1
O da ne, bir araba sesi. Kim
olabilir gecenin bu vaktinde. Eve doğru yürüdü. Evet o, dönmüş gelmiş kapıyı
çalıyordu.
-
Neredesin, merak ettim kapıyı kimse
açmayınca.
-
Yürüyüşe çıktım.
-
Gecenin bu saatinde?
-
Evet, biraz hava almaya ihtiyacım vardı.
-
Tehlikeli olmaz mı?
-
Olmaz.
“Sadece birkaç ayı var etrafta” diye düşündü içinden,
güldü.
Sarah geldi sakince kapıyı açtı. Böyleydi bu adam işte.
İçeri girdi. “Bir çay yapayım, üşüdüm” dedi.
Thomas yaktı ateşi, şömineyi tutuşturdu. Aldı ellerini
Sarah’nın avucunun içine, ısıtmaya öpmeye başladı.
Ertesi sabah kalktıklarında sohbete kaldıkları yerden devam
ettiler.
-Sever miydin burada geçirdiğiniz yazları çocukken?
-Sevmez miyim? Çok eğlenirdim ben burada. Uçsuz bucaksız
kırlar, tekne gezileri, bazen çiftliğe at binmeye gitmeler, bana sonsuz bir
özgürlük hissi verirdi.
-İyi eğlenmişsin. Ailen hep çok varlıklı mıydı böyle?
-Hayır, babamın şansı madenin hisselerini aldıktan sonra
açıldı. Karşısına çıkan fırsatı görünce nesi var, nesi yok satıp madenden hisse
almış. Burada gümüş madeni olduğunu gazeteden okumuş, bizi ilk defa onun için
getirdi buraya. Sonra annemde Kanada’yı sevince, ev aldık.
Ya siz, senin ailen ne zaman yerleşmiş buraya?
-Biz nesillerden beri buradayız. Aile önce Montreal’e
gelmiş İrlanda’dan, orada kimi Fransızlarla evlenmiş. Karışmışlar. Sonra dedemin
babası da İrlanda’dan Kanada’ya göçmek istemiş. O zamanlar ekonomik sıkıntı
varmış İrlanda’da. Yeni geldiğinde burada arazi verilmiş, kasabanın biraz
dışında. İlk yerleşenlerden olmuş göl kenarına. Hala akrabalarımız yaşıyor o
çiftlikte. Babam biliyorsun madende çalışırdı.
-Ya annen?
-Onun ömrü bize bakmakla geçti. Babam madenden çok yorgun
geldiği için, geri kalan her işle annem ilgilenirdi. Bankaya gider, alışverişi
yapar, bahçeyi ekip biçer, araba bozulsa onu bile tamir ederdi. Pek müzeye
falan gidecek vaktimiz yoktu anlayacağın.
O seferki gelişinde aylarca kaldı Thomas, “evi de
satacağım” demişti ama satmak için bir girişimde bulunmamıştı. Burası onu
çekiyordu. Evi satarsa annesiyle de son bağını koparmış olacaktı, çocukluğu
elinden kayıp gitmiş olacaktı, bir daha gelmemecesine.
Annesi genç ölmüştü. Küçük bir çocukken babasıyla ikisi baş başa
kalmışlardı. Evet babası iyi para kazanıyor, rahatları yerindeydi bir
ihtiyaçları yoktu ama, çocukla nasıl ilgileneceğini de pek bilememişti babası. Üzüntüsünü gidermek için kendisini işe
vermişti.
Thomas ise annesinin ölümünden sonra, kendi kendine büyümüş
gibiydi. Bazen başka çocuklarla oynardı mahallede, hockey seyrederdi ama
genelde kendi düşünceleriyle baş başaydı.
Evin geniş bir salonu (veya küçükken kendisine öyle gelen,
aslında orta karar olan bir salonu) vardı. Şöminesi, şöminenin üzerinde karlı
bir kış manzarası olan tablosu, camın önünde kareli bir kanepe, kanepenin
yanında annesinin yünlerini, örgülerini koyduğu bir sepet.
Sarah’nın yün battaniyesine bakarken aklına bu geldi. “O
da annem gibi örgü örmeyi seviyor” diye düşündü.
Yemek masasının üzerinde dantelli beyaz örtü, rafta
kitaplar, -genellikle de sanat kitapları- büyük güzel kâğıda basılmış, kenarda
duvara monte edilmiş küçük dolapta Thomas’ın çocukluk oyuncakları, trenler,
sarı bir kamyon, kurşun askerler ve büyük büyük parçalı puzzle seti.
Eski birkaç fotoğraf. Nasıl da mutlu bakıyordu kameraya
annesiyle. Gölde yüzüyor, ellerinde tahta kılıçlar arkadaşlarıyla savaşıyor.
Eski günler. Hayır, satamayacaktı bu evi. Varsın kalsındı.
Nasılsa idare ediyordu kendisini. İhtiyacı yoktu satmaya şu anda.
2
Nasılda geçmişti yıllar. Gelmemişti gene Thomas, gelirim
dediği halde. New York’taki sergisi için hazırlık yapıyordu. Bu seferki pek
önemliymiş, gazeteler yazacakmış, eleştirmenler gelecekmiş, falan filan. Niye
acaba o kadar önem veriyordu başkalarının fikirlerine, yaptığı resimler
hakkında ne dediklerine.
Çok ünlü olmak istiyordu belli ki. Amacı kendisine bir isim
yapmaktı sanat dünyasında. Sarah bu fikirde değildi hiç. Ona göre sanat insanın
kendi duygularını yansıtması için olmalıydı. Başkaları için değil. Kendi
içinden geçenler, kendi gerçekleri aktarılmalıydı tuale.
Seviyorlardı birbirlerini çok. Ya da Sarah öyle olduğuna
inanmak istiyordu. Ama bu ilişki giderek sadece yazdan yaza bir ilişki haline dönmeye
başlamıştı. Niye bekliyordu ki onu? Bütün kış yalnız kalıyordu., işe gidip
geliyor, karı kürüyor, şömineyi kendi yakıyordu.
Onu New York’a götürmeyi bir kere bile teklif etmemişti.
Anlıyordu Sarah, oradaki yüksek sosyeteye bu taşralı kız uymaz diye düşünüyordu,
belli ki.
Neler neler vaat etmişti ilk başta. Sanki birden coşuyor
kendisini Sarah’yla çok yakın hissediyor hep beraber olacaklarmış gibi sözler
söylüyordu. Gel gör ki gene gitme zamanı geldiğinde, bir şey söylemeden
gidiyordu. Erkek kısmına fazla sevdiğini belli etmek bir işe yaramıyordu. En
azından bu kadarını öğrenmişti Sarah. “Geldin mi? Gittin mi? Niye gelmedin? Niye
aramadın?” Bu lafları çoktan bırakmıştı. Geldiği zaman “Hoş geldin”,
gittiği zaman “Güle güle” o kadar!
Anahtarı bahçedeki odunluğa saklıyor, Thomas habersiz
geldiğinde oradan alıp içeri giriyordu. Her gelişte eli kolu armağanlarla dolu
geliyordu. Birbirlerinin yanında huzur buluyorlardı. Son gelişinde
eleştirmenlerden birine kafası fena bozulmuştu:
Anlatırken yapraklara bakıyor, onların resmini çiziyor,
sonra üzerine bir kat daha boya çekiyordu. Burada sonbahar çok güzel olur. Eğer
hava aniden soğumazsa yapraklar yavaş yavaş renk değiştirir. Ontario, Quebec, Vermont,
New York bütün bu civarlardaki yollar görülmeye değerdir. Seyahate çıkmak için
ideal zamandır. O da bu sonbahar
manzarasını çiziyordu. Tabii beni de.
Ateş gibiydi gözleri o eleştirmenden bahsederken.
-Underpainter dedi bana.
-O ne demek?”
-Resim yaparken biliyorsun düz beyaz bir kanvasa yapmayız
hiç resmimizi. Önce yapmak istediğimiz kompozisyona uygun bir renkle bütün
kanvası boyarız. Sonra resimde kullandığımız tonları ona göre ayarlarız. En
koyudan başlar en açığa doğru boyaları kullanırız. Underpainting teknik bir
terimdir aslında. Objeleri nasıl yerleştireceğimiz, kişilerin orantıları,
resmin ilk tasarımı hazırlık safhası. Kat kat boyaları tatbik ederek
çalışıyoruz biz.
-Eee, ne var bunda?
- Yani demek istiyor ki önce yapmak istediğin resmi
yapıyorsun, gerçek duygularını yansıtıyorsun. Sonra üstünü kapatıyorsun,
duygularının kişiliğinin üstünü örtüyorsun.
-Alex ’de bunlar çok soğuk dedi, duygusuz resimler,
satılmaz bunlar.
Anlıyordu Sarah, çok iyi anlıyordu. “Kişiliğinin
katmanları gibi” dedi içinden….
3
Nereden nereye, geçende Jacop ile karşılaştım. Evlenmiş.
Eşinin adı Augusta. Hemşireymiş. Savaşta tanışmışlar. Fransa’nın bilmem
neresinde. Jacop hastahanede yatarken. Sonra mektuplaşmayı sürdürmüşler. Kanada’ya
dönüşte birbirlerini arayıp bulmuşlar. Eski günlerden konuşmuşlar epeyce. Ve
işte şimdi eski aşk alevlenmiş evlenmişler.
Ama Augusta hüzünlü bir kız. Çalıştığı hastane bombalanmış.
Savaşın ortasında her yer yanıp yıkılırken, hastanede olsun kendini güvende
hissediyormuş. Ama işte hastane de almış nasibini alçak bombalardan.
Bereket kendisi o anda dışarıdaymış. Kurtulmuş. Ama o ses, o
gürültü, o yangın, ateş çığlıklar, paramparça olmuş vücutlar… Bunlar gözünün
önünden gitmiyormuş, hala daha geceleri kâbus görüyormuş.
“Yanlışlıkla bombaladılar herhalde” dedim. Jason bir
küfür savurdu. “Böyle şeylere bakmaz onlar. Orospu çocukları!” dedi. “Her
yer bitti, hastaneyi de bombaladılar…”
O olaydan sonra Kanada’ya gelen ilk gemiyle dönmüş Augusta,
bir daha da çalışacak hali kalmamış ne hastanelerde ne de başka bir yerde.
Bir Kanada Hikayesi
Jane Uruqart'ın Underpainter isimli romanından esinlenerek
Elif Mat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder