1 Aralık 2021 Çarşamba

KARMAKARIŞIK

 

Bir okla yaralı kalbim,

Boyacının sandığında;

Güvercinim kâğıt helvasında;

Sevgilim kayığın burnunda;

Yarısı balık,

Yarısı insan;

İn miyim?

Cin miyim?

Ben neyim?

 

Orhan Veli


 


Ben kimin sorusu edebiyatın temel sorularından biri. Ben kimim? Eskiden kimdim? Şimdi kim oldum?

Hayat değişiyor. Hayat değişirken biz de aynı kalmıyoruz.  Biz de sürekli değişim halindeyiz. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi.

Bu dünyadaki halimizi anlamaya çalışırken, bir yerden de acaba geçmişte başka hayatlar yaşadık mı? Reenkarnasyon diye bir şey var mı? diye merak ediyoruz.

Acaba eskiden neler yaşadık? Hangi dilleri konuştuk? Neredeydik? Yanımızda, yakınımızda kimler vardı?

Sevgilimiz kimdi?

Şimdi niye buradayız?

Şu anda yanımızda olan insanlar neden yanımızdalar? Bizi birbirimize bağlayan ne?

Kader mi?

 

 

Irmak

Niye yürümeyi seviyorum? Niye su kenarı, ırmağın akışı, ağaçların rüzgardan sallanışı, sonbaharda yaprak döküşü, kışın inceden yağan kar beni bu kadar etkiliyor?

Evlerimizden çıkıp doğayla bütünleştiğimizde nasıl değişiyor başka biri oluyoruz. Düşünceler duygular birbirini kovalıyor. Sanki yürürken beynimiz kendisini reset ediyor. İnsan kendisine geliyor.

“Kendine gelmek.”  Bu lafı seviyorum. Evet, herşeyi bırakıp arada kendimize gelmeliyiz. “Nerede kalmıştık?” diye sormalıyız.

Ev hayvanları da bizi etkiliyor. Onların yanımızda olması, başlarını okşamamız stresimizi atıyor, yüksek tansiyona çare oluyor.

 

Sevgilim kayığın burnunda...

Bir zamanlar o sevgili bendim. Moda ‘da sandala binip gezmiştik. Benim üzerimde pembe etek, pembe ceket,  bebe yakalı bluz, çok romantik bir kıyafet vardı. Onda beyaz pantolon açık renk gömlek, kürekleri gayet güzel çekiyordu. Sanki her zaman yaptığı işmiş gibi.  İkimizde sessizdik doğayla bütünleşmiştik.

 

Taş

Niye evlenirken illaki taşlı yüzük verilir? Ya tektaş ya da pırlantalı alyans. Sonsuzluğu simgelediği için olmalı. Malum, biz gidiyoruz, tabak çanak, bu arada tek taş yüzük kalıyor geriye. İnsanlar kendi ölümlülüklerinin farkında oldukları için hep sonsuzluk peşindeler. Bitmeyecek bozulmayacak, bitmeyecek şeyler istiyorlar. Oysa gıdamız bile hemen çürüyor. Bize asıl gerekli olan şeyler çürüyor, bozuluyor, gidiyor, bitiyor...

Sanki o taşı parmağına takınca hiçbir şey bozulmadan kalacakmış gibi. Oysa gerçekte öyle olmuyor. Taş parmaktan çıkıyor, geriye anılar kalıyor.

Unuttum desende bir gün, bir yerden,  mesela bir şiir mısraından çıkıp gelip gene karşına dikiliyor....

 

Haftalık yazı çalışmalarından, rastgele kelimelerin ve tabii Orhan Veli'nin Karmakarışık  adlı şiirinin verdiği ilhamla...


Elif Mat

 

25 Ekim 2021 Pazartesi

Edebiyatta kadın portreleri Blanche du Bois

 Elif Mat


 

Tennessee Williams’ın A street Car Named Desire adlı tiyatro oyunu dilimize Arzu Tramvayı olarak çevrilmiştir. Bir güneyli olan Tenesse Williams’ın en sevdiği şehir New Orleans’tır ve orada gerçekten Desire isminde bir tramway vardır Bu vagon bugün müze olarak kullanılmaktadır.

Eserin başında Blanche, bu tramvaya binerek Elysian Fields’e gider. Bu şehrin Fransız tarafında Misissippi ırmağına yakın bir cadee ismidir. Kelimenin aslı Yunan mitolojisinden gelir iyilerin ölümden sonra gittikleri yer. Cennet. Paris’teki meşhur Champs-Élysées caddesi,  Élysée Sarayiıda ismini bu Yunanca kelimeden alırlar.

Bu şehrin fakir bir bölgesidir, iki katlı şirin evleri vardır. Dışarıdan merdivenli ahşap işlemeli her çeşit insanın yan yana yaşadığ,ı sokaktan müzik sesinin sarhoş gürültülerinin geldiği yerlerdir buraları.

Amerika’nın güney eyaletlerinin görkemli bir geçmişi vardır oysa ki Buradaki insanlar, eskiden büyük çiftliklerin ve kölelerin sahipleriydi. Uçsuz bucaksız arazilerinde pamuk tarımı yapılıyordu. Kendilerini Avrupa’daki  ortaçağ dükleri, düşesleri gibi görüyorlardı. Yalnız kendileri gibi, beyaz ve zengin olan kimselerle görüşüyorlardı. Büyük, genellikle beyaz kösklerde oturuyor, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmuyorlardı. Ama zamanla her şey değişti. Köleler isyan etti. Kuzey Güney savaşı çıktı. Kölelik kaldırıldı. Toprak sahipleri artık eskisi gibi bedava işgücüne sahip değillerdi. Dahası sanayileşmeyle birlikte toprak sahibi olmak da eskisi gibi, çok mühim bir şey olmaktan çıkmıştı.

Aileler eski zenginliklerini kaybetmeye başladılar. Nüfus şehirlere aktı. Orta halli veya fakir aileler geçim kaynaklarını fabrika da çalışarak temin etmeye başladılar. Şehirlerde artık zencisi, beyazı, Meksikalısı, Fransızı, İspanyolu, İngilizi hepsi bir arada ve birbirlerine yakın dairelerde yaşar oldular. Artık sınıf farkı pek bir şey ifade etmiyordu.

İşte Blanche, böyle zengin bir aileden geliyordu. İngilizce öğretmeni kültürlü bir kadındı. Ama ailenin büyükleri ölmüş, kendisi parasını idare edememiş, borçlarını ödeyememiş, bir özel meseleden dolayı çalıştığı okuldan da uzaklaştırılmıştı.

Eldeki, avuçtaki para bitince, o büyük ev de satılmış, çeşitli otellerde kalmaya başlamıştı. Bir kaç sene sonra, artık otele verecek para da bitti. Çaresiz kardeşinin yanına New Orleans’a geldi.Blanch’ın ismi Fransızcaydı. Blanche du Bois Beyaz Koru manasına geliyor. Kendisini baharda çiçek  açmış meyva ağaçlarına benzetiyor. Beyazlık masumiyeti simgeler. O da artık yaşı ilerlemesine ve feleğin çemberinden geçmiş olmasına rağmen, aslında çocuk ruhluydu. Kendisinden bir kaç yaş küçük olan kızkardeşi Stella çoktan evden ayrılmış kendisine yeni bir hayat kurmuştu. Stanley isminde fabrikada işçi olarak çalışan kocasıyla beraber küçük bir dairede yaşıyorlardı.

Bu Stanley, onların genç kızken etraflarında görmeye alışık oldukları zengin, kibar gençlere hiç benzemiyordu. Kaba saba, içkiye ve kumara düşkün, bağırıp çağırmaya temayülü olan,  eğitimli olmayan, iri yarı, ama yakışıklı bir adamdı.

Stella, eski zenginliğin romantizmini çoktan bırakmıştı. Gerçekçi bir şekilde hayata tutunmuştu. Stanley’in kendilerine göre daha aşağı bir sosyal sınıftan olmasına da aldırış etmiyor, kocasını seviyordu.

Ama Blanche, hem yaşadıkları çevreyi, hem de Stella’nın kocasını çok yadırgamıştı doğrusu. Gidecek bir yeri yoktu, o kücük dairede Stella ve kocası Stanley ile birlikte yaşamaya başladı. Bir yatak odası, bir salon bile denilemeyecek küçük bir alan ve mutfak. Daha doğrusu mutfakta bir masa ve sedir.Blanche o sedirde yatacaktı.

 

Stanley, eve arkadaşlarını toplayıp, poker oynamayı seviyordu. Bu oyun esnasında da kadınların evde olmalarını istemiyordu. İki kardeş sinemaya gittiler, dışarıda yemek yediler ,dolaştılar ve saat geç olunca eve döndüler. Poker oyunu devam ediyordu. Kadınlar yatak odasına geçti ,radyoyu açtı, eğlenceli bir şekilde konuşmaya başladılar. Stanley kumarda kaybettiği için sinirliydi, çok da içmişti. Radyoyu kapamalarını ve susmalarını istedi onlardan.

Stella sinirlendi. “Kendi evimde konuşamayacak mıyım? Hem gitsin artık bu adamlar evlerine oyun bitsin geç oldu” dedi.

Aslında Stanley’in arkadaşı Mitch de oyun oynamak istemiyor, Blanche ile sohbet etmek istiyordu. Ama Mitch kumarda parayı kazanan taraf olmuştu ve Stanley onu masaya çağırıp, kaybettiği parayı geri almak istiyordu.

Kavga çıktı. O sarhoşlukla Stanley, hamile karısı Stella’ya vurdu. Arkadaşları hemen üstüne çullanıp onu zaptettiler, yaka paça tutup ayılması için duşa götürdüler.

O sırada kadınlar çoktan korkup, üst kattaki komşuya sığınmışlardı.

Üstüne soğuk su dökülen Stanley ayılmıştı. Bütün gece sokaktan üst kata bağırdı, karısını geri istiyordu. Blanch’ın uyarılarına rağmen, Stella dayanamadı geri kocasının yanına gitti.

Zavallı Blanche, geceyi korkuyla geçirdi. Nasıl olup da Stella gibi hanım bir kızın, bu kaba saba adamla beraber olduğunu anlayamıyordu.

Zaten iki kız kardeşin konuşmalarını da zaman zaman Stanley duyuyor, Blanche’ın kendi hakkında ne düşündüğünü biliyordu.

En kötü darbe, Stanley’in, Blanche’ın aile evinin satılmasına neden olduğunu öğrendiğinde geldi. Bu ona göre kendi karısının da pay alması gereken mirastı. Şimdi öyle bir miras kalmamıştı. Çok sinirlendi ve Blanche’ı araştırmaya başladı.

Gelip karısına, Blanche’ın iyi bir ününün olmadığını, buraya gelmeden evvel, bazı kötü şöhretli otellerde kaldığını, bir çok adamla beraber olduğunu söylediği gibi, okuldan izinle ayrılmadığını, bir öğrencisi ile ilişki kurduğu için, okul tarafından görevine son verildiğini anlattı.

Stella bunlara inanmak istemiyor, Stanley’i susturmak istiyordu. Ama Stanley bununla kalmadı, Blanche ile evlenmek isteyen Mitch’e de durumu anlattı. Bu evliliğe mani oldu.

Aslında o talihsiz gün, Blanche ‘ın doğum günüydü. Mitche’de davetliydi, Stella hazırlık yapmıştı. Ama Mitch gelmedi. Yine kavga çıktı aile arasında ama bu sefer Stella daha fazla dayanamadı doğum sancıları tuttu. Stanley’den kendisini hastaneye götürmesini istedi.

Blanche, evde yalnız ve üzgündüi. Perişan halde içkisini yudumluyordu. Geç vakit, Stanley geldi. Doktorların kendisine eve gitmesini söylediklerini, daha doğumun olmadığını söyledi.

Sonra olanlar oldu. Kendisini bilmeyen bu hadsiz adam, bu sefer Blanche’ a saldırdı ve tecavüz etti. Blanche’ın kendisni savunma çabaları işe yaramadı.

 

Hastanede doğum yapan Stella, bu durumdan habersiz ertesi gün eve bebeğiyle geldi. Blanche’ın başına gelen bu felaket, bir başka felakete daha yol açacaktı. Blanche olanları Stella’ya anlatmakla hata yapmıştı.

Stella Blanche’ın anlattığı hikayeye inanmak istemiyor, Stanley Blanche’ın gitmesini istiyordu. Blanche’ın gidecek yeri yoktu. Ailece Blanche’ın akıl hastası olduğuna karar verdiler ve bir hastaneye yatırılmasını istediler.

Blanche, hakikaten de hayal aleminde yaşamaktaydı. Tanıdığı Teksaslı  zengin bir  adamın gelip, kendisini buradan kurtaracağına inanıyor, ona mektuplar yazıyordu.

Kapı çaldı ama gelen Teksaslı değildi. Bir doktor ve hemşireydi. Hemşire Blanche’ı zaptetmeye çok uğraştı başaramadı ama doktor kibar bir yaklaşım sergiledi. Onu elinden tutup güzellikle götürdü.

Mitch ağlıyordu. Erkek olup, sevdiği kadına, Blanche’a sahip çıkamamıştı. Onun mahvını sadece seyretmişti.

Stanley durumu umursamıyordu.

Stella? Stella bu seçimi yapmıştı ama görünen o ki  bu karar onu da mahvetmişti.

Tiyatro eseri Stella’nın ağlaması ve Stanley’in onu teselli etmeye çalışması ile biter. Filmde ise Stella ile Stanley kavga ederler ve  Stella kocasına bu sefer dönmemeye karar verir.

 

Arada çocuk olsa da artık devam edemeyecektir. Bu durum da güzel bir evlilik zaten beklenemezdi.

Hangi son daha mantıklı buna seyirci karar verecek.

 


Blanche Karakteri

 

İyi bir evde büyümüş, ingilizce öğretmeni olan, Fransızcayı iyi konuşan, kültürlü bir kadın Blanche. Mitche ile olan arkadaşlıklarında, kendi geçmişini de anlattı unutmadığı, unutamadığı ilk kocası Allen’ı da.

 Ona sadece boy (çocuk) diyordu. Kendisi 16 yaşındayken, her ikisi de daha çocuk denecek yaşta evlenmişlerdi. Ancak Allen’da bir farkllık vardı, bu çok yakışıklı ve kendisini çok sevdiği genç kocası aslında onunla pek beraber olmuyordu. Bir gün,tesadüfen kocasının gay olduğunu öğrendi. Önce bir şey demedi ama bir akşam dans ederlerken,” gördüm biliyorum” dedi Allen’a.

Allen dışarı çıktı. Ağzına silahı dayayıp intihar etti. Bu iki olay arasında yani Blanche’ın ona bildiğini söylemesiyle, Allen’ın intiharı arasında sadece dakikalar vardı.

Blanche’ ın geçmişindeki trajedi buydu. Bu olayın üzerinden gelememişti. Aile büyüklerinin ölümüyle yalnız kalmıştı, yalnızlığını içkiyle ve rastgele tanıştığı adamlarla geçiriyordu.

O dönemin şartlarında çok erkekle beraber olan kadınlara akıl hastası gözüyle bakılıyordu. (Oyun 1947’de yazılmış)

Blanche, geçmişte yaşıyordu. O kaybettikleri ihtişamlı evin ismi Belle Réve- Güzel Rüya idi. O bile rüya idi. Tramvay’ın adı Desire- Arzu idi. Desire İtalyanca sidare yıldız kelimesinden geliyor de olumsuzluk eki. Yıldızdan uzak olmak anlamını taşıyor. Biz yıldızlara ulaşamayız, onlar çok uzaktadır. Aslında yıldızın kendisini bile değil, sadece ışığını görürüz. Dünya, arzu, istek, hayal kurma yeridir. Elysean fields ile çağrışım yapan Cennet ise artık bir arzunun olmadığı yerdir. Orada isteyebileceğimiz her şey vardır. Ama dünyadayken bu da ulaşılmaz bir kavramdır.



Stella Karakteri

Stella’nın ismi de yıldız manasına geliyor. Stella gerçekçi, isteklerine kavuşmuş, hayal kurmayan, beklentisi olmayan bir kadın.

Bu eserin başında adres arama sahnesinde,  A street car named Desire, Elysean Fields ve Cemetery- Mezarlık kelimeleri geçiyor. İlk baştan ölüm ve desire arasında bağ kuruluyor.



Stanley Karakteri

Gene ilk sahnede Stanley, kasaptan aldığı et paketini karısına bir top gibi fırlatıp, kendisi bowling oynamaya gidiyor.

Carne – et demek İtalyanca’da. Carnal desire, tensel istek, nefsin istekleri anlamına geliyor. Ruhsal, ulvi şeylerden ayrı, daha basit dünyevi arzular.

Stanley böyle bir adam ruhsal incelikten yoksun. Yaptıklarının cezasını çekmiyor.

Bu eserde cinsellik ön planda. Blanche’ın sevdiği adam Allen, gay olmasının cezasını çekti. O yıllarda toplum tarafında kabul edilmeyen gay  eğilimindeki gençler ruhsal bunalım geçiriyorlar, bazen de böyle intihar ediliyorlardı. Tennese Williams da gaydi ve ailesi tarafından, özellikle babası tarafından dışlanmıştı.

O da, böyle zengin bir güney evinde büyümüştü ve onun kızkardeşi de akıl hastası olduğu gerekçesiyle akıl hastanesine kapatılıp, ailesinin isteğiyle gereksiz bir beyin ameliyatına maruz kalmıştı. (Lobotomi) Aynı Amerikan Başkanı Kennedy’nin kızkardeşi gibi. Erkeklerin çapkınlığına çapkınlık denip geçiliyor ama kızların renkli bir hayatı olursa, bu akıl hastalığı kabul edilip, icabına bakılıyordu o yıllarda. Özellikle zengin ailelerde. Önemli olan ailenin ismiydi.

Blanche da bunun kurbanı oldu. İçindeki yalnızlığı ve acıyı bastırmak için başka adamlarla birlikte olduğu için akıl hastası olarak görülüp, hastaneye gönderildi.

Stella kocasına olan tutkusu yüzünden, hem kendisine dayak atan adamla beraber olmayı devam etti hem de kardeşinin tecavüzle ilgili ifadesine inanmayarak onu deli kabul etmeyi  kocasından ayrılmaya tercih etti.

Stanley ise kaba saba da olsa, şiddet de gösterse, içkici, kumarbaz ve tecavüzcü de olsa başına bir şey gelmeden bu yaptıklarının cezasını çekmeden hayatına devam etti.

 

Tennessee Williams (1911-1983)

22 Eylül 2021 Çarşamba

Araf 1 Daha İyi Sular

 















Karanlık ve acımasız denizden sonra daha iyi sulara yelken açtık;

Şimdi insanın ruhundan günahı atması ve Cennet'e yükselebilmesi için kendisine verilmiş

“İkinci Krallığı” anlatma zamanı.

Kutsal ilham perileri bana yardım edin de ölü şiiri diriltelim,

Doğudan, safirin tatlı mavisi ufku kaplamakta,

Saflığı ve mükemmel parıltısıyla gözler için bir şölen.

O karanlık, havasız, ruhumu basan, gözümün nurunu körelten,

Ölü yerden çıktıktan sonra,

Gözlerim bu güzelliklere yeniden açılıyor.

Aşkın etkisini çoğaltan gezegen (Venüs) bütün doğuyu ışığıyla gülümsetiyor.

Artık balık burcuna girme zamanı.

 

Sağıma dönüp, diğer kutba bakıyorum.

İlk insandan beri kimseye görünmeyen dört yıldızı görüyorum,

Gökyüzü onlarla parlıyor.

Bu yıldızlar ancak güney yarım küreden görülebilir.

 

Yıldızlara bakmaya ara verip de, başımı çevirdiğimde.

Yalnız bir adam gördüm.

Eski bir adamdı, duruşu bende büyük bir saygı uyandırdı.

Öyle bir saygı ki, hiçbir babanın evladından bekleyemeyeceği kadar.

Saçı sakalı beyazlamış ve uzundu, göğsüne kadar iniyordu,

Yukarıdan, dört yıldızdan inen nurla yüzü parıldıyordu.

 

Bana döndü ve “Karanlık vadiden tırmanan iki kişi siz kimsiniz?

 Cehennem’ den mi kaçtınız? Sizi buraya kim getirdi?

Karanlık vadiden kaçışınızda size kim ışık tuttu?

 O vadi ki, her zaman karanlıkta kalacaktır.

O çukurun kanunları mı değişti?

Cennetten yeni bir karar mı çıktı ki;

Cehennemlikler benim kayalıklarıma tırmanabiliyor?”

 

Tam bu sırada Üstadım bana saygıyla eğilmem için işaret etti

Ve ona cevap verdi:

 

“Ben buraya ne kendi irademle, ne de kendi kuvvetimle geldim,

Karanlık gününde bu adama yardım etmem için

Cennetlik bir hanım beni buraya gönderdi.

Ama daha fazlasını öğrenmek isterseniz anlatayım;

Bütün deliliğiyle sona yanaşmasına rağmen

Bu adam henüz ömrünün son saatini doldurmamıştır.

O’nun ruhunu selamete ulaştırmasına yardım etmek için gönderildim ben;

Buradan başka da yol yoktur.

O’na suçluları gösterdim.

Şimdi de sizin idareniz altında bulunan ruhları göstermek istiyorum,

Çile çekenleri görmek onu arındıracaktır.

Hepsini anlatmak uzun sürer ama bize emir Cennet’ ten geldi

Bizim buraya gelmemiz sizi memnun eder mi?

Buradan geçerek özgürlüğüne kavuşacak olan bu adama müsaade eder misiniz?

Siz ki özgürlüğün değerini bilen, özgürlük için Utica’ da hayatını feda edensiniz!

