deli dalgalarla kabarır gelir üzerimize. Ters
akıntılar vardır. Denizciler için çok tehlikeli bir yerdir. Kayalıklara
bindirirler. Zaten onun için fener konmuş bu adaya. Onun için bu fenerin
yanması o kadar önemli.
Ama kim olabilirdi bu adam? Niye buraya gelmişti? Nasış bir
fırtınaya tutulmuşta kendisi ölmüş, bebek sağ kalabilmişti.
Bunları düşünecek halim yoktu. Hemen koşup bebeği sarıp
sarmaladım ona Lucy adını verdim henüz sütüm çekilmemişti emzirmeye başladım.
İşte bu çocuk benim bebeğimdi Tanrı armağanıydı. Tanrı misafiriydi…
Mektuplarımda aileme hamile olduğumu söylemiştim onlar da
haber bekliyorlardı. Bir sonraki mektupta müjdeyi verecektim.
Ama kocam, ama kocam benim her zaman kurallara bağlı
sevgilim illa da bu kazayı rapor etmek istiyordu. “Bu çocuğun annesi vardır onu
arıyordur” diyordu.
“Annesi de ölmüştür, denize düşüp boğulmuştur” dedim.
“Hangi kadın bu havada çocuğu babasına verir de denize açılmalarına izin
verir ki?”
Zavallı adamı deniz kenarında bir yere gömmüş üzerine tahta
haç dikmiştik. Kızı da burada bizimle büyüyecekti.
Aradan aylar geçti ben çok mutluydum. Tom’un içi bir türlü
rahat değildi. Bu durum aramızı açıyordu.
Ertesi sene sonunda izin zamanı geldi. Gelen tekneyle hep
beraber kasabaya geri döndük.
Hayatımız da o zaman değişti.
Ben gerçeği öğrenince şoke oldum. Tom’da öyle. Lucy’nin
annesi yaşıyormuş. Babası Frank adında bir Avusturyalıymış. Savaş zamanı halk
burada yaşayan Alman asıllı vatandaşlara hayatı zehir etmişti. Oysaki onların
kilometrelerce uzakta dünyanın öbür ucunda çıkan savaşla ne alakaları
olabilirdi ki?
Kasabanın en zengin adamının kızı olan Hanna bir Avursturyalı
adamla evlenmişti işte. Soyadları Almancaydı. Nereye gitseler insanlar onlara
kötü kötü bakıyorlardı.
Anzak gününde de öyle olmuştu. Ailece gezerlerken Hanah bir
tanıdığa rastlayınca bir anda ayrı düşmüşler, zil zurna sarhoş birkaç genç kucağında
çocuğuyla yürümekte olan Frank’e hakaret etmeye başlamışlar.
Frank saldırıya uğrayacağını anlayınca can orkusuyla rıhtıma
koşmuş, bir kayığa atlayıp hızla küreklere asılmıştı. Zaten kalp hastası olan
Frank’ten bir daha haber alınamamıştı. Karısı Hanah denizde kaybolan kocası
Frank ve kızı Grace için yas tutuyordu. Ama işte ana yüreği bir türlü kızının
öldüğüne inanamıyordu.
Hanah’nın babası torunu ve damadı için bir ödül koymuştu.
Onlardan haber getirene büyük para ödülü vardı…
XXXX
İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında
bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti.
Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı
içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının
yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.
İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama
nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?
Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi
kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine
ne diyecekti?
Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda
Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta
arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.
Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının
gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri
döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı. Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı
tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.
Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden
yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın
babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu
bulana büyük ödül vereceğim dedi.
O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in
gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin
mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye
görmüştü.
Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu,
mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek
gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…
XXX
Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise
ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının
kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına
bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman
olmuştu.
Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor
olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i
öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.
Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun
sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un
başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.
Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek
annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.
İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…
Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna
inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna
edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.
Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp
beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler
sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…
İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında
bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti.
Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı
içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının
yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.
İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama
nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?
Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi
kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine
ne diyecekti?
Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda
Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta
arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.
Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının
gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri
döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı. Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı
tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.
Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden
yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın
babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu
bulana büyük ödül vereceğim dedi.
O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in
gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin
mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye
görmüştü.
Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu,
mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek
gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…
XXX
Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise
ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının
kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına
bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman
olmuştu.
Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor
olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i
öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.
Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun
sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un
başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.
Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek
annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.
İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…
Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna
inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna
edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.
Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp
beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler
sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…
İsabel Avusturalya’dan kaçmaya karar vermişti. Yanında
bebeği bir yere gidecekti. Ne olursa olsun, nereye olursa olsun gidecekti.
Hanah ‘nın babası torunu için vereceği ikramiyeyi arttırmış, Tom vicdan azabı
içerisinde, bebeği geri vermekten ya da en azından bebeğin annesine evladının
yaşadığını haber vermekten bahseder olmuştu.
İsabel artık kocasına güvenmiyordu. Buradan kaçmalıydı. Ama
nereye, nasıl, kucağında bebek bir başına?
Düşündü, “İngiltere’de belki akrabalarımız vardır” dedi
kendi kendine. Oraya gitsem bir iş bulsam… Taa oraya nasıl gidilirdi? Ailesine
ne diyecekti?
Tom’un izninde şehre inmişlerdi. Aksilik bu ya Tom yolda
Hanah’ya rastlamıştı. Şu işe bak Tom savaştan dönerken aynı gemidelermiş. Hatta
arkadaşta olmuşlar. Nereden bilebilirlerdi kaderlerinin böylesine kesişeceğini.
Hanah’yı gördüğünde, kaybolan bebeğine ağlayan kadının
gözlerine baktığında Tom kararını vermişti. İsabel bunu anlamıştı. Adaya geri
döndüklerinde Tom, Hanah’ya imzasız bir mektup yazdı. Ne olup bittiğini anlatmak istedi anlatamadı
tabii. Sadece “kızın yaşıyor sağlığı yerinde merak etme, artık ağlama” dedi.
Bunu duyan Hanah deliye dönmüştü. Polis teşkilatına yeniden
yalvardılar yakardılar. “Böyle böyle bir mektup aldık” dediler. Hanah’nın
babası bütün barlara, kahvelere, lokantalara gidip durumu anlattı, çocuğu
bulana büyük ödül vereceğim dedi.
O anda, adaya erzak götüren iki kişiden biri olan Blake’in
gözleri bu sözleri duyduğunda parladı. Bu işte bir iş olduğunu biliyordu. Çiftin
mutfaklarında Hanah’nın tarifine uygun bir bebek çıngırağı ve pembe battaniye
görmüştü.
Tom ve İsabel’İn yeni doğmuş kızları da tarife uyuyordu, mavi gözlü sarışın…Ne vardı şu zengin adamı durumdan haberdar etse? Bebek gerçekten adamın torunuysa büyük ödüle konardı…
XXX
Ne olduysa bundan sonra oldu. Blake durumu haber verdi polise
ve de zengin adama. Hemen adaya polis ekibi gönderildi. Bebek genç kadının
kucağından alındı, Tom ve İsabel polis merkezine götürüldüler. Karısının başına
bir şey gelmesini istemeyen Tom bütün suçu üzerine aldı. İsabel Tom’a düşman
olmuştu.
Polisler Frank’in de adaya geldiğinde belki yaşıyor
olabileceğini düşünmüş onun ölümüne de kuşkuyla bakmışlardı. Açık açık Tom’un Frank’i
öldürmüş olabileceğini düşünüyorlardı.
Hanah kocasını savunmak için hiçbir şey söylemedi. Onun
sessizliğini polisler kendi düşüncelerinin onaylanması olarak gördüler. Tom’un
başı giderek daha fazla derde giriyordu. Sonunda hapse atıldı.
Bebeğine kavuşan Hanah çok sevinçliydi ama bebek gerçek
annesine bir türlü alışamıyor, annesinin İsabel olduğunu sanıyor onu arıyordu.
İsabel üzüntüyle kabuğuna çekildi. Artık yaşamak istemiyordu…
Hanah bu işin peşini bırakmadı. Tom’un suçsuz olduğuna
inanmak istiyordu. Gidip onunla hapiste konuştu, babasını ve polisleri ikna
edip, kocasının gerçekten kalp krizinden öldüğüne inandığını söyledi.
Tom sonunda hapisten çıktı, zamanla İsabel ile barışıp
beraber yaşamaya başladılar. Ancak içlerindeki hüzün bitmedi. Taa ki seneler
sonra artık bir genç kız olmuş olan Lucy/Grace gelip kendilerini buluncaya kadar…
The Light Between Oceans adlı kitaptan esinlenerek haftalık yazı çalışmalarımızda yazdığım bir yazı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder