27 Haziran 2021 Pazar

CEVAP

 


Değerli Werner,

Mektubun elimize geçti. Ben Daniel Le Blanc, Marie’nin babası. Kızım bana senin nasıl bir kahraman olduğunu anlattı. Kızımı kurtardığın için sana müteşekkirim. Çok şükür dünyada iyi insanlar var.

Buraya gelmeni seni Paris’te ağırlamayı çok isteriz. Ben savaşta bir müddet Almanya’da hapiste kaldım. Barış imzalanınca savaş esirleri karşılıklı olarak serbest bırakıldı. Ben de diğer Fransızlarla birlikte ülkeme döndüm. Hala eski işimdeyim. Marie de benimle birlikte müzede çalışıyor.

Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Sana ve kardeşin Jutta’ya her zaman kapımız açık. En kısa zamanda bekliyoruz.

Mektubun bundan sonrasında sözü Marie’ye bırakıyorum:

 

Sevgili Werner,

Senden haber aldığım için çok sevinçliyim. Ben de seni merak ediyordum. Anlattıkların beni mutlu etti.

Senden ayrıldıktan sonra söylediğin gibi önce hastaneye gittim. Bir gece orada kaldım. Ertesi gün Paris’e giden bir aileye beni emanet ettiler. Birlikte döndük. Evimiz kırılıp dökülmüştü ama ayaktaydı. Müzeye gidip babamın arkadaşlarından yardım istedim. Beni müzenin santralinde işe aldılar. Babam gelip, evi tamir ettirene kadar bir müddet müzede kaldım. Bana bir oda verdiler.

Hayata öyle tutundum. Bugün hala müzede çalışıyorum, santralda. Eğer müzeye telefon açacak olursan karşına ben çıkabilirim. Konuşmamız kolay olur.

Babamla beraber aile geleneği olan amatör radyoculuğu sürdürüyorum. Perşembe akşamları çocuklara hikâye anlatıyorum. Yayını bulmayı sana bırakıyorum. İpucu vermeyeceğim. Bakalım eskisi kadar usta mısın?

Gelişini dört gözle bekliyoruz. Gününü haber verirsen seni Gar de l'est de karşılarız.

Seni seven arkadaşın Marie.



 

Ondan sonraki günler Marie için heyecanlı bir bekleyişle geçti. Tahmin ettiği gibi Pazartesi günü işe gittiğinde telefon çaldı. Arayan Werner idi. Cumartesi günkü trenle geleceğini söyledi. İşini, kardeşini anlattı.

Marie babasıyla birlikte garda Werner’i karşıladı.  Eve gidip, bavulu bıraktılar, yemek yediler.  Sonraki birkaç gün şehri gezdiler. Tabii ki Marie’nin müzesini de.

“Bütün çocukluğum burada geçti” dedi Marie. “Bu müzeyi anlatan bir çocuk kitabı yazacağım. Çocuklar buraya gelip dinozor fosillerine bakmayı çok seviyor.”

“Ben de bayıldım” dedi Werner. Olağanüstü bir yer burası. Sen kitabı yaz, ben de Almancaya çevireyim.” Dedi.

“O zaman sana kütüphaneden biraz da kaynak bulalım, gel”

 




Werner’in Paris’ te geçirdiği bir hafta hızlı geçmişti. Gideceği gün Marie’ye “Benimle Almanya’ya gelmek ister misin? Evleniriz orada” dedi.

“Ne yaparım orada? Almanca da bilmiyorum”

“Ben sana öğretirim, okula da gidersin, zor değil. Sonra istersen Fransızca öğretmeni de olabilirsin, Madam Rosa’nın bize öğrettiği gibi, sen de çocuklara Fransızca öğretirsin. Radyo programına devam etmek istersen, onu da yaparız.”

 "Fena fikir değil, babamla konuşalım".

 Marie Werner’ın boynuna sarıldı "Ama Almanya’ da değil, burada evleneceğiz” dedi kalbi çarparak.

 

 

 


 

 

 

24 Haziran 2021 Perşembe

MEKTUP

 

Stutgard, 11 Mart 1946




 

Sevgili Marie,

Bu mektubu Paris Doğa Tarihi müzesine gönderiyorum. Senin ve babanın ismini yazdım üzerine. Eline geçeceğini umuyorum.

Senden ayrıldıktan sonra önce nereye gideceğimi bilemedim. 

Amerika bombalamaya başlayınca Almanlar geri çekildi.

Birliğime dönüp teslim olmam gerekiyordu. Ama bir yandan da Berlin’e biran evvel gitmek istiyordum.

Kız kardeşim Jutta savaşta Berlin’e bir fabrikada çalıştırılmak üzere gönderilmişti. Biz onunla birlikte yetimhanede büyümüştük. Orada çocuklar 15 yaşına geldiklerinde çalışmaya gönderiliyorlardı.

Jutta’dan bir kez mektup almış çalıştığı yeri öğrenmiştim ama sonra bir daha haber alamadım. O yüzden onu aramaya gitmek istiyordum. Ama felaket peşimizi bırakmadı. Berlin’i Ruslar işgal ettiler.

Bir dahaki haber çok sonra geldi. Kaçmayı başarmış batı Almanya’ya gelmişti. Seneler sonra birbirimize kavuştuk.

Ben çalışmaya başladım savaştan sonra, Almanya’nın yeniden toparlanması için büyük bir sanayi hamlesi başladı burada.

Kardeşim okuyor matematik öğretmeni olacak.  O'na seni anlattım. St. Malo’ yu, okyanusu, surları, korsanların mağaralarını. Fransızların direniş hareketini. Ne yazık ki o güzelim şehir, Amerikan bombalarıyla çok hasar gördü. Umarım Etien’in evi hala duruyordur.

Baban nasıl? Hayatta mı? Sizler cesur insanlarsınız Marie. Seni şehrin sokaklarında yürürken hatırlıyorum. Fırına ne zaman gidip geldiğini biliyordum. Rummel ’in seni takip ettiği gün ben de sizi takip ettim. Sana bir şey yapmaya kalksa, o gün vuracaktım onu.

Sen hala Paris’teysen sözümü tutacağım, gelip seni ziyaret edeceğim.

Eğer istersen tabii.

Arkadaşın Werner

 

Clair de Lune- Radyo'da eski bir hatıra

 Elif Mat

Öykü


Werner ekibiyle beraber St. Malo’daydı. Son olaylar, köprünün uçurulup, 9 askerin öldürülmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. St. Malo daki direnişi kırmakla görevlendirilmişlerdi.

Kimseye göz açtırmayacaksınız denilmişti kendilerine. Werner’ın görevi bu yayınları yapan radyo vericisini tespit etmekti.

Bu onun için çocuk oyuncağıydı. Kısa sürede evi tespit etti. Sokakta dolaşıp evin tepesindeki küçük anteni bile gördü. Dinlemeye aldı. Sesi tanıyordu. Hatta yayından sonra çalan müziği bile çocukluğundan hatırlıyordu. Clair de Lune. Claud Debussy’nin Ay ışığı sonatı.

Karanlık geceleri aydınlatan gökyüzünün Nur’u mübarek Ay için yazılmıştı. Ne güzel bir parçaydı bu. Ulvi bir haz duyuyordu onu dinlerken.

Hayır bu evi ihbar etmeyecekti. Ama takip ediyordu. Eve girip çıkanları tespit etmişti. Marie’yi tanıyordu. Bu kızın başına bir şey gelmesini istemezdi.

Jeanne Pontillon à la capeline by Berthe Morisot.


 

Deniz Kızı Yalnız Yüzüyor

Bir gün hanımların konuşmaları esnasında bu sözü duydu Marie. Şifreli konuşuyorlardı belli ama ne demek istiyorlardı acaba. Aklına Amerikalıların Normandiya çıkartması gelmişti. Herkes haberi duyunca ne kadar da sevinmişti. Acaba buraya da mı çıkartma yapacaklardı.

Bir gün evde yalnızdı, Madam hastalanmış gelememiş, Etien’i toplantıya çağırmışlardı etraf sessizdi. Saatler geçiyor Etien dönmüyordu. Sakın onu da babası gibi yakalamasınlar. Ne yapardı dünyada bir başına?

Etraftan bir haber almak için çıkmayı düşündü cesaret edemedi.

Birden bombalar yağmaya başladı St. Malo’ya.

Sesler kulakları sağır ediyordu.

Çaresiz aşağı bodrum katına indi. Orada beklemek en doğrusuydu.

 Gene saatler geçti gelen giden yoktu.

Artık acıktı susadı, tuvalete gitmesi gerekti. Kapıyı açtı yukarı kata çıktı. Mutfaktan yiyecek bir şeyler aldı. Suyunu içti. Tam geri bodrum katına dönmek üzereydi ki kapının zorlandığını işitti.

Hemen yukarı çatı katına çıktı.

Etien bu yasak yayınları yaparken gizli bir geçit açmış önüne gardırobu çekmişti. Gardırobun içine e bir kapı açmıştı. Gardıroba girdi kapısını kapadı diğer kapıdan çatıya çıktı.

Artık burada bekleyecekti. Gelen her kimse onu bulamadan gider diye umut ediyordu.

Gene saatler geçti. Gelen gitmiyordu. Ayağının aksamasından yürüyüşü farklıydı. Bastonu tıkırdıyordu. Gelenin geçen gün sahilde peşine takılan adam olduğunu anladı.

Bu adam bizi bırakmayacak diye düşündü.

İnleme sesleri geliyordu. Adam hastaydı.

Evde geçirdiği günlerde babasının yaptığı maketle oynamıştı saatlerce. Sokakta ne var bütün binaları tek tek ezberlemişti. Etien’in büyük evi de yapılmıştı aslının birebir kopyasıydı.

Evin bacasını parmaklarıyla yoklarken oynadığını fark etti çevirince içinde bir bölme açıldı. Elmas oradaydı. Bu taşın elmas olup olmamasının Marie için önemi yoktu. Gözleri görmeyen biri için taş, taştı işte.

Bunu buradan alsam iyi olacak diye düşündü. Artık elması cebinde taşıyordu. Kendisiyle babası arasında bir bağ olmuştu bu taş. Sanki elinde tutarsa babası gelecekti.

Şimdi aşağıda Rummel’in maket evi kırıp döktüğünü gittikçe sinirlenip bağırdığını duyabiliyordu. Rummel elması ele geçiremeyecekti.

Bir ara ses kesildi. Evde dolaşmıyordu, belki o da yorulmuş oturmuştu bir yere. Ama gitmediğini biliyordu Marie.

Bombalar yine başladı.

Yapacak bir şey yoktu artık yalnızlığa ve beklemeye tahammül edemiyordu. Radyoyu kurcalamaya başladı. Açmayı başarınca Jul Verne’in Deniz Altında Seksen Bin Fersah kitabını aldı okumaya başladı.

Bomba seslerinden kendi sesini aşağıdaki adamın duyamayacağını sanıyordu.

 

Öbür taraftan Werner Arı Hotel’deydi. Bir zamanlar sosyetenin gelip deniz kenarında tatil yaptığı bu otel Alman ordusunca karargâh olarak kullanılmaktaydı. Bombalama başlayınca onlar da hemen bodruma inmişlerdi. Bir arkadaşları ölmüş Volkheimer ile Werner Bodrum da mahsur kalmışlardı. Nasıl çıkabileceklerini hesap ediyorlardı.

Eski bir radyo buldular. Volkheimer çalıştır şunu dedi belki bir haber alabiliriz.

Bundan bir şey olmaz dedi Werner ama yapacak bir şey olmadığı için kurcalamaya başladı.

Sonunda tamir etmişti ama herhangi bir istasyon bulamadılar. Radyo işe yaramıyordu. Bir şey duymuyorlardı.

Biraz sonra titrek bir kız sesi duyuldu, kitap okuyordu. Beraber dinlemeye başladılar. Bir ara Clair de Lune da çaldı. Sonra sustu “O burada” dedi fısıldayarak.

Werner bir küfür savurdu. “Bulmuş kızı Rummel” dedi. “Çıkacağız buradan, gidip o herifi öldüreceğim.”

Savurayım mı şu delikten el bombasını belki bir yer yıkılır, çıkarız? Dedi Volkheimer.

Savur dedi. Öyle ya da böyle öleceğiz zaten. Bir şansımızı deneyelim.

Volkheimer el bombasının pimini çekti. Savurdu.

Büyük bir patlamadan sağ kurtuldular. Yıkıntılar arasından emekleyerek çıkmayı başardılar.

Şu işe bak dedi Werner. Madene girmeyelim diye askere yazıldık burada da yerin dibine girdik.

Hemen Marie nin evine gitti. Sessizce içeri girdi. Yukarı katta Rummel’İ buldu. Düşünmedi silahı ateşledi. Adam ağrılarından kurtulmuştu sonunda. Herife iyilik yaptık dedi.

Çıktı yukarı gardırobu buldu içeri gidi kapıyı zorladı açılmadı. Seslendi. Marie korkuyla bir yere büzüşmüştü.

Ben seni kurtarmaya geldim korkma aç kapıyı diyordu ses.

Marie elini kapıya koydu, diğer taraftan Werner’ın eli de kapıya dayanmıştı. Aralarında tahta sanki birbirlerine değiyorlardı.

Açıyorum dedi Marie.

Gel korkma artık dedi Werner. Çıkaracağım seni buradan.

Marie sarıldı ona.



Aşağıya indiler beraber. Mutfağa gidip bir şeyler yediler, su içtiler.

Sonra gitme vakti gelmişti.

“Neler oluyor?” dedi Marie. “Almanlar bizi bombalıyor mu?”

“Hayır Almanlar değil. Amerikalılar Almanları bombalıyor. Uçaktan bildiri atmışlar Fransızlar kaçsın Almanları bombalayacağız demişler. Senin haberin olmadı mı?”

“Hayır, evde yalnızdım. Etien’e ne oldu?”

“Tutuklanmış olabilir” dedi Werner.

Yatak odasına gitti. Beyaz bir yastık kılıfı buldu. Marie’ye verdi. “Bunu teslim bayrağı olarak kullanacaksın. Ben seni dışarı çıkaracağım. Hastaneye git. Orayı bombalamazlar. Kendini tanıt. Seni emniyetli bir yere götürsünler.”

“Sen? Sen benimle gelmeyecek misin?”

“Ben seninle gelemem. Yanında bir Alman askeriyle yürüyemezsin. Yalnız gideceksin. Korkma uzaktan takip edeceğim seni. Elinde beyaz bayrakla yürüyen bir kıza kimse ateş açmaz.”

Marie elini Werner’in yüzüne uzattı. Yüzünü eliyle okşadı dokunarak tanımaya çalıştı. Sonra başını omzuna koydu bir kere daha sarıldı.

“Au revoir” dedi. Allah seni korusun.

“Günün birinde bu lanet savaş biterse Paris’e gel Doğa tarihi müzesinde beni sor.”

“Peki” dedi Werner. “Dediğin gibi olsun.”

“Dikkatli ol”

“Sen de.”

Böyle söyleyerek ayrıldılar. Vücutları döndü elleri bir müddet daha birbirlerinin ellerinde kaldı.

Marie hastaneye varıncaya kadar Werner onu uzaktan takip etti Kendi canını hiçe sayarak. Sonra döndü gitti.

Gidecekti bir yere ama nereye?

 

Şİfre

 




Elif Mat
Öykü


St Malo’da günler her biri birbirinden farklı geçiyordu. Etien amca pek konuşkan değildi. Senelerce evdeki yardımcıyla yaşamaya alışmış, dışarıya çıkmayı pek sevmeyen biriydi.

 Radyo programlarını birlikte yaptığı ağabeyini kaybetmişti. O programları acaba dineleyen oluyor muydu dedi Marie’ye. “Olmuştur muhakkak” dedi Marie. “Radyo dinlemek zevklidir. İnsan bilmediği şeyleri öğrenir, sevdiği müziği dinler, kendisini yalnız hissetmez, bir ses duyma ihtiyacını duyduğunda radyonun düğmesini çevirir, bir insan sesi duyar.

Marie’nin bu sözleri Etien Amcayı düşündürmüştü. Gerçekten de birbirimizin sesini duymaya muhtacız dedi kendi kendine. Hele de bu gözleri görmeyen yavrucuk için kim bilir ne önemli radyodan bir ses duymak bir hikâye dinlemek.

O zaman verdiği emeğin boşuna olmadığını anladı. Tabii kilometrelerce uzaktan, taa Almanya’dan öksüz iki kardeşin yasaklara rağmen yakalanmayı göze alıp kendisini dinlemiş olduklarını bilmiyordu Marie ile sohbet ederken.

Etien’in bir de yaşlı savaş gazisi bir tanıdığı vardı. Her gün deniz kıyısına yürüyüşe giden Josef, Marie’yi de bazen gezdiriyordu. Şehrin tarihinden bahsediyordu.

İlk defa deniz kenarına gelmiş olan genç kız, denizden gelen ferahlıkla özgürleştiğini hissediyordu. Savaşın bunaltısından uzaklaşıyordu.

Madam Manec’nin arkadaşları gelip giderdi zaman zaman. Çay kahve içerler, kurabiye yerlerdi. Marie bazen sohbete eşlik eder bazen de kitabını okurdu.

Bir gün Madam Manec, “biz de bir şeyler yapmalıyız” dedi. “Ülkemiz işgal altındayken öylece oturamayız.”

“Biz mi?” dediler misafirler. “Yaşını başını almış biz kadınlar ne yapabiliriz ki?”

“Ne demek?” dedi Madam Manec. “Dünyayı biz kadınlar döndürmüyor muyuz? Bunca sene çocuklarımıza torunlarımıza bakmadık mı? Çalışmadık mı? Şu yaşımıza geldik bir gün boş durduk mu? Vardır elbet bizim de yapabileceklerimiz. Resistance’a yardım edeceğiz. Gizli şifreleri taşıyacağız.

Alakadar değilmiş gibi görünen Marie bu söylenenleri dinliyordu. Ben de yardım ederim dedi. Hanımlar şaşkınlıkla dönüp baktılar. Dal gibi genç kız üstelik gözleri de görmüyor, ne yapabilir ki.

Önce olmaz dediyse de Madam Manec, sonra “evet” dedi “seni ekmek almaya gönderebiliriz.”

Fırına ekmek almaya giderek mi yardım edeceğim resistance’a dedi Marie.

Madam Manec’in evet demesi misafirler gittikten sonra olmuştu. Marie’ye görev verdiğinin bilinmesini istemiyordu.

“Sen ekmeği al gel, anlarsın ne demek istediğimi” dedi.

“Bonjour Mösyö Paul, bu dükkân ne zamandan beri faaliyette?” diye soracaksın.

“Niye?"

“Parola bu.”

“Sonra sana ekmek verecek. Al gel.”

“Şimdi mi?”

“Evet, istediğin zaman çıkabilirsin.”

Marie keyifle çıktı dışarı.

St Malo’ya yeni geldiklerinde babası ona şehrin maketini yapmıştı. Yolları öğrenmişti. Ama sonra Alman işgali bulundukları yere kadar gelince dışarı çıkmasına izin vermez olmuştu.

İşte şimdi Paris’ten çağırılınca babası geri dönmüş, Marie Etien amcanın evinde kalmıştı. Dışarı çıkma fırsatına sevindi.

Gidip, ekmeği alıp geldi.

Evde ekmeği ikiye böldüler. İçinden bir kâğıt çıktı. Kâğıtta şifre yazıyordu. Bu şifre Almanların lokasyonunu söylüyordu. Bir başkası bu kâğıdı Resistance’a gönderecek, onlarda Almanlara karşı bir şey yapabilirlerse yapacaklardı.

Sonraki günlerde Madam Manec, Etien’i bu şifreleri amatör radyosundan yayınlaması için ikna etmeye çalıştı. Cevap “hayır”dı.  Ne zamanki Marie’nin babası Daniel’in tutuklandığı haberi geldi, Etien o sinirle kalkıp radyo vericisini çalıştırdı.

“Ben de elimden geleni yapacağım” dedi

Bu seferki şifreye göre Alman askerlerinin yerini tespit eden direnişçiler köprüyü havaya uçurdular 9 Alman askeri öldürülmüş oldu.

Kendi yaptığı bu küçük hizmet, sadece fırına gidip ekmek almak böyle bir neticeye yol almıştı. Marie dehşete düştü.

Savaş insana çok şey öğretiyor, çok şey de alıp götürüyordu.



 

Bir gün dışarı çıktığında ekmek alıp gelirken takip edildiği hissine kapıldı, sanki ayağı aksayan biri peşindeydi.

Eve gitmekten vazgeçti yolunu değiştirdi. Adam yine peşindeydi. Sahile indi. Surlar boyu yürümeye başladı. Emekli asker Josef’in kendisine gösterdiği geçitten içeri girdi, bir zamanlar korsanların yağmaladıkları malları sakladığı mağaraya geldi. Mağaraya kapı da yapılmıştı. Sürgüledi hemen. Ekmeği ikiye böldü kâğıdı çıkardı. Ağzına attı.

Bir müddet orada bekleyecekti. Çıkarken adamın artık gitmiş olduğunu ümit ediyordu.

Usulca surların dibinden yürürken “Ne yapıyorsun burada?” dedi birisi.

“Baban nerede?”

“Paris’e gitti Mösyö, müzeden çağırdılar.”

“Nereye sakladınız elması?”

“Efendim? Ne dediğinizi anlamadım Mösyö.”

“Peşindeyim, haberin olsun.”

Marie elinden geldiğince hızla uzaklaştı oradan.

Olan biteni Madam’a anlatınca, “Artık seni fırına gönderemeyiz dedi yaşlı kadın. Sen evden çıkma, burnumuzun dibine kadar geldiler.”

 

O günlerde Daniel kızına mektup yazdı. Almanya’da hapishanedeydi. Şehrin maketini yapmak için sokaklarda dolaşıp ölçüm yapmasından şüphelenen bir işbirlikçi onu ihbar etmişti. Daha yola çıkar çıkmaz yakalanmıştı Almanlar şüphelendikleri kişileri sorgusuz sualsiz hapse gönderiyorlardı.

“Sen merak etme” diyordu kızına “kurtulup gelirim ben seni almaya”

Merak etme demekle olacak gibi değildi ki. Babası Almanların elinde üstelik hapisteydi.

Mektubun sonuna “evin içindeki ev” ibaresi yazmıştı Daniel.

Buna pek dikkat etmedi Marie.

 

20 Haziran 2021 Pazar

Elmasın Peşinde

 




Von Rummel’in uzmanlık alanı değerli taşlardı. Nazilerin öldürdükleri esir aldıkları sürdükleri insanların mücevherlerini değerli eşyalarını o listeliyordu. Naziler yalnızca kurbanlarını değil müzeleri de soymak istiyorlardı.

Fransızların gururu Paris müzelerindeki eserleri Hitler’in yaptırmayı planladığı müzeye taşıyacaklardı.

Rummel ‘de o ekiple birlikte Paris’e geldi. Doğa Bilimleri müzesine gitti doğruca.

Müzedeki değerli taşların ününü duymuştu ama esas ilgilendiği Sea of Flames- Ateş Denizi ismindeki elmastı. Bu elmasın büyülü olduğunu biliyordu. Bu elması elinde tutan ölümsüz oluyor ama yakınlarının başına felaket geliyordu. Kral bunun için elması sarayında istememiş müzeye teslim etmişti.

Neyi görmek istediğini hemen söyledi yetkililere. Kem küm ettiler. Bizde öyle bir elmas yok dediler. Rummel ısrarcıydı. Ağır bir hastalığı vardı ve aptalca bir şey olduğunu bilse de bu elmas sayesinde kurtulacağına inandırmıştı kendisini.

“Getirin çilingirbaşını açsın kasaları, dolapları” dedi. 

“O şimdi burada yok” dediler.

“Kim, ismi ne?”

 “Daniel Le Blanc.”

“Siz açın o zaman” dedi

“Efendim, biz açamayız, kurallar…”

Askere döndü: “Bindir şu herifi Almanya’ya giden trene!”

Bu söz üzerine kilitler açıldı.

“Kırk kat kilit altında da olsa bulacağın o lanet taşı” dedi Rummel.  Pek çok değerli taş getirildi önüne. Sea of Flames yoktu aralarında.