Bu sebeple ölüm size tatlı gelmişti, bedenininizi bu uğurda kurban etmiştiniz.

O beden ki; kıyamet günü canlanacak parıldayacaktır.

Biz buraya gelmekle bir kanunu ihlal etmiyoruz,

Bu adam hala yaşıyor.

Ben de Minos’ un idare ettiği Limbo’dan geliyorum

Orada sizin Marcia’nız da var; hep size dua ediyor.

Onun hatırına bize müsaade edin.”

 

Dünyadayken Marcia ya bakmak beni mutlu ederdi,

Ne istediyse yaptım,

Şimdi kötü ırmağın öbür tarafına düşmüş,

Onun duasının bana artık faydası yoktur.

Ben göreve başladığımda kanun buydu

Ama söylediğin gibi Cennet’teki Hanım size müsaade çıkarttıysa

Bana övgü dolu sözler söylemenize gerek yok.

Sadece söylemeniz kâfi,

Gidin bakalım!

Şimdi bu adama kılavuzluk et,

Ama önce eteklerinizi toplayın ve gidip yıkanın.

Çünkü gözlerinizde hâlâ Cehennemin sisi varken,

Cennetin kapısını bekleyen meleğin huzuruna çıkmanız doğru olmaz.” Dedi Cato.

 

Dalgaların vurduğu kıyıda, yumuşak çamurun içinde sazlar büyüyordu,

Orada ağaç yoktu.

Bu tarafa geri dönmeyin, ışığı takip edin

 Doğan güneş size daha kolay bir yol gösterecektir

Bunu söyledikten sonra yaşlı adam sessizce gözden kayboldu.

 

Ben ayağa kalkarak rehberimin yanına gittim.

O da; “Beni takip et; hafif eğimli bir tepeyi tırmanacağız” dedi.

 

Gün doğdu bütün ihtişamıyla ve ben uzaktan denizin gürültüsünü duydum

Uzaklaşmış oldukları yolu tekrar bulmak isteyen,

O yoldan ayrı geçirdikleri zamanı kayıp sayan iki adam gibi,

O yalnız vadide geniş adımlarla ilerledik.

Kuytu bir yere geldiğimizde; daha güneş ısıtmamıştı.

Bitkilerin üzerindeki çiğle Virgil ellerini ıslattı.

Maksadını anlayınca gözlerimden yaşlar süzülerek yüzümü ona çevirdim;

Ve üstadım Cehennemin kirini yüzümden temizleyerek,

Yüzümün eski rengine dönmesini sağladı.

Yerden bir saz kopararak belime kemer yaptı.

 

Yerde sazın söküldüğü yerden hemen bir yenisi çıktı...

 

 



11 Ağustos 2021 Çarşamba

Paylaşmak

 Hiciv

Elif Mat



“Paylaş bakalım pastayı” dedi Mafya babası. “Hep bana, hep bana yok! Madem çöktünüz marinaya biz de görelim kârdan bir parça! En iyisi bu.”

“Bana mı diyorsun? Dağıtırım burayı, batırırım dünyanızı” dedi Derin Mehmet. “Bak ben ne için çalışıp duruyorum. Binali gibi ben de minik yavrumu beslemeye uğraşıyorum. Ne istiyorsun bizim ekmeğimizden, ıstakozumuzdan, yatımızdan katımızdan, toz paramızdan?”

“Ulan, ne doymaz minik yavrularınız varmış sizin? Latin Amerika’dan gemilerle esrar geldi, kokain geldi, pudra şekeri, kağıt helva Araplara sattınız gene yetmedi size. Kıbrıs, mıbrıs size çalışıyor. Olmadı bir de kırmızı pabuç getirip satın. Malum Arap’ın derdi kırmızı pabuç”

“O eskidendi, modası geçti. Arap’ın derdi kırmızı pabuç derlerdi. Şimdi yüksek ökçe, üstü değil tabanı kırmızı istiyorlar, İtalyan malı.”

“Oldu, onu da İtalya’dan getirt bari, bir gemi”

“Ulan sen benle alay mı ediyorsun?” dedi yerinden zor kalkarak. “Eskiden pek çeviktim, şimdi göbek ağır geliyor kalkamıyorum. Yoksa fırlayıp gözüne yumruğu çakmıştım, bu kadar konuşturmazdım seni.” Dedi ağır Mehmet.

 


9 Ağustos 2021 Pazartesi

Brezilya' da bir Kanadalı

 Elif Mat

Öykü

Kanada’da bir liseye Brezilya’dan mektup geldi. Eski bir öğrencileriydi yazan. Uzun süredir kayıp olan Jamie isminde bir kız. Haber bültenlerinde gözü yaşlı anne ve babasını görmüşlerdi.

“Beni bir suç şebekesi kaçırdı. Sao Paolo’dayım ama tam olarak nerede olduğumu bilmiyorum. Portekizceyi anlamıyorum. Beni zorla tutuyorlar. Kurtarın. Aileme genelevde zorla çalıştırıldığımı söylemeyin.” yazıyordu. Müdür mektubu derhal polise götürdü. İnterpol arandı. Kızın ailesine “bir ipucu aldık üzerinde çalışıyoruz” dediler.



Jamie’nin eski sevgilisi Robert, olanları duymuştu, çok hiddetlendi, o sinirle işyerindeki çelik dolaba bir yumruk attı. “Kim kaçırmış olabilir Jamie’yi? Nasıl kaçırdı? Taa Brezilya’ya nasıl götürdüler?” dedi.

Mektuptaki tek ipucu kızın zaman zaman alışverişe geldiği mağazaydı. Bazen oraya gelip, alışveriş yapmasına izin veriyorlardı. Ama asla yalnız evden çıkamıyordu.

Böyle bir çete olduğunu duymuştu Robert. Kanada’nın bir şehrinden kaçırdıkları genç kadınları başka bir şehre götürüp, satıyorlardı.  Ama taa Brezilya, bu nasıl bir işti? Aklı almıyordu. Çıldıracak gibiydi. Oraya gitmeye karar verdi.

Bu suç oranı yüksek, sokakta gezmenin tehlikeli olduğu ülkede her şey olabilirdi. Söylenen mağazayı bulacaktı. Uçağa bindi, önce Teksas, oradan San Paolo, çok uzun bir yolculuktan sonra kendini bu büyük şehirde buldu.

Hava çok sıcaktı.  Taksiye bindi, adama dükkânın ismi yazılı olan kâğıdı gösterdi. Adam bilmiyordu. Bir müddet telsizden diğer taksicilerle konuştu. Arabayı sürmeye başladı. “Nereye götürecek acaba bu herif beni” diye düşündü Robert.

Geldikleri yer, kalabalık pis bir mahallede, küçük bir dükkân. “Acaba burası olabilir mi?” dedi. Girdi içeri, sağa sola baktı. Cebinden Jamie’nin resmini çıkarıp, kendisine bakmakta olan tezgahtar kıza gösterdi. Kız korkmuş gibi geri çekildi. Başını bilmiyorum anlamında iki yana salladı. Sonra soyunma odasına doğru baktı. Sanki bir şey demek ister gibi.

Robert dışarı çıktı. Facebook’tan San Paola’da olan Kanadalıların bir grubunu buldu. Akşam bir yerde buluşacaklarından söz ediyorlardı. Gitti oraya. “Portekizce bilen bir hanım arkadaş benimle falanca dükkâna gelebilir mi?” dedi. Onlara durumu anlattı.

Ertesi sabah dükkâna gittiler. Robert içeri girmedi. Emily’ ye baştaki ilk soyunma odasına bir şey denemek bahanesiyle girmesini söyledi. “Etrafa iyi bak” dedi.

Tezgahtar kız, “Her şey yolunda mı? Denediğiniz bluzu beğendiniz mi? Başka bir şey getirmemi ister misiniz?” diye sordu.

Emily, “Bunun bir de siyahını getirir misin? dedi. Siyah uzun saçlı alımlı tezgahtar, istenilen bluzu ve bir de gömlek getirdi.  Gömleğin cebinde bir kâğıt vardı. Başıyla kapının arkasını işaret etti. Kapının arkasında 19 rakamı ve J harfi vardı.  Kâğıdı açtı, Barceleno yazıyordu.

Emily Robert’e olanları söyleyip, kâğıdı verdi.  “Bu ne acaba?” dedi

Robert, başını salladı düşünerek, “Niye üzerinde Barceleno yazan kâğıt verdi bu kız bize? dedi.

“Öyle bir cadde var, gidip bakalım” dedi Emily.

Barceleno caddesi 19 numara da bir bar vardı. Akşamı beklemeleri lazımdı. “Gelip biraz içeriz” dediler. Biraz oyalandılar. “Sen git, dinlen bara ben akşama yalnız geleyim” dedi Robert.

“Dikkat et ama gece buralar tehlikeli olur” diye uyarmak ihtiyacını hissetti Emily.

Zaten bütün gün telaştan bir şey yememişti. Akşam Barceleno caddesi 19 numaraya geldiğinde, biranın yanında yiyecek bir şeyler de söyledi. Daha pek kimse gelmemişti. Barda oturan bir kız ilişti gözüne. Üzerinde rüküş bir elbise, yüzünde ağır bir makyaj vardı. Saçlarını kızıla boyamıştı. Ama Jamie idi.  İşte karşısında duruyordu.

Jamie onu görünce hayretle baktı. Sonra telaşlandı başını öbür tarafa çevirdi. Saçlarını tanınmak istemeyerek yüzüne döktü. Onu burada kimsenin görmesini istemiyordu, utanıyordu.

Yalnız gelmesi iyi olmuştu. Dikkat çekmemek için Jamie’ye bakmayacak ama başka kadınlarla konuşup, biraz bilgi almaya çalışacaktı. Yanına bir kadın geldi ona içecek ısmarladı ama kadın Portekizceden başka dil bilmediği için pek bir şey soramadı.

Kalktı, giderken Jamie’ye “merhaba güzelim” diye laf attı. Sonra yavaşça “Yarın istasyonun karşısındaki dükkanların önüne gel. Saat üçte.” Bunları söylerken sanki sarhoş olmuşta kıza asılıyormuş gibi bir havaya girdi. Elini kızın poposuna attı.

Bar fedaisi şöyle bir dikildi karşısına. Jamie kalktı ayağa, diğer kadınların yanına gitti. Patroniçe kaşlarını kaldırdı: “Niye adamı içeri davet etmedin? Dedi açgözlülükle.

“Ettim, etmez olur muyum? Parayı çok buldu, gitti” diye cevap verdi Nina, burada ona yeni bir isim vermişlerdi.

“Züğürt turist bunlar” dedi Madam Jezabel. Bu da onun takma ismiydi. Her gün bu kadını nasıl öldürüp, buradan kurtulurum, diye planlar yapıyordu Jamie.

Kalkarken Robert’a korkuyla bakmış, “Gelemem, beni yalnız bırakmazlar” demişti.

“Olsun sen yine de gelmeye çalış” diye fısıldamıştı Robert kararlılıkla.

Emily ertesi gün, Madam Jezabel’e, “Bir gece elbisesi görmüştüm payetli, onu almaya gidebilir miyim, biraz da para verseniz sevinirim. Pahalı hoş bir elbise” dedi.

“Hah şöyle”, dedi kadın, “Hep somurtup duruyorsun, biraz süslen giyin, kendine bak, neşelen! Artık senin hayatın bu! Kafana sok bu gerçeği. Depresyondaki kadını kimse istemez. Ben de gelirim seninle alırız. Nerede gördün elbiseyi?” dedi.

“İstasyonun karşısındaki alışveriş merkezinde.”

Alışveriş merkezindeki Butik Lola’ya geldiler. Birkaç tur atıp, elbiselere baktılar ama Robert’ı göremedi Jamie.  Emily’ yi de tanımıyordu. Ama Emily onun resmini görmüştü. Eline bir elbise aldı, üzerine tutar gibi yaptı Jamie’nin dikkatini çekti. Sonra yanından geçerken “İstasyondaki taksi durağına gideceksin” dedi. Jamie içinden kadın bırakmaz ki beni diye düşündü. Emily kendi kendine şarkı mırıldanıyor gibi yapıp “sokak çocukları” dedi.

Bu da bir şifreydi herhalde. Brezilya’da kapkaççı çoktu.

Dışarı çıktıklarında alışveriş merkezinin kapısının önünde sigara içen sokak çocuklarını gördüler.  Kadınların ellerinde paketler vardı. Madam hem Jamie’ye istediği elbiseyi hem de kendisine bir şeyler almıştı. “Bir de lame pabuç bakalım” diyordu.

O sırada çocuğun biri koşmaya başladı, üzerlerine doğru geldiğini görünce Jamie kendisini yana attı. Delikanlı olanca gücüyle Madam’a çarptı, sendeleyen kadın kendisini toparlamaya çalışırken, karnına bir de yumruk attı. Diğer çocuk fırladı, savrulan kadının kolundaki çantayı kaptı, kaçtı.

İlk gencin üzerlerine doğru geldiğini görmesiyle Jamie olacakları anlamıştı zaten. Hemen kargaşadan istifade edip, karşıya geçti kalabalığa karıştı. Taksi durağını sordu. Söylenen yere geldiğinde Robert kendisini bekliyordu. Taksiye binip otele geldiler. “Gördün mü ne kadar kolay oldu. Seni Kanada’ya götüreceğim” dedi.

“Nasıl olacak? Ne pasaportum var, ne de param”

“Önemli değil. Konsolosluğu aradım. Bundan sonrasını onlar halledecek. Bar adı altında faaliyet yapan genelevi de ihbar ettim. Sen çarşıdayken polis baskın yaptı oraya.”

“Beni kurtarmaya taa buralara mı geldin?”

“Evet.”

“O çocuklar nereden çıktı?”

“Burada sokak çocuğundan bol bir şey yok. Para verdim. Senin resmini gösterdim. “Bu kızın yanındaki kokanayı dövüp, çantasını çalın” dedim. Sevinerek geldiler. Geberttirecektim alçak kadını ama şimdi elçilikle işimiz var. Bir belaya girmeden gidelim buradan. Ucuz kurtuldu bir yumruk, bir tekmeyle pislik” dedi.

“Ama hapsi boylayacak.” Dedi Jamie. Yavaş yavaş kendisine güven gelmeye başlamıştı. O korkaklığı kendisini Robert’tan saklamak isteyen tavırları geçmeye başlamış, rahatlamıştı. Ama yine de buradan kurtulacağına inanamıyordu.

“Nasıl haber aldın, beni nasıl buldun?”

“Okula mektup yazmışsın. Kaybolduğundan beri herkes seni merak ediyordu. Mektubu duyunca hemen polis arkadaşıma gittim. Bu çetelerin nasıl çalıştığını öğrendim”

“Ben şimdi ne yapacağım? Nasıl geri döneceğim?”

“Korkma, annen baban seni bekliyor. Yanındayız…”

 

 

 


22 Temmuz 2021 Perşembe

Düğün

 

Mavi elbise çok yakışmıştı Vildan’a mavi gözleri siyah kıvırcık saçlarıyla ışıl ışıl parıldıyordu. Neşeli şarkı söylemeyi seven bir kızdı. Notre- Dame de Sion’ da okuyordu.

O gece “Bak sen şu ufaklığa” dedi Tarık, “Ne de çabuk büyümüşsün. Genç kız olmuşsun.”

Vildan’ın kalbi hopladı. “Yeni mi fark ettin?” dedi içinden. Tarık’a sadece gülümsemekle yetindi.

“Hadi gel, ilk dansını benimle yap.”

Tam ağzına lokmasını atmaktayken gelmişti bu teklif.

Şule ile göz göze geldiler. Şule güldü.

Hemen kalktı “Peki, nasıl isterseniz” dedi. Piste doğru yürüdüler. Çevredeki hanımların onaylayan bakışları üzerlerindeydi.

Yanakları kızardı dans ederlerken başı Tarık’ın omzundaydı. “Hiç bakmayacak mısın bana?” Dedi delikanlı.

Başını kaldırdı. “Hah şöyle, yüzünü göreyim” dedi, gülümsedi.

“Sen hep böyle çekingen miydin?”

“Değildim.”

“Bitti mi okul?”

“Evet, bitmek üzere”

“Nasıl?”

“Bir dersten ikmale kaldım”

“Hangisi?”

“Söylemeyeceğim.”

“Peki”

“Hangisi?”

“Niye ısrar ediyorsun?”

“Merak ettim”

“Kimya”

“Niye kaldın?”

“Laboratuvarda deney yaparken ufak bir kaza oldu.”

“Havaya mı uçurdun okulu?”

“Neredeyse”

“Tehlikeli bir kadın tipi var sende” dedi eğlenerek.

“Biraz öyle galiba.”

Bütün gece konuşarak dans ederek geçmişti. Adeta zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar.  Eğlenceli bir düğün olmuştu. Misafirler yavaş yavaş ayrılmaya başladılar.

“Sen biraz daha kal, misafirleri yolcu edelim, ben seni evine bırakırım” dedi Tarık.

“Beklerler evden”

“Yok canım, düğünün bu saate kadar uzayacağını tahmin ederler.”

 


Müthiş bir gece olmuştu. Birkaç hafta evveline kadar böyle bir şey olacağını, Tarık’la böyle samimi güzel bir akşam geçireceğini rüyasında görse inanmazdı.

Rüksan’da çok güzel bir gelin olmuştu. Düğünden sonra, başlarına gül yaprakları dökülerek, mutluluk dilekleriyle uğurlandılar kulüpteki odalarına.

“Fayton çağırayım mı?” dedi Tarık.

“Yok yürüyelim, fazla uzak değil ev.”

Evin önüne geldiklerinde yanağına bir öpücük kondurdu. Elini öptü. “Yarın akşam iskeleye gel, görüşelim” dedi.

 

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Ada Vapuru

 Elif Mat

Öykü


Genç kadın çarşı dönüşü ada vapuruna binmişti. Güneş gözlüğü, şapkası, beyaz keten takımı ile çok şıktı.

“Pazartesi günü Kapalıçarşı kalabalık olur, bugün gitme istersen, demişti annem ama işim acildi. Haklıymış, iğne atsan yere düşmüyor, bir de sıcak” dedi arkadaşına.

“Ben de teyzemi doktora götürmek için indim şehre. Evet her yer çok sıcak.”

 “Arzu edersen inince pastaneye uğrayıp birer dondurma yiyelim”

“Aaa, tabii çok memnun olurum” dedi Vildan gözleri ışıldayarak.

Bu akşam saati hareketli olurdu iskele. Vapurdan inenler, yürüyüş bahanesiyle onları karşılamaya gelenler, denizde geçirilen uzun bir günden sonra şehre dönenler olurdu.

İskelede faytonlar müşteri beklerdi.

İnerken acaba o yeşil gözlü çocuğu görebilir miyim, diye etrafa baktı Vildan. Olur ya belki o da yürüyüşe çıkmıştır.

 


Pastanede fıstıklı dondurma ısmarladılar ikisi de.

“En çok vişneli severim ben ama bu beyaz takımla risk almayayım şimdi” diyerek göz kırptı Şule.

“Eee, ne iş için gitmiştin Kapalıçarşı’ya?”

“Sorma, gelecek hafta düğün var.  Orada zümrüt küpe görmüştüm. Uzun zamandır almak istiyordum. Düğünü bahane ettim. Kıyafetime uyar diye düşündüm. Elbisem uçuk yeşil ipek. Turuncumsu bir fular da takacağım”

“Oh, ne güzel” Bordo rengi yumuşak kadife koltuklar pek rahattı.  “Kimin düğünü bu?”

“Rüksan’ın.”

Rüksan, yeşil gözlü çocuğun ablasıydı. Yüzü pembeleşti, kalbi daha bir hızlı çarptı.

“Aaa, öyle mi? Kiminle evleniyor Rüksan Abla?”

“Cavid’ le, Avukat biliyorsun. Karaköy’de yazıhanesi var. Babası babamla Pertevniyel Lisesi’nden sınıf arkadaşıymış, tanıyor bizimkiler.”

Vildan, “Ah, o düğünde ben de olsaydım” diye içinden geçirdi, gözleri daldı.

Tesadüf bu ya, bir sonraki vapurdan Rüksan indi. Hemen el sallayarak yanlarına davet ettiler.

“Nasılsın hayatım, şimdi sen de çok telaş vardır”

“Hem de ne telaş! En son provada bitti. Birkaç rötuşla gelinlik hazır oldu, bugün öğleden sonra teslim aldık. Laf aramızda kayınvalide de herşey karışıyor şimdiden”

“Hayırlı olsun, evleniyormuşsunuz, şimdi haberim oldu. Çok tebrik ederim. Mutluluklar dilerim” dedi Vildan sevinçle.

“Çok teşekkürler canım. Ay bu nasıl bir heyecanmış, nefes almayı bırakmış gibiyim kaç gündür. Zayıfladım. Gelinlik biraz bollaştı üzerimde. Bu hafta sonu kulüpte olacak. Bir de parıltılı pabuç aldık altına. Biraz yüksekçe. İnşallah bir sorun olmadan giyebilirim. Sen de gelsene düğüne Vildan. Adanın bütün gençleri orada olacak. Eğleniriz.”

“Bilmem ki, davetinize çok teşekkür ederim. Bir aileme sorayım. Müsaade alabilirsem gelirim”

“Çok memnun olurum. Şule ile beraber gelirsiniz. Bana müsaade, bugün çok yoruldum. Bir fayton bulup, eve gideyim yemek saati de geliyor.” Diyerek ayrıldı gelin hanım.

Vildan olanlara inanamıyordu. “Ne şans! Dileğim kabul oldu, şükürler olsun” dedi kendi kendine.

Şule Vildan’a göz ucuyla baktı. Anlamıştı kızın heyecanını. “Hoş bir tesadüf. Ne iyi oldu, birlikte gideriz” dedi.

Eyvah ne giyecekti? “Anlaşıldı yarın ki vapurla ben de alışverişe gideceğim. Ne giyeceğime bakayım. Mavi bir elbisem var boncuk işlemeli, belki onu giyerim” dedi.

 

 


12 Temmuz 2021 Pazartesi

Göğe Yükselen Merdiven

 

Ladder of Divine Ascent (icon).
Saint Catherine's Monastery, Egypt.
UNESCO World Heritage Site.



Resim Sina Dağında bir manastırdan. Hristiyanlıkta teslis anlayışında dolayı 3 rakamı önemli Burada da 30 basamak var. 30 kademede nefs iyileştirilecek bu yolla Tanrı'nın huzuruna çıkılacak. Merdivenin sonunda Hz. İsa karşılıyor onları. Ama yol kolay değil. İblisler onları aşağı çekmeye, düşürüp yemeğe uğraşıyorlar ve bazılarını düşürüyorlar. Sina dağında Hz. Musa'ya on emrin verilmesi, Tevrat'ta buna benzer bir merdivenle Hz. Yakup'un rüyasında göğe çıkması, Hz. Muhammed'in miracı hep yeryüzü ve gökyüzü arasındaki bir bağı temsil ediyor.

William Blake- Jacob's Ladder- Hz. Yakub'un Merdiveni


Günümüze Ley hatları konuşuluyor dünyanın bazı yerlerinden geçen enerji hatları, Nemrut Dağı, Kabe, Urfa,  Göbekli Tepe, Mardin, Ankara Konya, İstanbul özellikle Ayasofya, bazı yatırların türbeleri oralarda özel bir enerji olduğu öbür alemlerden direkt olarak iniş çıkışa müsait, geçiş kapısı gibi yerler olduğu söyleniyor.

Ankara'da Augustus Tapınağı ile Hacı Bayram Veli camisinin yan yana olması, Anıtkabrin bulunduğu yerin eskiden Hititlerce önemli bir yer olması,  Kudüs'te bulunan kutsal makamların hep tarih boyunca önemini koruması bu enerji hatlarıyla bağlantılı olarak düşünülüyor. 

Hac için insanların her dinden kendilerine özel yerler belirleyip nesillerce gitmeleri orada toprağa basmakla kendilerine bir ferahlık gelmesi insanın doğayla bütünleşmesi duygusu yaşaması ruhsal bakımdan yükselme, görüş açısının değişmesi her kültürde var.

Piramitler, İngiltere'deki Stonehedge Maya uygarlığı gibi dünyanın çeşitli yerlerinde buna benzer söylenceler var.



Bu iyi yönü bir de göğe yükselmenin kibirle ilgisi var. Madalyonun öbür yüzü.  Mesela Kur'an da Firavun'un Haman'a bir kule yap da görelim Musa'nın Tanrısını demesi, Babillilerin kule yapmalarının Tevrat'ta Tanrı'yı kızdırması ve kulenin yıkılarak insanların dillerinin karıştırılarak dünyanın dört bir yanına dağıtılması. Bundan alınacak derste insanın göğe merdiven dayayarak değil de tevazuuyla yere eğilerek secde ederek kulluk bilincine vararak Tanrı'ya yaklaşmasının mümkün olması denebilir.


Mümin Suresi 36-37.Ayet

Firavun, “Ey Hâmân!” dedi, “Bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Mûsâ’nın ilâhını görebilirim! Doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum.” İşte böylece, yaptığı çirkin iş Firavun’a güzel göründü ve doğru yolu bulması engellendi. Firavun’un tuzağı hüsrandan başka bir sonuç doğurmadı.




11 Temmuz 2021 Pazar

Çocukluğa Mektup

 

Sevgili minik Teresa,

Şimdi kendimi nasıl da köşeye sıkışmış hissediyorum bir bilsen. Bu hayattan bu yabancı ülkeden kurtulmak imkânsız gibi.



Oysa ne güzel bir çocukluğun olmuştu senin. Zor de aslında Polonyalı, savaşta Fransa’ya kaçmış olan anne babanın yaşadıkları. Ama sen Paris’te yoklukta da olsa güzel neşeli bir çocukluk yaşadın. 12 yaşında dans okuluna başladın. Bebeklikten beri hayalin dans etmekti. Daha önceki bale kurslarını saymaksak bu ilk ciddi okul deneyimi idi. Müzikle hep iç içe büyüdün. Ağabeyin duvarcı ustasıydı. O okulu değil hayatı tercih etmişti. Bir an evvel para kazanması gerekiyordu çünkü.

Pazar sabahları Montmartre ’a gider sokak ressamlarını seyrederdik. O zamanlar bu kadar turist akınına uğramamıştı. Dönüş yolunda café’ lerden birine girer, soğan çorbası ısmarlardık. Annem beyaz şarap söylerdi. En güzeli çilekli pasta ve üzerine içilen kahveydi.

Asma bahçelerinin önünde resim çektirirdik. Asmalar belediye tarafından 1933 yılında ekilmiş ve oraya bina yapılması, asmaların kesilmesi yasaklanmış, tam 27 çeşit şarap üretiliyormuş. Ekim ayında şarap deneme zamanında babam anlatırdı bunları bize.

Her seferinde değişik sokaklardan iner, adres soran turistlere yardım eder, önümüze çıkan bir metro istasyonundan metroya biner eve dönerdik.

Ağabeyim genç yaşta evlendi, anne baba erken göçtü, ben revüde çalışmaya başladım.

Şimdi anne olma sırası ben de, bir kız bir oğlum var. Lisa’nın gözleri aynı sen. Bakalım o da dansı sevecek mi?



 

Kaçırılma Olayı

 


Elif Mat

Öykü






Bir sabah karmaşık bir rüya görerek uyandı. İçinde bir huzursuzluk vardı. Carlo bir iş seyahatine gitmiş, henüz gelmemişti.

Çocuğa kahvaltı yaptırdı, okula yolladı. Evdekilere “Carlo’dan bir haber var mı?” diye sordu. “Yok” dediler.

Küçük kızı iki yaşında olmuştu, gülücükler dağıtıyordu. Işıl ışıl parlayan yeşil gözleri vardı. Ona cicili bicili elbiseler giydiriyor, gezdiriyordu. Carlo da bayılıyordu küçük Lisa’ya, eve geldiğinde kucağından indirmiyordu.

İş yerine telefon açtı, “siz bir haber aldınız mı?” dedi

 “Hayır, henüz Bolivya’dan dönmedi” dediler.

“Sorun, araştırın bakalım, ne zaman dönecek?” dedi.

Yabancı bir ülke, kocasından başka kimsesi yoktu. Evet, parıltılı bir hayat yaşıyorlardı ama kimseye güvenemezdi.

Bir kahve yapmalarını söyledi. Camın önüne oturdu, dışarıyı seyretmeye başladı.

Sigarasını yaktı, güzel gözleri buğulandı.

Gün geçmiyordu.

Arabasına bindi dolaşmaya çıktı. Kavşakta kapı açıldı, içeri bir adam atladı. Zaten üstü açık araba, güvenlik bakımından sorunluydu.  Adam silahını çıkardı. “Sür” dedi.

“Ben ineyim, sen al arabayı, eğer istediğin arabayı çalmaksa” dedi Teresa.

“Hayır, istediğim sensin güzelim, sür” dedi adam.

Bilmediği bir yöne doğru ilerlerken yolda bir kilise gördüler. Teresa aniden frene basıp, kaçmak istedi. Kiliseye sığınmayı düşünmüştü.

Adam kaçmasına fırsat vermedi. Tuttuğu gibi arka koltuğa attı, arabanın üzerini kapattı, direksiyona geçti, hızla uzaklaştılar oradan.

Yolları nereden geçtiğimizi ezberlemem lazım diye düşündü Teresa. Kilisenin adına dikkat etmişti. ‘Kutsal Kurtarıcı Kilisesi”

“Niye kaçırıyorsunuz beni?” dedi.

“Carlo’dan fidye isteyeceğiz senin için”

Sesini çıkartmadı, “Carlo burada değil ki” diye düşündü.

İçindeki sıkıntıyla gittiler, o zamana kadar görmediği mahallelerden geçtiler, nihayet şehir dışında bir çiftliğin önünde durdular. Adam arabayı garaja çekti, kapısını kapattı.

Teresa’yı eve götürdü. İçerde yaşlı bir çift vardı. “Bu hanım bu gece misafirimiz dedi onlara.” Kadınla adam anlamaz gözlerle baktılar.

“Soru yok” dedi eşkıya.  Teresa’ya da döndü. “Korkma bunlar benim anne babam. Sana bir şey yapmayacağız. Bir şey istiyorsan söyle” dedi.

Adama “Eşim burada değil” dedi Fransızca.

“Ne diyorsun?”

Bu sefer İspanyolca tekrarladı aynı şeyi.

“Önemli değil, biz onu nerede bulacağımızı buluruz” dedi adam.



Yaşlı kadın merakla geldi Teresa’nın yanına “Sen kimsin, ismin ne?” dedi. Teresa kaçırıldığını anlattı evde beni bekleyen çocuklarım var dedi Kocasının kim olduğunu söyledi.

Anne kalktı oğlunun yanına gitti, vurdu ona. “Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Aklını mı kaçırdın? Başımızı belaya mı sokacaksın bizim? Yanına bırakırlar mı zannediyorsun, öldürürler bizi!” dedi.

Babası sıkıntıyla başını salladı.

Paolo, “Anne uzatmayın, fazla kalmayacak, böyle emir aldım. Yarına kadar anlaşma sağlanır, bırakırız. Burası gözden uzak kimse tahmin etmez kadının burada olduğunu” dedi.

Babası işaret etti. Dışarı çıktılar.

“Ne oluyor? Niye getirdin bu kadını buraya? Fidye mi isteyeceksiniz? Ne kadar? Diye peş peşe sorular sordu.

“İki çete arasında savaş çıktı. Carlo’nun Bolivya’dan getireceği mala çöktüler. Bizim patron da karısını kaçırırsak, pazarlık gücümüz artar” dedi.

“Annenin hakkı var. Öldürürler bunlar seni yanına bırakmazlar. Bu işe hiç girmeyecektin.”

“Çok para var.”

“Parası batsın, öldükten sonra parayı ne yapacağız? Mezarda mı sayacaksın?”

İçeri girdiklerinde Teresa ağlıyordu. “Ne oldu, niye ağlıyorsun. Bir şey yapmayacağız, kılına zarar gelmeyecek” dedi.

“Gelmeyecek” dedi anne, “ben başında bekleyeceğim.”

“Çocuklarımı merak ediyorum” dedi Teresa. “Onların başına bir şey gelmesin.”

“Merak edilecek bir şey yok. Olay duyulmuş, sizin evin çevresini polis sarmış. Arama yapılıyor. Bu işin bir an evvel bitmesi gerekiyor.”

Carlo iş güç konularından pek bahsetmezdi. Teresa’nın bilmesini istemiyordu. Tiyatrolar, revüler, gece kulüpleri işin görünen yüzüydü. Son yıllarda uyuşturucu işine de bulaşmıştı. Bu zenginlik oradan geliyordu.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bolivya’da rakip çete ile aralarında çatışma çıktı. Malına el koymak istiyorlar, Carlo direniyordu.  “Karını kaçırdık” haberi gelince, mecburen herşeyi bırakıp dönmek zorunda kaldı. “Venezüella sınırlarına girince bırakacağız” dediler.

Sabaha karşı, “kadını bırakın” emri gelince, Paolo seslendi Teresa’ya, “kalk gidiyorsun, serbestsin” dedi.

Telaşla aşağıya koştu genç kadın, “anahtar nerede?” Dedi.

“Kiliseye kadar biz götüreceğiz, yolları bilmiyorsun” dedi Paolo.

Babası önden eski bir kamyonetle yola çıktı. Paolo, “Onu takip et. Polis durdurursa bizi tanımıyorsun. Seni nerede sakladığımızı bilmiyorsun. Bizlerin ismini de bilmiyorsun. Yüzümüzü görmedin. Burada kaldığın sürenin tamamında gözlerinin kapalı olduğunu, bizim seni getirip, kiliseye bıraktığımızı söyle. Sakın intikam almaya çalışmayın” dedi.

Kurtulduğuna inanamıyordu Teresa. Kocasına ne olduğunu da bilmiyordu. Eve doğru hızla gitti.

Kapıda polisler, gazeteciler vardı. Onu sorguya çekmek istediler. En iyisi hiçbir şey söylememekti. “Beni birisi bayıltıp kaçırdı. Kim olduğunu görmedim. Sonra bu sabah karanlıkta sakladıkları yerden çıkartıp gözlerim bağlı getirdiler. Kim olduklarını bilmiyorum” dedi.

İsimlerini duydun mu?

“Hayır”

“Kaç kişiydiler?”

“Bilmiyorum”

“Eşgalleri?”

“Bilmiyorum”

“Kadın var mıydı aralarında?”

“Yok. Artık beni bırakın çocuklarıma gideyim. Çok yorgunum”

“Peki sonra gene geleceğiz”

Biraz sonra Carlo geldi, o da sorguya çekildi. O, o kadar kolay kurtulamayacaktı. Sinirle telaşla gelmişti. Birbirlerine sarıldılar hasretle. Konuşacak çok şey vardı ama ikisi de şu anda kurtulmuş ve evlerine, birbirlerine kavuşmuş olmanın verdiği rahatlama hissiyle susmayı tercih ettiler. Önce olayın şokunu üzerlerinden atmaları gerekiyordu.

Carlo bir parti malı rakibine bırakıp gelmek zorunda kalmıştı. Bu alemde itibarı sarsılmıştı. Polise yakalanmışlar, isimleri gazetelere geçmişti. İlerleyen günlerde boy boy resimleri gazetelerin birinci sayfasını süsleyecekti.

Belli ki de buradan kaçmaları gerekecekti. Ama nereye, nasıl?

“Şu anda hiçbir şey yapamayız” dedi Carlo. Önce hakkımdaki dosyanın kapanması, işin soğuması gerekir.

“Ya seni hapse atarlarsa?”

“Ellerinde delil yok. Kimse konuşmaz. Ötekiler de biz Carlo’nun malını çaldık diyemezler ya. Bir şey olursa da işimizi ayarlamasını biliriz.”

Tabii ya, tanıdıkları vardı. Polis de zaman zaman bu güçlü adamlara göz yumuyordu. Kimbilir ne pazarlıklar dönüyordu Teresa’nın bilmediği.

“Paris’e gitsek”

“Gidemeyiz.”