St Malo’da günler her biri
birbirinden farklı geçiyordu. Etien amca pek konuşkan değildi. Senelerce evdeki
yardımcıyla yaşamaya alışmış, dışarıya çıkmayı pek sevmeyen biriydi.
Radyo programlarını birlikte yaptığı ağabeyini
kaybetmişti. O programları acaba dineleyen oluyor muydu dedi Marie’ye.
“Olmuştur muhakkak” dedi Marie. “Radyo dinlemek zevklidir. İnsan bilmediği
şeyleri öğrenir, sevdiği müziği dinler, kendisini yalnız hissetmez, bir ses
duyma ihtiyacını duyduğunda radyonun düğmesini çevirir, bir insan sesi duyar.
Marie’nin bu sözleri Etien
Amcayı düşündürmüştü. Gerçekten de birbirimizin sesini duymaya muhtacız dedi
kendi kendine. Hele de bu gözleri görmeyen yavrucuk için kim bilir ne önemli
radyodan bir ses duymak bir hikâye dinlemek.
O zaman verdiği emeğin
boşuna olmadığını anladı. Tabii kilometrelerce uzaktan, taa Almanya’dan öksüz
iki kardeşin yasaklara rağmen yakalanmayı göze alıp kendisini dinlemiş
olduklarını bilmiyordu Marie ile sohbet ederken.
Etien’in bir de yaşlı savaş
gazisi bir tanıdığı vardı. Her gün deniz kıyısına yürüyüşe giden Josef,
Marie’yi de bazen gezdiriyordu. Şehrin tarihinden bahsediyordu.
İlk defa deniz kenarına
gelmiş olan genç kız, denizden gelen ferahlıkla özgürleştiğini hissediyordu.
Savaşın bunaltısından uzaklaşıyordu.
Madam Manec’nin arkadaşları
gelip giderdi zaman zaman. Çay kahve içerler, kurabiye yerlerdi. Marie bazen
sohbete eşlik eder bazen de kitabını okurdu.
Bir gün Madam Manec, “biz de
bir şeyler yapmalıyız” dedi. “Ülkemiz işgal altındayken öylece oturamayız.”
“Biz mi?” dediler
misafirler. “Yaşını başını almış biz kadınlar ne yapabiliriz ki?”
“Ne demek?” dedi Madam
Manec. “Dünyayı biz kadınlar döndürmüyor muyuz? Bunca sene çocuklarımıza
torunlarımıza bakmadık mı? Çalışmadık mı? Şu yaşımıza geldik bir gün boş durduk
mu? Vardır elbet bizim de yapabileceklerimiz. Resistance’a yardım edeceğiz.
Gizli şifreleri taşıyacağız.
Alakadar değilmiş gibi
görünen Marie bu söylenenleri dinliyordu. Ben de yardım ederim dedi. Hanımlar
şaşkınlıkla dönüp baktılar. Dal gibi genç kız üstelik gözleri de görmüyor, ne
yapabilir ki.
Önce olmaz dediyse de Madam
Manec, sonra “evet” dedi “seni ekmek almaya gönderebiliriz.”
Fırına ekmek almaya giderek
mi yardım edeceğim resistance’a dedi Marie.
Madam Manec’in evet demesi
misafirler gittikten sonra olmuştu. Marie’ye görev verdiğinin bilinmesini
istemiyordu.
“Sen ekmeği al gel, anlarsın
ne demek istediğimi” dedi.
“Bonjour Mösyö Paul, bu dükkân
ne zamandan beri faaliyette?” diye soracaksın.
“Niye?"
“Parola bu.”
“Sonra sana ekmek verecek.
Al gel.”
“Şimdi mi?”
“Evet, istediğin zaman
çıkabilirsin.”
Marie keyifle çıktı dışarı.
St Malo’ya yeni
geldiklerinde babası ona şehrin maketini yapmıştı. Yolları öğrenmişti. Ama
sonra Alman işgali bulundukları yere kadar gelince dışarı çıkmasına izin vermez
olmuştu.
İşte şimdi Paris’ten
çağırılınca babası geri dönmüş, Marie Etien amcanın evinde kalmıştı. Dışarı
çıkma fırsatına sevindi.
Gidip, ekmeği alıp geldi.
Evde ekmeği ikiye böldüler.
İçinden bir kâğıt çıktı. Kâğıtta şifre yazıyordu. Bu şifre Almanların
lokasyonunu söylüyordu. Bir başkası bu kâğıdı Resistance’a gönderecek, onlarda
Almanlara karşı bir şey yapabilirlerse yapacaklardı.
Sonraki günlerde Madam Manec,
Etien’i bu şifreleri amatör radyosundan yayınlaması için ikna etmeye çalıştı.
Cevap “hayır”dı. Ne zamanki Marie’nin
babası Daniel’in tutuklandığı haberi geldi, Etien o sinirle kalkıp radyo
vericisini çalıştırdı.
“Ben de elimden geleni
yapacağım” dedi
Bu seferki şifreye göre
Alman askerlerinin yerini tespit eden direnişçiler köprüyü havaya uçurdular 9
Alman askeri öldürülmüş oldu.
Kendi yaptığı bu küçük
hizmet, sadece fırına gidip ekmek almak böyle bir neticeye yol almıştı. Marie
dehşete düştü.
Savaş insana çok şey
öğretiyor, çok şey de alıp götürüyordu.
Bir gün dışarı çıktığında
ekmek alıp gelirken takip edildiği hissine kapıldı, sanki ayağı aksayan biri
peşindeydi.
Eve gitmekten vazgeçti yolunu
değiştirdi. Adam yine peşindeydi. Sahile indi. Surlar boyu yürümeye başladı. Emekli
asker Josef’in kendisine gösterdiği geçitten içeri girdi, bir zamanlar korsanların
yağmaladıkları malları sakladığı mağaraya geldi. Mağaraya kapı da yapılmıştı.
Sürgüledi hemen. Ekmeği ikiye böldü kâğıdı çıkardı. Ağzına attı.
Bir müddet orada
bekleyecekti. Çıkarken adamın artık gitmiş olduğunu ümit ediyordu.
Usulca surların dibinden
yürürken “Ne yapıyorsun burada?” dedi birisi.
“Baban nerede?”
“Paris’e gitti Mösyö,
müzeden çağırdılar.”
“Nereye sakladınız elması?”
“Efendim? Ne dediğinizi
anlamadım Mösyö.”
“Peşindeyim, haberin olsun.”
Marie elinden geldiğince
hızla uzaklaştı oradan.
Olan biteni Madam’a
anlatınca, “Artık seni fırına gönderemeyiz dedi yaşlı kadın. Sen evden çıkma,
burnumuzun dibine kadar geldiler.”
O günlerde Daniel kızına
mektup yazdı. Almanya’da hapishanedeydi. Şehrin maketini yapmak için sokaklarda
dolaşıp ölçüm yapmasından şüphelenen bir işbirlikçi onu ihbar etmişti. Daha
yola çıkar çıkmaz yakalanmıştı Almanlar şüphelendikleri kişileri sorgusuz
sualsiz hapse gönderiyorlardı.
“Sen merak etme” diyordu
kızına “kurtulup gelirim ben seni almaya”
Merak etme demekle olacak
gibi değildi ki. Babası Almanların elinde üstelik hapisteydi.
Mektubun sonuna “evin
içindeki ev” ibaresi yazmıştı Daniel.
Buna pek dikkat etmedi
Marie.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder