31 Ocak 2021 Pazar

Toronto

 

Rastgele seçilmiş kelimeleri kullanarak yaptığımız yazı çalışmasında, bu hafta Kanada'lı Sarah'nın öyküsüne devam ettim.




4

Hemen

 

Hemen aklına geldi liseden arkadaşı Bruce’u aradı. Bruce her hafta Toronto’ya mal götürüyordu. Büyük bir kamyonu vardı.

-Bir dahaki sefere ben de seninle geleceğim. Belki Agusta’da gelir bizimle. Toronto’ya gidip birkaç gün kalmayı düşünüyoruz.

-Ben Cumartesi sabahı erkenden yola çıkacağım, isterseniz siz de gelin.

-Harika olur. Ben birkaç yolluk hazırlarım, termosa da kahve koyarım.

-Gerek yok yolda dururuz.

-Yok yok sabah kahveni ben getiririm.

Böylece plan yapılmış oldu. Sarah Agusta’yı arayıp durumu anlattı.

-Kamyon hazır, Cumartesi sabah erkenden yola çıkıyoruz. Geliyor musun?

Bu Toronto’ya gitme fikri birkaç gün evvel parkta otururlarken akıllarına gelmişti. Augusta her zamanki gibi hüzünlüydü, bu seyahat ona da iyi gelecekti.

Toronto’da Agusta’nın annesi Sarah’nın halası yaşıyordu.

5

Gezgin Ruhlar

Son zamanlarda Sarah çocuk hasreti çekmeye başlamıştı. Nereden çıktı bu his kendi de anlamıyordu. Thomas gene New York’taydı. Evde boş zamanlarında bezden bebekler yapıp üzerine kendi ördüğü giysiler giydiriyor minik şapkalar atkılar yapıyordu. Renk, renk şirin bebekler, sonra onları mahalledeki çocuklara hediye ediyordu.

"Sen bu işte çok yeteneklisin" dedi Augusta. "Önümüz Noel bunları satmalısın. Bence bir oyuncakçı ile anlaş."

Toronto fikri aklına ilk olarak böyle geldi. Oysa tatile gitme adeti yoktu hiç. Augusta farklıydı. Onun ruhu gezgindi.  Zaten Toronto’da doğmuş, Montreal, New York gidebileceği neresi varsa gidip gezmiş, savaşta gönüllü hemşire olmuş, Fransa’ya gitmişti. Uzun süre bir yerde kalmayı sevmiyordu, gideceği bir yer kalacağı bir akrabası veya arkadaşı varsa hemen bir plan yapıyordu.

Bu seferki bahane Toronto’da bir oyuncakçı bulup Sarah’nın bebeklerini satmaktı.



6

Bunlar

Bunlar el emeği göz nuru” dedi oyuncakçı. “Özellikle anneanneler, babaanneler bayılır bu el emeği bebeklere, torunlarına almak isterler. Kaç tane yaptın?”

"On tane getirdim size göstermek için" dedi Sarah.

"O zaman bu on bebeği alayım ben sizden Gelecek hafta bir on tane daha getirirsiniz."

Sarah, “Ama ben burada yaşamıyorum” diyecekti ki Augusta’nın kaşlarını kaldırdığını görünce vazgeçti.

“Olur, getiririm” dedi. Hemen bir el işi dükkanına gidip malzeme almalıydı. Çantasında birkaç yumak getirmişti zaten.

Oyuncakçı yakışıklı bir adamdı Adı David’miş.

David “Aslında Noel’e az kaldı. Dükkânda bir yardımcıya ihtiyacım var benim. Yeni vitrin düzenlemesini yapacağım. Sen yapmak ister misin? Kendi bebeklerini de yerleştirirsin. Bir de gazetelere ilan verilecek. Onun için de resim hazırlamak lazım. Çizimin nasıl? Resim yapmakta da yetenekli misin?"

Sarah bakınca, “Neyse fotoğrafta olur” diye mırıldandı.

Sarah bütün bunlara şaşırmıştı. “Ben biraz düşüneyim bu akşam, yarın size haber veririm” dedi.

Augusta neşelenmişti oradan ayrılınca,

“Şu işe bak! Söylemiştim sana. Sen de yetenek var kızım. Bak bayıldı adam yaptığın bebeklere. Hem de üstüne üstlük iş teklifi aldın.”

“Ben de şaşırdım bir şey soramadım. Nasıl olur canım. O zaman buraya taşınmam gerek.”

“Boş ver, nasıl olsa halan var. Gelir kalırsın burada bir müddet, oluyor mu bakarsın.”

“Ama ev?”

“Canım evin kaçmıyor ya, kapatıp, gelirsin. Ağabeyin ilgilenir gerekirse.”

“Ben alışkın değilim büyük şehre.”

“Alışırsın. Düşündüğün şeye bak. Sineması tiyatrosu, parkları bahçeleri restoranları café'leri, gezinti tekneleri rüya gibi bir şehir burası. Hem belki yeni biriyle de tanışırsın. Bambaşka bir hayatın olur.”

“Memnunum ben hayatımdan” dedi Sarah, düşünceli bir şekilde. “Aslında buraya biraz da Thomas için geldim, Birkaç gün kaldıktan sonra New York’a bir tren bileti alacağım, gidip onu yaşadığı yeri görmek istiyorum.”

“Aklın onda değil mi? Zor bir durum.”

“Evet, ama onunla bir gelecek olmadığını da biliyorum. Aklına esince geliyor, aklına esince gidiyor.”

“Tabii, senin resimlerini yapıp gidiyor değil mi? Hem modeli, hem sevgilisi oldun. Oh, ne ala memleket. Evlenme lafı, çoluk çocuk lafı yok değil mi?”

-Yok. Hiç bahsi bile geçmiyor.

“Diyorum sana. Bu adama bel bağlama. Güvenilir biri değil.”

“İyi biri aslında ama öyle işte bir yere gitmiyor bu ilişki. Bitirmek gerek. Lüzumsuz uzadı bu kadar.”

 

7

Çocukluk

 

“Çocukluğun nasıl geçti?” diye sordu David. “Çok oyuncağın var mıydı?”

Evet vardı, annem de benim gibi yaratıcıydı. Bez bebek yapmasını ondan öğrendim. Dikiş diker, örgü örer, resim yapardık birlikte. Babam genelde yorgun gelirdi. Bizimle uğraşacak vakti olmazdı pek. Ama kardeşime tahtadan kızaklı araba yapmıştı. İçine küçük köpeğimizi bindirir gezdirirdik. Bir de kızaklarımız vardı. Kışın tepeye tırmanır, kayardık kardeşimle birlikte. Çoraplarımıza kadar kar dolar, üşümüş, dudaklarımız morarmış ama neşe içerisinde dönerdik eve. Annem şömineyi yakmış olurdu. Ben en çok domates çorbasını severdim. Geldiğimizde çorbalarımız ve bol kaşarlı tostlarımız hazır olurdu. Üzerine bir de sıcak çikolata içerdik. Karda oynayınca ne kadar çok acıkıyor insan.”

“Bizde de hemen hemen aynı şeyler olurdu. Babam marangozdu. Onun atölyesine gidip iş öğrendim bende küçük yaşta. Sonra oyuncak yapmaya merak sardım. Bu dükkânı açtım. Buraya gelen çocuklara oyuncakların hikayelerini anlatmaya bayılıyorum. Gözlerini kocaman kocaman açıp, merakla dinliyorlar. Ne dersin bir de masal saati yapalım mı dükkânda? Şu yılbaşı telaşı bitsin haftada bir gün kitap okuruz. Sen sever misin çocuklara kitap okumayı, masal anlatmayı?” dedi David.

Ne iyi anlaşıyorlardı bu adamla. David iş teklif ettikten sonra o gece Sarah hiç uyumamış, bütün gece gelecek planları yapmıştı. Augusta haklıydı. Belki onun da hayatında bir değişiklik yapması, kabuğundan çıkması gerekiyordu. Bu yaşına kadar Silver İslet ’te yaşamış, aslında çok da mutlu olmuştu. Ama artık bir yetişkin olarak biraz da kanatlarını açmaya cesaret edip uzaklara gidebilmeliydi. Başka şeyler denemeliydi. Hayat gelip geçiyordu.

Ertesi gün dükkâna gelip teklifini kabul ettiğini söylemişti David’e. Halası da sevinmişti bu habere. Noel’i birlikte geçireceklerdi. Evet David iyi geçinilmesi kolay biriydi. Düzgün bir hayatı vardı. Düzenini kurmuş, planını yapmıştı. Hayatından memnundu, bir şeyden şikâyet etmiyordu. Öyle gizlisi saklısı da yoktu. Ne derse oydu. Güvenilir biri…

Düşüncelerini okumuş gibi David,

“Daldın galiba, çocuklara kitap okumayı sever misin diye sordum.”

“Aaa, tabii severim” dedi Sarah.



 

8

Pencere

On üç, on dört yaşlarındayken aynı mahallede bir çocuğu seviyordu Sarah. Birbirlerinin evlerini görebiliyorlardı. Komşuydular. Akşamları lambasının yandığını görürdü. Acaba ne yapıyor diye düşünürdü. Müzik mi dinliyor, ders mi çalışıyor?

John’un annesi okulda öğretmendi, ders konusunu çok ciddiye alıyor oğluna baskı yapıyordu. Ama John sokakta arkadaşlarıyla hockey oynamayı severdi en çok. Yaz kış elinden hockey sopası eksik olmazdı. Bir keresinde tuttukları takım kazanınca gazete de o takım için özel bir ilave çıkmıştı. Sarah kendi evlerindeki gazetenin ilavesini de John’a vermişti. Annesi çok sevindi. “İki oğlum var, ikisi de saklayacaklar bu gazete sayfalarını”

Ne garip, John’un odasından gelen ışık hep gözüne takılırdı ya, bir seferinde doğum gününde John ona mavi bir gece lambası hediye etmişti. Şimdi kendi odasından da mavi bir ışık yansıyacaktı penceresine.

Ne kadar değerliydi o mavi lamba Sarah için. Başucunda dururdu. 'Acaba niye bana gece lambası hediye etti?' diye düşünürdü. Başucunda ondan bir şey olması hoşuna giderdi. Belki John’da tam bu sebepten seçmişti gece lambası hediye etmeyi.

Doğum günlerinde evlerde toplanmak adetti o zamanlar. Mahallenin gençleri davet edilirdi. İkisi de birbirlerinin doğum günlerine giderlerdi. İlk dans ettiği genç, kendisine ilk defa sarılan kişi John olmuştu. Kolu omzunda yan yana oturup müzik dinlemelerini, dans etmelerini unutamamıştı Sarah uzun yıllar.

Sonra? Sonrası hiç. John’un babası RCMP’ de çalışıyordu. Meşhur Kanada Atlı Polis Teşkilatı. Bir yerde uzun süre kalmazdı onlar. Eşleri, çocukları sık ev değiştirmekten, hep bir yerde 'yeni gelen' olmaktan, hep yeni evler, yeni okullar, yeni arkadaşlar bulmak zorunda kalmaktan şikâyet ederlerdi. Kanada’nın her yerini gezip görmüş olurlardı ama bir türlü eski arkadaşlarla, komşularla, eş dost, akrabayla ilişkiler sürdürülemezdi.

Bir gün tayinleri çıktı.

John geldi, kapıyı çaldı. Elinde bir demet çiçek. Çiçeği verdi, yanağından öptü, saçından şöyle bir parmaklarını geçirdi. Başını yana eğip mahzun baktı, bir şeyler söylemek istedi, söylemedi.

 Elleri ellerinde kaldı bir müddet, döndü, gidecek gibi oldu. Sarah “dur” dedi boynuna sarıldı. Ağladı, gözyaşları John’un omzunu ıslattı.

Of, peki git,” dedi “Belki bir gün görüşürüz.

Ayrılmaz aslında sevgililer, şimdi bile gözlerini kapatsa, John’un çakır gözleri, yeşil kazağı, dalgalı saçları gözünün önüne gelir.

 

 Copyright

Elif Mat Erkmen


 

 


24 Ocak 2021 Pazar

İlerleyen Zamanlar...

 

1

David Milne

O da ne, bir araba sesi. Kim olabilir gecenin bu vaktinde. Eve doğru yürüdü. Evet o, dönmüş gelmiş kapıyı çalıyordu.

-          Neredesin, merak ettim kapıyı kimse açmayınca.

-          Yürüyüşe çıktım.

-          Gecenin bu saatinde?

-          Evet, biraz hava almaya ihtiyacım vardı.

-          Tehlikeli olmaz mı?

-          Olmaz.

“Sadece birkaç ayı var etrafta” diye düşündü içinden, güldü.

Sarah geldi sakince kapıyı açtı. Böyleydi bu adam işte. İçeri girdi. “Bir çay yapayım, üşüdüm” dedi.

Thomas yaktı ateşi, şömineyi tutuşturdu. Aldı ellerini Sarah’nın avucunun içine, ısıtmaya öpmeye başladı.

 

Ertesi sabah kalktıklarında sohbete kaldıkları yerden devam ettiler.

-Sever miydin burada geçirdiğiniz yazları çocukken?

-Sevmez miyim? Çok eğlenirdim ben burada. Uçsuz bucaksız kırlar, tekne gezileri, bazen çiftliğe at binmeye gitmeler, bana sonsuz bir özgürlük hissi verirdi.

-İyi eğlenmişsin. Ailen hep çok varlıklı mıydı böyle?

-Hayır, babamın şansı madenin hisselerini aldıktan sonra açıldı. Karşısına çıkan fırsatı görünce nesi var, nesi yok satıp madenden hisse almış. Burada gümüş madeni olduğunu gazeteden okumuş, bizi ilk defa onun için getirdi buraya. Sonra annemde Kanada’yı sevince, ev aldık.

Ya siz, senin ailen ne zaman yerleşmiş buraya?

-Biz nesillerden beri buradayız. Aile önce Montreal’e gelmiş İrlanda’dan, orada kimi Fransızlarla evlenmiş. Karışmışlar. Sonra dedemin babası da İrlanda’dan Kanada’ya göçmek istemiş. O zamanlar ekonomik sıkıntı varmış İrlanda’da. Yeni geldiğinde burada arazi verilmiş, kasabanın biraz dışında. İlk yerleşenlerden olmuş göl kenarına. Hala akrabalarımız yaşıyor o çiftlikte. Babam biliyorsun madende çalışırdı.

-Ya annen?

-Onun ömrü bize bakmakla geçti. Babam madenden çok yorgun geldiği için, geri kalan her işle annem ilgilenirdi. Bankaya gider, alışverişi yapar, bahçeyi ekip biçer, araba bozulsa onu bile tamir ederdi. Pek müzeye falan gidecek vaktimiz yoktu anlayacağın.

 

O seferki gelişinde aylarca kaldı Thomas, “evi de satacağım” demişti ama satmak için bir girişimde bulunmamıştı. Burası onu çekiyordu. Evi satarsa annesiyle de son bağını koparmış olacaktı, çocukluğu elinden kayıp gitmiş olacaktı, bir daha gelmemecesine.

Annesi genç ölmüştü. Küçük bir çocukken babasıyla ikisi baş başa kalmışlardı. Evet babası iyi para kazanıyor, rahatları yerindeydi bir ihtiyaçları yoktu ama, çocukla nasıl ilgileneceğini de pek bilememişti babası.  Üzüntüsünü gidermek için kendisini işe vermişti.

Thomas ise annesinin ölümünden sonra, kendi kendine büyümüş gibiydi. Bazen başka çocuklarla oynardı mahallede, hockey seyrederdi ama genelde kendi düşünceleriyle baş başaydı.

Evin geniş bir salonu (veya küçükken kendisine öyle gelen, aslında orta karar olan bir salonu) vardı. Şöminesi, şöminenin üzerinde karlı bir kış manzarası olan tablosu, camın önünde kareli bir kanepe, kanepenin yanında annesinin yünlerini, örgülerini koyduğu bir sepet.

Sarah’nın yün battaniyesine bakarken aklına bu geldi. “O da annem gibi örgü örmeyi seviyor” diye düşündü.

Yemek masasının üzerinde dantelli beyaz örtü, rafta kitaplar, -genellikle de sanat kitapları- büyük güzel kâğıda basılmış, kenarda duvara monte edilmiş küçük dolapta Thomas’ın çocukluk oyuncakları, trenler, sarı bir kamyon, kurşun askerler ve büyük büyük parçalı puzzle seti.

Eski birkaç fotoğraf. Nasıl da mutlu bakıyordu kameraya annesiyle. Gölde yüzüyor, ellerinde tahta kılıçlar arkadaşlarıyla savaşıyor.

Eski günler. Hayır, satamayacaktı bu evi. Varsın kalsındı. Nasılsa idare ediyordu kendisini. İhtiyacı yoktu satmaya şu anda.


Emily Carr


 

2

 

Nasılda geçmişti yıllar. Gelmemişti gene Thomas, gelirim dediği halde. New York’taki sergisi için hazırlık yapıyordu. Bu seferki pek önemliymiş, gazeteler yazacakmış, eleştirmenler gelecekmiş, falan filan. Niye acaba o kadar önem veriyordu başkalarının fikirlerine, yaptığı resimler hakkında ne dediklerine.

Çok ünlü olmak istiyordu belli ki. Amacı kendisine bir isim yapmaktı sanat dünyasında. Sarah bu fikirde değildi hiç. Ona göre sanat insanın kendi duygularını yansıtması için olmalıydı. Başkaları için değil. Kendi içinden geçenler, kendi gerçekleri aktarılmalıydı tuale.

Seviyorlardı birbirlerini çok. Ya da Sarah öyle olduğuna inanmak istiyordu. Ama bu ilişki giderek sadece yazdan yaza bir ilişki haline dönmeye başlamıştı. Niye bekliyordu ki onu? Bütün kış yalnız kalıyordu., işe gidip geliyor, karı kürüyor, şömineyi kendi yakıyordu.

Onu New York’a götürmeyi bir kere bile teklif etmemişti. Anlıyordu Sarah, oradaki yüksek sosyeteye bu taşralı kız uymaz diye düşünüyordu, belli ki.

Neler neler vaat etmişti ilk başta. Sanki birden coşuyor kendisini Sarah’yla çok yakın hissediyor hep beraber olacaklarmış gibi sözler söylüyordu. Gel gör ki gene gitme zamanı geldiğinde, bir şey söylemeden gidiyordu. Erkek kısmına fazla sevdiğini belli etmek bir işe yaramıyordu. En azından bu kadarını öğrenmişti Sarah. “Geldin mi? Gittin mi? Niye gelmedin? Niye aramadın?” Bu lafları çoktan bırakmıştı. Geldiği zaman “Hoş geldin”, gittiği zaman “Güle güle” o kadar!

Anahtarı bahçedeki odunluğa saklıyor, Thomas habersiz geldiğinde oradan alıp içeri giriyordu. Her gelişte eli kolu armağanlarla dolu geliyordu. Birbirlerinin yanında huzur buluyorlardı. Son gelişinde eleştirmenlerden birine kafası fena bozulmuştu:

Anlatırken yapraklara bakıyor, onların resmini çiziyor, sonra üzerine bir kat daha boya çekiyordu. Burada sonbahar çok güzel olur. Eğer hava aniden soğumazsa yapraklar yavaş yavaş renk değiştirir. Ontario, Quebec, Vermont, New York bütün bu civarlardaki yollar görülmeye değerdir. Seyahate çıkmak için ideal zamandır.  O da bu sonbahar manzarasını çiziyordu. Tabii beni de.

Ateş gibiydi gözleri o eleştirmenden bahsederken.

-Underpainter dedi bana.

-O ne demek?”

-Resim yaparken biliyorsun düz beyaz bir kanvasa yapmayız hiç resmimizi. Önce yapmak istediğimiz kompozisyona uygun bir renkle bütün kanvası boyarız. Sonra resimde kullandığımız tonları ona göre ayarlarız. En koyudan başlar en açığa doğru boyaları kullanırız. Underpainting teknik bir terimdir aslında. Objeleri nasıl yerleştireceğimiz, kişilerin orantıları, resmin ilk tasarımı hazırlık safhası. Kat kat boyaları tatbik ederek çalışıyoruz biz.

-Eee, ne var bunda?

- Yani demek istiyor ki önce yapmak istediğin resmi yapıyorsun, gerçek duygularını yansıtıyorsun. Sonra üstünü kapatıyorsun, duygularının kişiliğinin üstünü örtüyorsun.

-Alex ’de bunlar çok soğuk dedi, duygusuz resimler, satılmaz bunlar.

 

Anlıyordu Sarah, çok iyi anlıyordu. “Kişiliğinin katmanları gibi” dedi içinden….

 

3

A line of soldiers trek through a muddy, barren landscape. (Credit: A.Y. Jackson, A Copse, Evening, 1918, Beaverbrook Collection of War Art,

 

Nereden nereye, geçende Jacop ile karşılaştım. Evlenmiş. Eşinin adı Augusta. Hemşireymiş. Savaşta tanışmışlar. Fransa’nın bilmem neresinde. Jacop hastahanede yatarken. Sonra mektuplaşmayı sürdürmüşler. Kanada’ya dönüşte birbirlerini arayıp bulmuşlar. Eski günlerden konuşmuşlar epeyce. Ve işte şimdi eski aşk alevlenmiş evlenmişler.

Ama Augusta hüzünlü bir kız. Çalıştığı hastane bombalanmış. Savaşın ortasında her yer yanıp yıkılırken, hastanede olsun kendini güvende hissediyormuş. Ama işte hastane de almış nasibini alçak bombalardan.

Bereket kendisi o anda dışarıdaymış. Kurtulmuş. Ama o ses, o gürültü, o yangın, ateş çığlıklar, paramparça olmuş vücutlar… Bunlar gözünün önünden gitmiyormuş, hala daha geceleri kâbus görüyormuş.

“Yanlışlıkla bombaladılar herhalde” dedim. Jason bir küfür savurdu. “Böyle şeylere bakmaz onlar. Orospu çocukları!” dedi. “Her yer bitti, hastaneyi de bombaladılar…”

O olaydan sonra Kanada’ya gelen ilk gemiyle dönmüş Augusta, bir daha da çalışacak hali kalmamış ne hastanelerde ne de başka bir yerde.


Bir Kanada Hikayesi


Jane Uruqart'ın Underpainter isimli romanından esinlenerek


Elif Mat


 

 

 

 

 

 

 

 

19 Ocak 2021 Salı

Kar Fırtınası

 

resim: Ron Golsalves

“Ben seni bırakırım” dedi. Sarah’nın yüzündeki ifadeyi görünce “Eski günlerin hatırına” diye ilave etti.

Sarah, tam da bundan korkuyordu. Eski günler…

Ama itiraz etmedi daha fazla bindiler arabaya.

-          -Niye geldin buraya seneler sonra?

-        -  Eski evi satayım diyorum ne de olsa artık gidip gelmiyorum.

 “Evet gidip gelmiyorsun” dedi Sarah içinden.

-          -Eskiden niye gelirdiniz siz buraya?

-          -Annem severdi.

-          -Bu küçük kasabayı mı?

-          -Kasabayı, gölü, kırları, kuşların cıvıltısını, sessizliği, sakinliği, insanların doğallığını, yapmacıksız oluşunu, burada huzur buluyordu. Buranın insan ruhuna iyi gelen bir yanı olduğunu söylerdi. Çocukken beni alır, uzun yürüyüşlere götürürdü, sabahları erkenden. Hikayeler anlatırdı.

-          -İyi miydi aranız?

-           -Evet, çok. Beni sanata o yöneltti. New York’ta müzelere götürür, resim dersi aldırırdı. Bana kitap okur, edebiyatı sevmemi isterdi. İleride olabileceğime inandığı kişi için hazırlık yapardı. Adeta temel hazırlamaya çalıştı.

-          -Ya baban, o nasıl biriydi?

-          -O rakamları severdi, biliyorsun muhasebeciydi, hep çalışırdı. Fazla duygularını göstermezdi.

Böyle böyle, derken eve varmışlardı bile. Karar anı. O’nu eve davet edecek miydi? Yoksa kapıda mı ayrılacaklardı.

Neyse fazla düşünmesine gerek kalmadı. “Yorgunsun, ben gideyim görüşürüz” dedi Thomas.

-          “Peki, görüşürüz.”

Ne sanıyordu bu adam kendini ya? Görüşürüz. Ne görüşmesi? Sen senelerce arama sorma. Tak gel, hiçbir şey olmamış gibi gene karşıma çık, sonra “görüşürüz.”

Ayrıldılar. Kapının önünde öylece kaldı. Gözlerine yaşlar dolmuştu. İçi sızlıyordu. Senelerce yalnız kalmıştı.

Çıkardı attı paltosunu. Sonra aldı, astı portmantoya. Sonra döndü, karlı botlarıyla ayağını vurdu sinirle yere. "Hıh!" dedi çekti aldı gene paltoyu, giydi üstüne sardı atkısını boynuna, attı kendisini dışarıya. Hızlı hızlı yürürsem iyi gelecek dedi. Kar başlamıştı rüzgârda kar taneleri vuruyordu yüzüne acımasızca.

‘Yeter artık” dedi “ne bu çektiğim?” Yaşlar süzülüyordu gözlerinden. “Bir daha karşıma çıkarsa gününü göstereceğim.”

 


17 Ocak 2021 Pazar

Bir Kanada Hikayesi

 

Ontario Gölü Kıyısında Bir Kasaba






Ontario gölünün kuzeyi Kanada güneyi ABD’dir. Zaten Kanada nüfusunun çoğu bir çizgi gibi uzayan sınıra yakın yaşar. Çünkü kuzey daha soğuktur. Bir de sınıra çok yakın olan küçük kasabalar vardır. Buradaki aileler Amerikan tarafıyla sürekli irtibattadır, okumak için, çalışmak için, bazen alışveriş için sık sık gidilip gelinir. Bazı ailelerden o tarafta evli olan kardeşler çocuklar vardır, kiminin teyzesi amcası akrabalardan biri Amerikalıdır.

Bugün göl kıyısında küçük bir kasaba olan Silver İslet’ten bahsedeceğim size. 1860 larda kasabanın kaderi zengin gümüş yatağı bulunmasıyla değişmiş. Montreal’den bir madencilik firması gelip gümüş çıkartmaya başlamış, sonra o iş bitince kasaba gene eski sakinliğine dönmüş.

Merkezde bir var, bir café, kütüphane birkaç dükkan varmış.

Café’ de çalışan garson kız Sarah, güzel, sarışın bir kız. Babası da vakitler madende çalışanlardan. Ana baba ölünce yalnız kalmış hayatta, bir başına.

Bir de çocukluk arkadaşı var Amerikalı bir genç, Thomas. Onun babası zengin, yazlık evleri var Ontario’da. Gelip giderlermiş çocukluğunda.

Eskilerden anılar, yazdan yaza görüşmeler, bakışmalar, akşam barda içmeler, ortak arkadaşlar, bir kalp ağrısı var her ikisinde de.

Ama işte ne var ki, dediğim gibi farklı sosyal çevre, biri zengin çocuğu biri yoksul madenci kızı.

Adam ona ilgi gösteriyor mu, göstermiyor mu o da tam belli değil.