Gidecek gibi yaptı, sonra döndü, “Mahzen falan var mı burada? İnin bodrum katını kontrol edin” dedi askerlere.

“Bir dolap var aşağıda, ıvır zıvır koymuşlar” dedi asker. Hemen indi, yürüyüşü zor olmasına rağmen. Hastalığından ötürü eklem yerleri şiş, adım atması zordu. Dolabın içinde ne varsa inceledi, Sonunda bir vazonun içinde buldu taşı.

Yukarı çıktı aydınlık bir yerde büyütecini çıkartıp inceledi bir müddet. “Ulan beni kandırabileceğinizi mi sandınız? Sahte bu! Kendini akıllı sanan süslü Fransızlar! Nerede taş? Söyleyecek misiniz? Yoksa sorgulama ekibi çağırayım mı?”

O zaman itiraf ettiler. Taştan üç tane imitasyon yapılmış, biri müzeye konmuş, diğerleri hakiki taşla birlikte müze görevlileri tarafından değişik yerlere gönderilmişti. Hakiki taş nerede bilinmiyordu.

Daniel Le Blanc’tan başlayalım dedi Rummel.

Marie’nin babasıyla birlikte Paris’te senelerce yaşadığı eve gittiler. Kapıyı zorlayıp, tekmeleyip açtılar. Evi aradılar, talan ettiler. Elması bulamadılar.

“Daniel denen adam derhal Paris’e geri çağrılacak” dedi Rummel.

Ama Daniel’i Paris’te beklemeye niyeti yoktu. Kendisi St. Malo’ya doğru hareket etti.

Elması nerede sakladılarsa gidip bulacaktı.


Elif Mat

Haziran 2021

 

 

Oğlum sen hayatını kendin kontrol ettiğini sanıyorsun. Durum öyle değil.

 

Öykü

Elif Mat


Werner günlerini okulun laboratuvarında geçiriyordu. Gittikçe teknik konuları daha iyi öğreniyor, tam da hocasının istediği gibi kafası makine gibi çalışıyordu. Bir akşam koğuşa döndüğünde, Frederict’in olmadığını gördü. Merak etti etrafa sordu. O bugün saldırıya uğradı dediler. Komutanlarının da göz yummasıyla diğer çocuklar tarafından feci halde dövülmüştü. Werner hemen revire koştu. Frederict’ i sordu. Hemşire gözleri dolu, hastanede dedi, başını çevirdi.

Frederict’ten başka haber alamadı. Nazilerin kalbinde Berlin’de, bir Nazi okulundaydı üstelik en akıllı öğrenciydi ama olan bitenlerden haberi olamıyordu. Dışarıda olup da yabancı radyoları dinleyenler, Almanya’da ne olup bittiğini daha iyi haber alabiliyorlardı.

Sadece Alman radyosunu dinleyenler ise çeşitli propagandalarla kendilerinin gerçekten üstün ırk olduğuna, Almanya’nın çok kuvvetli olduğuna inanmaya başlamışlardı.

Hitler kalabalıkları topluyor coşkuyla konuşuyor çılgınca alkışlanıyor sonra bu konuşmalar radyodan yayınlanarak Almanya’nın her yanına yayılıyordu. Polonya ‘ya saldırı başlamış, nihai istikamet Rusya olmuştu.

Bir taraftan askerlerin Fransa’ya girdiğini Jutta duymuş, ağabeyine Paris’i bombalıyorlar demişti.

Frederict’in başına gelenden sonra Werner’in morali bozulmuş, hocasıyla takışır gibi olmuştu. Artık okul yönetimi de Werner’i orada istemiyordu. “Yaşını yanlış yazmışsın buraya. Senin artık askere gitme zamanın geldi. Teknik ekibe yazdırıyoruz seni Polonya’ya gidiyorsun.” dediler. “Hayır ben on altı yaşındayım” dediyse de itiraz etmenin bir anlamı yoktu. Kağıtlara on sekiz yazıldı. Zaten kendisinden üç yaş büyük olan Volkheimer ile birlikte işlemleri tamamlanıp, yolcu edildiler.



Yollarda kamyonların üzerinde, tren vagonlarında üst üste yığılmış cesetler ve cesetlerin yanında yolculuk etmekte olan savaş esirleri gördüler. Volkheimer etkilenmişe benzemiyordu. Savaşı kabullenmişti.

Werner’ın görevi yasak radyo yayını yapılan yerleri tespit etmekti. O’ nun gösterdiği adrese baskın yapılıyor, Volkheimer işi bitiriyordu. İnsanları öldürüyorlar, radyoları teknik aletleri alıyorlar, sonra evi ateşe veriyorlardı.

Tetiğe basan, el bombasını atan el Werner’in eli değildi ama bu vicdanını rahatlatmaya yetmiyordu. O’nun tespit ettiği yer ateşe veriliyordu.

En kötüsü bir gün hesaplarda yanlışlık oldu. Bir çamaşır ipi asılan direği de anten zannettiklerinde Volkheimer’in ekibi yanlış eve baskın yaptı anneyi ve salıncakta sallanan kız çocuğunu öldürdü.

Artık bundan sonra o kız çocuğu hep benimle olacak dedi Werner. Her nefeste onu kalbimde hissedeceğim benimle yaşayacak. Bu vicdan azabından kurtulması mümkün değildi.

O sırada kız kardeşi Jutta’nın da Berlin’e gönderildiği ve bir fabrikada çalışmaya mecbur edildiğini öğrendi. Aklı kardeşindeydi.

Savaş ilerledikçe Fransa’ya daha çok asker gönderildi. Fransa’da direniş artıyor, artık Amerika’nın da savaşa dahil olacağı, onları kurtarmaya geleceği söyleniyordu.

Bir emirle Werner ve ekibi Polonya’dan Almanya’ya geri dönmeye sonra da Fransa’ya gitmeye zorlandılar. Hayatlarının kontrolleri artık kendi ellerinde değildi. Tıpkı Frederict’in söylediği gibi. Bir gün Werner’e, “Oğlum sen hayatını kendin kontrol ettiğini sanıyorsun. Durum öyle değil.” Demişti.

Berlin’den ayrılmadan evvel Frederict’i evinde ziyarete gitmişti. Ne yazık ki arkadaşının beyninde bir hasar meydana gelmiş, artık ne askerlik ne de başka bir şey yapabilecek durumdaydı. Evde bakıma muhtaçtı. Gözleri yaşlı ayrıldı o evden Werner.

Kader onu Saint Malo’ya doğru götürüyordu. Çocukken radyo yayınlarını dinlediği Etien’in evine…

 


18 Haziran 2021 Cuma

Bir de ötesi var...

 

Kanto 25

Metamorfoz

 

,


Kadınları çocukları öldürenlere, tecavüz edenlere

insanlara işkence yapanlara, eziyet edenlere, öldürenlere

nasıl bir son hazırlanıyor?


Öldüren de, tecavüz edende bir daha eskisi gibi olmayacak ve dönüşecektir.

Gece uyuyamayacak, gündüz ansızın kalbine bir şey saplanacak, boğazı kuruyacak nefes alamayacak,

Nasıl bir yara ile öldürdüyse o yara kendisinde açılacak

Ölen bir kere ölmüşken o her gün ölecek.

Bu aşağıdaki yazı Dante'nin İlahi Komedyasından 25. Bölüm

Hırsızların nasıl cezalandırıldığını anlatıyor.

Hırsızlık deyince sadece mal mülk değil, insanların hayatını çalanlar, ümitlerini çalanlarda buraya dahil.

Kötülük yapanın nasıl akrepler yılanlar tarafından saldırıya uğradığı nasıl bir  metamorfoz geçirip kendisinin yılana dönüşmesini anlatıyor.

Saldırı aynı zamanda yılan tarafından tecavüze uğrama şeklinde gerçekleşiyor.


Deniz Poyraz'a Tanrı'dan rahmet kederli ailesine başsağlığı  ve sabır dilerim.





İnferno 25

Metamorfoz


Vanni konuşmasına son verdiğinde

Rezil bir hareketle iki yumruğunu yukarı kaldırıp

Tanrı'ya lanet okudu.

Aynı anda "artık bu hakaretlere devam edemezsin" dercesine,

Yılanlar üzerine atladılar.

O anda bu yılanlar benim dostum oldular.

Birisi ellerini arkaya bağlayıp, onu sıkıca kıstırdı.

Öyle sıktı ki; serçe parmağını bile oynatamaz hale geldi hırsız.

"Pistoia! Pistoia! Neden ateşte yanıp kül olmadın?

Neden ömrünü bitirmedin de,

Bu dünyaya kötülük tohumunu saçmaya devam ediyorsun?

Bütün Cehennemde, Tanrı'ya karşı haddi aşan,

Bunun kadar kibir gösteren bir başkasına rastlamadım.

Theban duvarlarından düşen bile bu kadar kötü değildi"

Vanni, başka söz söylemeden yılanlardan kurtulup kaçtı.

Hemen Centaur yetişti.

"Nerede o kafir?" dedi "Nerede?"

Yılanlar ejderhalar saldırmaya hazır bekliyorlardı.

Ejderhanın ağzından alev çıkıyordu.

Kanatlarını açmıştı.

O sırada Virgil, Centaur'u anlattı:

Bu Vulcan'ın oğlu Cacus,

Aventin dağının gölgesinde, Roma ovasını kan gölü yaptı.

Kendi akrabalarının yanında değildir şimdi.

Herkül’ün de sürüsünü çalmıştır,

Ne zamanki Herkül bunun inine girip,

Yüz sopa çekti, o zaman hırsızlığı bıraktı.”

O arada Centaur yanımızdan geçti, gitti.

Onun gidişiyle, arkasındaki üç suçluyu fark ettik.

Daha evvel orada duruyorlarmış, seslerini duymamışız.

Birisi: "Siz kimsiniz?" deyince varlıklarını fark ettik.

Konuşmamızı yarıda kesip, adama baktık. Tanımıyordum.

Birisi öbürüne, “Cianfa nerede? Niye geride kaldı?”   diye sordu.

 Ben parmağımı dudağıma götürerek, rehberime susmasını işaret ettim.

Okuyucu, şimdi anlatacağıma inanmazsın,

Ben bile Cehennem ‘de öyle bir şey olacağına inanmazdım.

O anda kertenkele sıçradı, adamın apış arasına yapıştı.

Sonra kollarını tırmaladı ve iki yanağını da ısırdı.

Kuyruğuyla etrafını sardı. Gözlerimle gördüm!

Sanki sarmaşık gibi sardı günahkarı.

Kızgın mum gibi birbirlerinde eridiler.

Ne günahkarın ne de canavarın, daha evvelki hallerinden eser kalmamıştı.

Kâğıt yakıldığında ucu önce kahverengiye sonra siyaha döner,

Beyaz renk kaybolur gider ya, onun gibi.

Diğerleri bağırdılar:

“Agnello, nasıl da değiştin! Ne ikisin ne bir!”

İki yüz flulaştı, birbirine kaynaştı.

İki benzerlik göründü, sonra kayboldu

Hangi yüz nerede başlıyor; nerede bitiyor, belli olmadı.

Adamın iki kolu, canavarın iki koluyla birleşti;

Dört koldan, iki kol meydana geldi.

Bacaklarından, karnından, kalçalarından başka uzuvlar türedi.

Hem birbirlerinden bir şeyler vardı,

Hem de her ikisine de benzemeyen özellikler,

Böyle, değişmiş şekilde yanımızdan ayrıldılar.

Güneşli bir günde, kertenkelenin bir gölgeden diğerine sıçraması gibi

Başka canavarlar, diğer iki günahkarın karınlarına hücum ettiler.

Karabiber gibi simsiyahtılar. Biri tam göbeğinden ısırıldı,

Akrep ısırdıktan sonra yere düşüp, iki günahkarın önünden geçti;

Mağdur akrebe baktı ama konuşmadı. Orada- direk gibi- dikildi.

Sanki uykusu gelmişti, ya da ateşlenmiş, yorgun düşmüştü

 Öyle bir halde esnedi.

Sürüngen ona baktı, o sürüngene;

Birisinin yarasından, diğerinin ağzından duman çıktı.

O iki kara pis duman birleşti.

Şimdi Lucan, Sabellus ve Nassidius hikayesini bıraksın da,

Benim neler gördüğümü dinlesin.

Ovid, Cadmus ve Arethusa hikayesini anlatmasın.

O mısraları kıskanmıyorum. Birini çeşme, birini yılan yapmıştı.

İki varlığı benim yaptığım gibi yüz yüze, uzuv uzuv değiştirmemişti.

Birbirlerine anlarcasına baktıktan sonra,

Sürüngen kuyruğunu çatallaştırdı

Yaralı adam ayaklarını birbirine yanaştırdı,

Günahkarın bacakları birbirine yapıştı,

Sanki hiç iki bacağı olmamışçasına birleşti.

Sürüngenin kuyruğu ikiye ayrıldı, kaba derisi yumuşaklaştı,

Omuzları kabardı, ön ayakları uzadı, kollar oluştu.

İki bacağının arasında -erkeklerin sakladığı- organ oluştu.

Günahkarın bir organı ikiye dönüştü.

Bu arada üzerlerinden duman yükseliyordu.

Birinin rengi açıldı, birinin koyulaştı.

Adamın saçı sıyrıldı, sürüngenin kafasında uzadı.

Günahkâr yere düştü karın üstü, sürüngen doğruldu.

Bu arada gözlerini birbirlerinden hiç ayırmadılar.

Birbirlerine bakarken hem yüzleri hem duruş şekilleri değişmişti.

Ayakta duranın yüzü düzgünleşti,

Burun, kulaklar, en son da dudaklar oluştu.

Yere düşenin suratı uzadı, hayvan burnu halini aldı;

Kulakları içeri kaçtı. Dudakları arasından, çatallı yılan dili çıktı.

Öbürünün çatallı dili küçülüp, ağzının içine girdi.

Duman işini bitirmişti...

 

Canavara dönüşen ruh, yılan gibi tıslayarak kayaların arasına doğru giderken,

Diğeri onun peşi sıra konuşarak ve yere tükürerek yürüdü.

Sonra yeni omuzları üzerinde kafasını çevirdi ve

“Şimdi Buoso’ nun sırası, o da bu yoldan sürünerek gidecek” dedi.

Beni bağışlayın, eğer size anlattıklarım çok acayip geldiyse,

Ama bu yedinci çukurda sürekli değişim vardı.

Hala kafamı karıştırıyor, kurnazca kaçmadılar.

İlk gördüğüm Puccio Scianto idi yalnız başına.

O hala eski formunu korumakta.

Diğeri Francesco dei Cavalcanti idi.

Gaville’de öldürülen ve akrabaları tarafından öcü alınan adam...