Thomas ressam, New York’ ta yaşıyor, sergilere katılıyor, isim yapmaya, eleştirmenlerden tam not almaya çalışıyor. Sosyete partilerine devam ediyor. Hep biraz daha yukarıya çıkmaya çalışıyor.

Ara sıra gene geliyor Kanada’ya çocukluk anıları var. Annesini erken kaybetmişti. Şimdi baba da gitti. Orada bakması gereken işler, satması gereken mallar var.

Aklında babasıyla ilgili çözemediği sorunlar.

Yine böyle bir Kanada seyahatinde, kendisini Sarah’nın evinin önünde buluyor. Dışarıda verandada bir tilki, evin kedisi gibi kıvrılmış oturuyor…




2



 

Evet tilki öyle salıncağın üzerine kurulmuş, aldırmıyor bile gelen yabancıya.

Thomas bir müddet evi izledi. Acaba Sarah evde miydi?  Ne yapıyordu?

Ne de güzel bacakları vardı değil mi? Uzun bacaklarını yeşil kareli eteğini unutmamıştı.

Etraf karlı, hava soğuktu, bacaya baktı, duman tütmüyordu. Yaklaştı camdan içeri baktı. Kanepe, yine o eski kanepeydi. Üzerine oturup konuştukları, öpüştükleri. Yine aynı yerde duruyordu, üzerine bir el örgüsü örtü atılmıştı.  Rengarenk, iç açıcı. Yünün sıcaklığını hissetti.

Hey gidi günler. Orada Sarah ile birlikte olmayı şimdi ne kadar isterdi. Başını kucağına koyup yatmayı, huzur içinde hayallere dalmayı…

Ne yapsam acaba, biraz beklesem gelir mi?” diye düşündü. "En iyisi gidip kasabaya dolaşmak, belki bir yerlerde rastlarım ona. Acaba evlenmiş midir? Çoluk çocuğa karışmış mıdır? Mutlu mudur? Öyle güzel bir kızı kimse kaçırmaz."

Kasabaya kadar hızlı adımlarla yürüdü. Önce barın önünde buldu kendisini.



3

Sarı bir ışık geliyordu barın penceresinden içeri girip baktı. Eski arkadaşı Jason oradaydı barmenlik yapıyordu.

Hemen koştu seslendi sarıldılar birbirlerine. “Nasılsın hayat nasıl gidiyor?” dedi Thomas.

Hayat beni oradan oraya savurdu, sonra getirip, gene buraya bu kasabaya attı” dedi Jason.

Anlatmasını istedi Thomas, ama bir yerde de anlatmamasını. İçine bir sızı saplandı. O yıllar savaş yıllarıydı. Jason orduya gönüllü yazılmış, kendisi okumaya Amerika’ya gitmişti.

Arkadaşlardan biri Cehennem’ den geçerken, diğerinin tek vazifesi baba parası yemek, Güzel Sanatlar Akademisinde resim dersleri almak, hafta sonları kızlarla gezmekti.

İşte hayat yine onları karşı karşıya getirmişti. 'Çok şükür görünürde bir arıza yok', diye düşündü Thomas.

Ama ya görünmeyen yaralar?

Aynı şeyler belli ki Jason’ ın da aklından geçiyordu. Anlatmaya başladı, sesi duyulsun istiyordu, yaşadıkları bilinsin.

Bir gemiyle ayrılmışlardı limandan…

.

 


4

Ayrılmışlardı işte Sarah ile o yaz. Tam ayrıldıklarını, birbirlerini senelerce göremeyeceklerini de bilemeden. Kanadalı gençler askere, Amerikalı Thomas memleketine okumaya gitmişti.

Kanada İngiltere’nin dominyonu, Britanya İmparatorluğunun bir parçası olduğu için, savaşa hemen 1914 yılının Ağustos’unda dahil olmuş, Amerikalıların İngiliz ve Fransızlara yardıma gitmeye karar vermesi 1917 yılını bulmuştu.

 İngiltere’nin savaşa girmesiyle Kanada’da otomatik olarak savaşa girmiş sayıldı. 600.000 kişi gitti, 67.000 kişi geri gelemedi.

Bazıları o hep görmek istedikleri Avrupa’ya asker olarak gitmiş ve geri dönememişlerdi. 170.000 de yaralı vardı. Bu savaşa sömürge olarak girmişler, tam olarak olmasa da bağımsız millet olarak çıkmışlardı.

Britanya, imparatorluğunu kaybetmişti.

 

Bardaki sohbette Thomas sözü Sarah’ya getirdi. Jason güldü. “Halen aklın onda değil mi?” diye sordu. -Biraz ilerideki kafede çalışıyor, oradadır şimdi.

-Evlendi mi? Birisi var mı hayatında?

-Yok, bildiğim kadarıyla yok, görmedim onu birisiyle.

“Peki” dedi Thomas. Hemen oradan ayrılıp caféye gidip bakmak istiyordu. Ne bahane bulsaydı acaba?

Jason anladı durumu: “Sen biraya boş ver, git bir kahve iç istersen” dedi.

Thomas caféye doğru yürümeye başladı, içeri girdi, oturdu. Yoktu görünürde aradığı. Sarah işini bitirmiş, hazırlanmış tam dışarı çıkmak üzereydi ki, karşılaştılar. Göz göze geldiler.

Sanki bir korku geçti gözlerinden genç kadının. Ne yapacaktı, nasıl konuşacaktı onunla seneler sonra?

Thomas gülümsedi, masaya davet etti.

“Çok yorgunun, eve gidiyorum artık” dedi Sarah.




Not Haftalık yazı grubu egzersizlerinden biri olarak yazılmış bir hikaye. İlki 10, daha sonrakiler 6şar dakikalık periyodlarda yazıldı.


Hikayenin konusu Jane Uruquart'ın Underpainter adlı romanından alınmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 




14 Ocak 2021 Perşembe

Yakup'un Melekle Güreşmesi

 


Rüya mıydı gerçek miydi, Yakup’un kendi vicdanıyla hesaplaşması mıydı, ertesi gün Ağabeyiyle karşılaşmanın heyecanı mıydı bilinmez, Yakup o gece sabaha kadar karşısına çıkan bir adamla güreşir. Bana göre bu kendi vicdanıdır.

Yakup’un onu yenemeyeceğini anlayınca adam onun uyluk kemiğine başını çarpar, yani kafa atar, Yakup’un uyluk kemiği yerinden çıkar.

Ama adamı bırakmaz, Adam artık gün ağarıyor bırak beni der,

“Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıtlar.

Demek ki babasını kandırarak kutsandığı için şimdi açıktan açığa melek tarafından bilinerek, bir kandırmaca olmaksızın kutsanmak istiyor Böylece kendisine olan saygısını kazanacak. Çünkü ne yapsa ne kadar servet edinmiş olsa da eşleri çocukları köleleri sürüleriyle bir ordu gibi geri dönüyor olsa da evine, vicdanını rahatsız eden şeyler var ve ağabeyinden korkusu var.

Eşleri de çocukları da köleleri de sürüleri de önden gönderdi, kendisi en arkaya kaldı, fazla kahraman sayılmaz, belki rüyasında bu adamla mücadele yapıp kazanarak kendisine moral veremeye çalışıyor beyni, bilinç altı…

Bu bence Tevrat’taki en ilginç hikâyelerden biri, Peygamberler, toplum liderleri sütten çıkmış ak kaşık gibi masum gösterilmiyorlar, iyi kötü insan yönleriyle yanar döner ve gerçek duygularıyla çıkıyorlar karşımıza.

Adam Yakup’ a “Adın ne?” diye sorar. “Yakup” deyince; adam, “Artık sana Yakup değil İsrail denecek. Çünkü Tanrı’yla insanlarla güreşip yendin” der.

Yakup, hilebaz manasına gelir İsrail doğru, Yakup takipçi manasına gelir İsrail lider, İsrail, Tevrat’a göre Tanrıyla güreşir anlamına geliyormuş.

Ama bu kişinin kim olduğu belli değildir. Yakup Adama ismini sorar. Adam söylemez ama Yakup’u kutsar.

Bu güreşten Yakup topallayarak çıkar ama “Tanrı’yla yüz yüze görüştüm” diyerek oraya Peniel, (Tanrı’nın yüzü) adını verir.

Bu hikâyeden maksat Yakup’un bir transformasyon geçirmesi, artık İsrail oğulları olarak anılacak ve kendi 12 oğlundan türeyecek kabilelerin babası sayılmasıdır.

Ama eğrilikten doğruluğa geçmesi, hilebazlıkla elde edilen kutsanmayı bırakıp hakiki kutsanma sahnesi yaratılması da şüphelidir.

Çünkü bu düş mü gerçek mi belli değildir. Mücadele ettiği kişinin kim olduğu belli değildir.

Tarih boyunca liderler kendilerine bir kutsallık atfetmek istemişler, Tanrı tarafından görevlendirildiklerini, iktidarlarının haklı ve yasal bir iktidar olduğuna insanları inandırmaya çalışmışlar.

Ama kimin kime hangi yetkiyi verdiği, o yetkiyi vermeye yetkili olup olmadığı daha sonra İmparatorluk ve Papalık mücadelelerinde göreceğimiz gibi hep tartışmalı olmuş.

 

 

 

Yakup ve Esav

 

İshak ve Rebeka

İshak, Rebeka ile evlenir.

Bu çiftin de önce çocukları olmaz. Tanrıya uzun yakarışlardan sonra Rebeka ikiz çocuklara hamile kalır.

Çocuklar annelerinin karnında itişir.  Rebeka Rab’be danışır. Rab, karnında iki ulus olduğunu, Rebeka’dan iki ayrı halk doğacağını, birinin öbüründen güçlü olacağını büyüğün küçüğüne hizmet edeceğini söyler.

İlk doğan Esav’dır saçı kızıldır. İkincisi onun topuğunu tutarak doğar adı Yakup’tur. Yakup, hileci anlamına gelmektedir. Topuk tutan yani arkadan gelen takipçi anlamları da var. Topuk tutmakta arkadan saldırmak sinsilik gibi bir anlamda var.

Esav avcıdır iri yarı kuvvetlidir bütün gününü dışarıda kırlarda geçirir.

 Yakup daha sakindir zamanını çadırda oturarak geçirir. Babaları İshak Esav’ı sever, anneleri Rebeka Yakup’u sever.

Burada da gene iki erkek kardeş arasında sorun vardır.



Bir gün Esav avdan aç ve bitkin vaziyette gelir. Yakup çorba pişirmektedir. Esav çorbadan ister. Yakup kurnazdır. Fırsatçılık yapar. Bana “ilk doğan hakkını ver ben de sana çorba vereyim” der. Esav ilk doğan hakkının bana şimdi bir faydası yok, açlıktan ölmek üzereyim der ve Yakup’la anlaşma yapar. Bir kâse mercimek çorbası ve ekmek karşılığında bu hakkını satmış olur.

Kaybı o kadarla da kalmaz, ilk doğan olma hakkını küçümsediği için Tanrı ona kızar.

İshak yaşlanmıştır. Gözleri görmez olmuştur. Ölmeden önce Esav’ı kutsamak ister. O’nu yanına çağırıp ava gitmesini kendisine et getirmesini söyler.

Rebeka onları dinlemektedir. Esav ava gidince hemen Yakup’u çağırır, sürüden bir oğlak kesip getirmesini söyler. Oğlağı pişirip, İshak’ın yanına giden, Yakup’a İshak ne çabuk geldin der. Yakup Esav ın giysilerini giymiş, onun kıllı derisine ellerini benzetmek için ellerinin üzerine oğlak derisi yapıştırmıştır.

Babası ona birkaç kez "Esav ’mısın?" diye sorar, ama o ısrarla Esav olduğunu söyleyerek babayı kandırır. Bunun üzerine İshak, Esav zannıyla Yakup’u kutsar.

Biraz sonra Esav avdan gelir, yemek hazırlayıp babasına götürür. Babası ona durumu anlattığında çok üzülür. Babası artık onu kutsadım, seni kutsayamam der.

Esav ne kadar üzülse ne kadar baba beni de kutsa diye yalvarsa yapacak bir şey yoktur.

Yakup Esav’ı iki kez kandırmıştır.

Kabil gibi o da ihanet etmiş ve yine Kabil gibi o da kaçmak zorunda kalmıştır. Esav’ın kendisini öldürmesinden korkarak, Harran ovasına dayısı Lavan’ın yanına kaçar.

 

William Blake Jacob's Ladder

Yakup’un Düşü

Yakup yolda bir yerde geceler, düşünde göğe bir merdiven kurar. Merdivenden melekler iner ve Yakup’un kutsandığını soyunun çok kalabalık olacağını söylerler.

Yakup Lavan’ın yanına gider, onun küçük kızı Rahel’e âşık olur. Yedi yıl çalışma karşılığında Rahel ile evlenmek istediğini söyler.

Lavan anlaşmayı kabul eder. Yedi yıl sonunda evlenirler. Ama sabah kalktıklarında yanında Rahel değil Lea vardır. Ne olduğunu öğrenmek için Lavan’ın yanına gider. Büyük varken küçükle evlenmek olmaz, onun için seni Lea ile evlendirdik der kızların babası Lavan. Ama üzülme bir hafta sonra seni Rahel ile de evlendireceğim der.

Ağabeyi Esav’ ı kandıran Yakup dayısı Lavan tarafından kandırılmıştır. Rahel’i daha çok sever ama Lea’dan çocukları olur. Rahel geri kalmamak için cariyesini verir Yakup’a ondan da çocukları olur. Toplam 12 erkek evladı olur. Bu çocuklar İsrail’in 12 kabilesini teşkil edeceklerdir.

Yalnız çocukları değil sürüleri de vardır, zengin bir adamdır. Geri memleketine dönmek ister.

Orada tekrar Esav ile karşılaşacaktır…

 

Acaba ne olacak bu karşılaşmada? Önceden haberci gönderir gelip ağabeyini göreceğini bildirir. Haberciler gelir. Ağabeyin Esav dört yüz adamıyla seni karşılamaya geliyor derler. Yakup çok korkar. Ya Esav yaptıklarının hesabını sorarsa.

Acabgitse mi, gitmese mi?  O’nu oraya Tanrı göndermektedir. Tanrı’ya yalvarır, “Şeria ırmağını geçtiğimde değneğimden başka bir şeyim yoktu şimdi iki orduyla dönüyorum yalvarırım beni koru” der.

Sürüleri önden göndermeye karar verir, sürüleri Esav’a armağan olarak verirse onun kızgınlığının geçeceğini ümit eder.

Sonra eşlerini çocuklarını da ırmaktan geçirir, en son kendisi geçer ve gece yalnız kalır….

 

gitse mi, gitmese mi?  O’nu oraya Tanrı göndermektedir. Tanrı’ya yalvarır, “Şeria ırmağını geçtiğimde değneğimden başka bir şeyim yoktu şimdi iki orduyla dönüyorum yalvarırım beni koru” der.

Sürüleri önden göndermeye karar verir, sürüleri Esav’a armağan olarak verirse onun kızgınlığının geçeceğini ümit eder.

Sonra eşlerini çocuklarını da ırmaktan geçirir, en son kendisi geçer ve gece yalnız kalır….

 

Chicago

 


Dünyanın domuz kasabı,

Alet yapımcısı,

Buğday Deposu,

Demiryolu Sahibi,

 Memleketin baş Nakliyatçısı

 Fırtınalı, Kavgacı, İriyarı

Geniş Omuzluların Şehri:

 

Senin kötü olduğunu söylediler, inanırım, boyalı kadınların 

Lambaların altında çiftçi delikanlılarını tavladıklarını gördüm,

 

Düzenbaz olduğunu söylediler, cevabım:

Evet doğru, serserilerin adam öldürdüğünü, 

Sonra yeniden öldürmek için serbest bırakıldıklarını gördüm.

 

Acımasız olduğunu söylediler; cevabım:

Kadınların ve çocukların yüzünde korkunç açlığı gördüm.

 

Bütün bu cevapları verdikten sonra benim şehrimi beğenmeyenlere döndüm,

Ben de onlara aynı şekilde tepeden baktım ve

 

"Bana kaba saba, sağlam, kurnaz ve hayat dolu olduğu için

 Başını bu kadar gururla

 Dik tutabilen bir başka şehir gösterin" dedim.

 

Üst üste yüklenmiş bin bir zahmetli iş arasında

 Savrulan suntalı küfürler,

Burası zayıf naif şehirlerin arasında

İri kıyım, cesur, vurduğunu deviren, kanlı canlı

baş oyuncudur.

 

Ataktır, dili dışarıda, heyecanla harekete geçmeyen bir hayvan gibi.

Kurnazdır, vahşi doğanın içinde bir yere sıkışıp kalmış yerli gibi;

 

Baş çıplak,

Kar kürer;

Dağıtır,

Planlar,

Yapar, bozar, yeniden yapar,

 

 

Toz duman ağzına dolar,

Aldırmaz inci gibi dişlerle güler;

Kaderin ağır yükü altında kalmış genç bir adam gibi gülümser.

 

Hiç kavga kaybetmemiş cahil bir delikanlı gibi rahatça güler.

Övünür, kahkaha atar çünkü kendi bileğinin altında, halkın nabzını ve;

Kendi göğsünde halkın kalbini taşır.

 

Güler!

Gençliğin boğuk, kavgacı sesiyle gürültülü bir kahkaha atar,

Yarı çıplak,

Terli, Domuz Kasabı,

İmalatçı,

 Buğday Deposu,

Demiryolu Oyuncusu ve

Memleketin Baş Nakliyatçısı olmaktan gurur duyar.




 

 

Şiir: Carl Sandburg 1878-1967

Çeviri: Elif Erkmen

Chicago

New York tan sonra Amerika nin ikinci büyük şehri, iş merkezi, fabrikalar, zengin kültür hayatı, en güzel mimari yapılar, en iyi şiir dergileri, en iyi üniversiteler, spor kulüpleri, soğuk rüzgar fırtına, hepsini bir arada barındıran şehir...

 

 

 

 

 

7 Ocak 2021 Perşembe

Tanrı Kimin Yanında?

 


Umalım ki ‘Ya Allah Bismillah’ deyince bizim yanımızda olsun. Siyasiler bir işe girişirken veya savaşa mücadeleye başlarken Tanrı’nın kendi yanlarında olduğu inancıyla hareket ediyorlar. Cesaretlerinin deli cesaret olmamasını, işe yarayan bir cesaret olmasını sonucun hayırlı olmasını istiyorlar buna dua ediyorlar.

Diğer taraf da aynı şey için dua ediyor. Maharet halkı Tanrı’nın kendi yanlarında olduğuna inandırabilmek.

Pagan dönemlerinde Yunanlıların en büyük Tanrısı Zeus’tu, onun karşılığı olarak Romalıların en büyük Tanrısı Jüpiter’di. Jüpiter en büyük gezegen. En büyük gezegene Tanrı Jüpiter’in adını vermişler.

Roma Tanrısı Jupiter


Astrologlara göre bu sene Ocak ayının sekizinde bir takım kargaşalar öngörülüyor, bunun Jüpiter Satürn yakınlaşmasıyla alakalı olduğu söyleniyordu. Amerika’daki karışıklıklarda bu tarihe denk geldi.

Amerika kurulurken ilhamını Roma’dan almış, binalarını siyaset sistemlerini Roma İmparatorluğu’na benzetmeye çalışmışlar. Latince sözleri yazmışlar senatoya, Amerikan mührüne. Zaten, Senato, Capitol, hepsi Roma kavramı.



Üniversitelerin de bir Latince mottosu olur. Yüksek eğitime, yüksek kültüre gidilen yoldan geçerken öğrencilerin başlarını kaldırıp baktıkları yazı Latincedir. Bazı liselerde de vardır. Bu konuştuğumuz dilden başka bir dil daha var. Bu yaşadığımız zamandan başka zamanlarda var, bu bildiğimiz kültürden başka kültürler de var. Bunu anlamak için böyle yapılır.

Truva müzesinden bir lahit


Daha evvel Aeneas destanıyla ilgili yazarken anlatmıştım, bütün yollar Roma’ya çıkar, Roma’nın tarihi de Truva’dan başlar diye.

Meşhur Truva savaşından sonra Truva’nın Prensi Aeneas, yaşlı babasını, eşi Kreusa’yı ve oğlu Ascanus’u alarak, savaştan kurtulan diğer Truvalılar ile birlikte yeni bir memleket arayışı ile zorlu bir yolculuğa çıkarlar.

Aeneas’ın babası Truva Kralı, annesi Tanrıça Venüs’tür.  Venüs oğluna bu yolculukta yardımcı olur. Venüs’ü kıskanan Zeus’un eşi Juno ise ona mâni olmaya çalışır. Aeneas’ın görevi Roma’yı kurmaktır.

İlk eşi Kreusa Anadolu’yu, ikinci eşi Dido Afrika’yı, üçüncü eşi Latin Kralı’nın kızı Lavinya Avrupa’yı yani hepsi birlikte kurulacak Roma İmparatorluğunu temsil eder.

Yolculukta Kreusa ölür, bir fırtına Truvalıları Afrika kıyısına Kartaca’ya atar. Orada Kraliçe Dido onları büyük bir misafirperverlikle karşılar, Aeneas la aralarında bir yakınlaşma olur.

Ancak Jupiter’in oğlu haberci Tanrı Merkür gelerek, Aeneas’a görevini hatırlatır, İtalya’ya gitmesini söyler.  Çaresiz Aeneas Truvalılar’la birlikte denize açılır. Geride kalan Dido bu durumu gururuna yediremeyip intihar eder. Ölürken son sözleri lanet okumaktır. Bir daha Truvalılar ile Kartacalılar arasında barış olmasın hep savaşsınlar ister. (Juno ’da onu tutar)

Roma zamanında gerçekten Kartaca ile savaşlar olur. Akdeniz’deki Kartaca gücünden rahatsız olan Roma eninde sonunda Kartaca ’yı yener, yenmekle de kalmaz senatör Cato’nun her zaman istediği gibi, tamamen yerle bir eder. Tarihe gömer yani.

Dönüşte Sicilya ‘ya gelirler Truvalılar. Bu yolculukta Aeneas, daha sonra Dante’nin İlahi Komedya ’da yapacağı gibi yeraltına iner ve babasıyla görüşür. Ölmüş babasının ruhu O’na ilerde kurulacak büyük devletten söz eder.

Artık yola devam etmek istemeyen bazı Truvalılar kalmak ister. Ama kaderinin Roma’yı kurmak olduğuna inanan Aeneas kendisine inananlarla birlikte yola devam eder.

İtalya’ya vardığında Latin Kralı’nın kızına talip olur. Kız başkasıyla Turnus’la nişanlıdır. Annesi Lavinya’yı Turnus’a vermek istemekte ama baba kahinlerin sözünü tutarak bir yabancıya vermesi gerektiğini düşünmektedir.

Turnus’la Aeneas arasında savaş çıkar, uzun mücadelelerden sonra Aeneas hem savaşı kazanır hem de Lavinya ile evlenir.

Aeneas savaşta galip geliyor


Bu savaş esnasına oğlu Ascanius ’un düşmana saldırma sahnesi şöyle anlatılmış:

Dayanamadı daha bu ağır sözlere, konuşmaya

Ascanius, yöneldi düşmana bir ok yerleştirdi

Gergin yayına, yakarırken açtı kollarını yanlara,

Dimdik dururken öfkeyle seslendi Jupiter’e:

“Iuppiter omnipotens, audacibus adnue coeptis

Ey yüce Jupiter, onayla bu ataklığımı yardımcım ol.

Görkemlı adaklar getireceğim elimle tapınağına.

Sunağına alnı altınla süslü ak bir boğa.

Anası boyunda başı dik boynuzlarıyla saldıran.

Ayaklarıyla toprağı kaldıran, tozu dumana katan.”

 

Aeneas'ın oğlu Ascanius

Duydu bu yakarışı Jüpiter, bir sol yanında

Göğün, korkunç gürleme, bir yay uğultusu,

Tınlayarak uçan ürkünç ok ulaştı başına

Remulus’un, deldi temren şakaklarını, gömüldü içeri.

“Git alay et erdemle, büyüklen,yakışıksız sözlerle,

Böyledir Rutullere iki kez yenik Frigyalıların”

Böyle dedi Ascanius,sevinç çığlıkları kopardı Troyalılar,

Yükseldi yıldızlara değin, gürleyen övünç haykırışları.



 

Virgil MÖ 70Mantua-19 Brindisi)


Virgil Komedya’da Dante ‘nin rehberidir ve kendisini şöyle tanıtır:

Rispuosemi: «Non omo, omo già fui,
 e li parenti miei furon lombardi,
 mantoani per patrïa ambedui.

Nacqui sub Iulio, ancor che fosse tardi,

 e vissi a Roma sotto ’l buono Augusto
nel tempo de li dèi falsi e bugiardi.

“Yaşayan bir insan değilim, bir zamanlar öyleydim;

Anam babam Lombardiya’ dan geldi.

Ikisinin de memleketi Mantua’dır.

 Sezar zamanında doğdum;

 İyi Augustus zamanında Roma‘da yaşadım,

 

Mevsim, yalan Tanrılar  zamanıydı. Şairdim, Anchises'in oğlunu anlattım.

İlyum’ un gururu  ateşe verilince, Truva'dan geleni…

Ama niye perişanlığa dönmek istersin?

Bu tatlı dağa, her türlü neşe ve sevincin kaynağına tırmanmak varken?”

 

Hristiyanlıktan önce yalan tanrılar devrinde, Sezar zamanında doğmuş Augustus zamanında ölmüş.

 

Sezar'ın öldürülmesi (MÖ 44)

Yani Cumhuriyetin yıkılıp İmparatorluğun kurulmasına şahit olmuş, hem Sezar devrini, onun suikasta uğramasını, (MÖ 44) hem de onun yeğeni ve varis’i olan Augustus’un imparator oluşunu MÖ 27 yılında Roma İmparatorluğunun kuruluşunu görmüş.

Julius Caeser’ın aile ismi Julius’tur, kızı da Julia dır.  Bu ailenin geçmişini Aeneas’ın oğlu Ancanius'a (bir ismi de Julius'dur, dolayısıyla Aeneas’a,  Aeneas vasıtasıyla annesi Tanrıça Venüs’e bağlamış, böylece" Tanrılar İmparator'un yanında" demiştir.

 

Roma’ya görkemli bir tarih ve parlak bir gelecek yazmış eserinde.

Bu yönüyle Latin dünyasının en önemli eserlerinden biri olan Aeneas destanına edebi değerinin yanında siyasi bir amacı da var diyebiliriz.

*

Augustus (MÖ 63-MS 14)  Hem ilk imparator oluşu hem de Hz. İsa'nın O'nun zamanında doğmuş olması nedeniyle Augustus'un hükümranlığı kutsal kabul edilmiş sonraki Hristiyanlarca.



Iuppiter omnipotens, audacibus adnue coeptis

"Jupiter Almighty, favour [my] bold undertakings"

 

Omnipotent,Almighty herşeye güçü yeten Tanrı demektir.

Benim bu cesur davranışımı bu giriştiğim işi destekle demek istiyor.

 

 Bugünde Trump taraftarı Amerikalılar kendilerinin üstün ırk olduğu Amerika'nın kurucusu olduğuna inanaıyorlar.

Beyaz Anglo Sakson ve Protestan

WASP










Amerika Ocak 2021