14 Haziran 2021 Pazartesi

Radyo- Marie'nin hikayesi

 


Akşam babasıyla beraber sevinç içinde müzeden dönen Marie, babasının doğum günü için aldığı Braille alfabesiyle yazılmış Julesl Verne’nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabını kolunun altında taşıyordu.

Küçük yaşta annesini kaybetmiş dahası geçirdiği bir rahatsızlık dolayısıyla giderek görme yetisini kaybediyordu.

Diğer çocuklar gibi okula gidemiyor, babasının çalıştığı Doğa Tarihi Müzesine her gün işe gider gibi gidiyordu. Fransa’nın en köklü kurumlarından olan bu müze onun okulu olmuştu.

1650 yılında ilk defa saraya tıbbi bitkiler yetiştirmek için bu bahçeler oluşturulmuş daha sonra genişletilerek Kral’ın bahçesi adını almış, Fransız ihtilalinde müze binaları inşa edilmiş, bugün Sorbonne Üniversitesine bağlı olan Doğa tarihi müzesi haline gelmişti.

İçinde tabiatla ilgili aklınıza gelebilecek pek çok değişik şey sergileniyor ve bu müze grand établissement olarak anılıyor. Yani yüksek öğretime hizmet eden büyük bir kurum.

Nil kıyılarından, Mısır’dan, Hindistan’dan Çin’ den getirilen değerli taşlar, dinozor fosillerinden tutun da ipek böceğine kadar türlü çeşitli varlık.

Yaz bahçelerinde kış bahçelerinde yetiştirilen envai çeşit bitki, ağaç, çiçek, böğürtlen börtü böcek.

Uzak diyarların özlem’iyle bu harikalar dünyasını gezmek için gelen, baba, dede torun her nesilden Parisli.

Gezmekle bitmeyen uzun galeriler, koridorlar. Marie’nin küçük ömrü bu koridorlarda geçmişti. Müzedeki herkes onu tanıyordu, çocuğun eğitimine katkıda bulunmak ve sıkılmadan vakit geçirmesini sağlamak için ona bildiklerini anlatıyorlardı. Görmeyen gözleriyle görüyordu aslında bu büyülü dünyayı.

Babası müzenin baş çilingiriydi. Dünyanın her köşesinden gelmiş elmas pırlanta zümrüt yakut ve başka değerli eşya kilit altında ve onun sorumluluğundaydı.

Müzenin bütün anahtarları babasındaydı. Onunki büyük bir sorumluluktu.



Kızıyla arkadaştılar. Kendi başına da ayakları üzerinde durabilecek şekilde yetiştirmek istiyordu Marie’yi.

Hafta sonlarında evde maket evler parklar bahçeler yapıyordu. Bu yaptığı küçük sanat eserleri herhangi bir ev modeli değildi oturdukları mahallenin ve müzenin birebir kopyasıydı. Maksadı küçük kızına kendi başına dolaşabilmesi için adeta üç boyutlu bir harita yapmaktı.

Bakkalın kasabın fırının yerini bilsin kendi başına kaybolmadan mahallelerinde dolaşabilsin istiyordu.

Öyle ya ileride kendisine bir şey olursa kızına kim bakabilirdi?

Sakin huzurlu mutlu günler son aylarda yerini endişeye bırakmıştı. Almanlar Fransa’yı işgal etmekteydiler.

İnanılmaz ama Paris’e doğru gelmekte olduklarından söz ediliyordu. Hitler Avusturya’da büyük bir müze yaptırıyor, işgal ettiği yerlerdeki müzelerden sanat eserlerini oraya gönderiyordu.

Paris’te büyük bir panik başladı, halk tren istasyonlarına hücum etti. Aynı zamanda devlet müzelerdeki eserleri saklamaya veya Paris dışına göndermeye çalışıyordu.

Doğa tarihi müzesinde çok kıymetli taşlar vardı. Bunlardan Sea of Flames- Alev Denizi isimli elmas Marie’nin babasına teslim edilmiş. Şehir dışına götürmesi istenmişti.

Bu elmas efsunluydu. Kime aitse onu tehlikelerden koruyacağına, o kişinin ölümden kurtulacağına ancak çevresindekilerin öleceğine dair bir sihir vardı üstünde.

Akşam telaşla hazırlanmışlar. Evlerine son bir kez üzüntüyle baktıktan sonra yola çıkmışlardı. Yanlarına Marie’nin körler alfabesiyle yazılmış kitapları, birkaç kıyafet ve bu değerli taştan başka bir şey alamamışlardı.

Tren bileti bulmak imkansızdı. Gecenin karanlığında babaya umut veren tek şey gökyüzünün Nur’u pırıl pırıl, parıldayan dolunay ve yıldızlar olmuştu.

Rica minnet kuzeye gidecek son trende yer bulunmuş, sıkış tıkış vagona kendilerini atabilmişlerdi.

Meşakkatli bir yolculuktan sonra Kuzey Batı’da Atlantik kıyısında St Malo şehrine vardılar. Dede evi burasıydı. Şimdi evde bir yardımcıyla beraber yaşlı amca Etien oturmaktaydı.

İki kardeş birbirlerine kavuşunca sevindiler.

Denizin uçsuz bucaksız mavisi, zaman zaman boylarını aşan dalgalar, deniz kenarında kalın Ortaçağ’dan kalma kalın dayanıklı surlar ve sabah güneş ışınlarıyla parıldayan beyaz mermer evler…Marie’nin göremediği muhteşem manzara işte buydu.

Babası ona Paris’teki gibi model evlerden küçük bir şehir yapmaya koyuldu hemen.

Evleri büyük, tavanları yüksek, odaları genişti. Etien’in yardımcısı Madam onlara güzel yemekler hazırlıyor, Marie’ye arkadaşlık yapıyordu.

Etien, tavanarasında amatör radyocu olarak çocuklar için fen dersleri üzerine yayınlar yapıyordu. Bu eksantrik amcadan çok hoşlanmıştı Marie. O’na eski günleri, dedesini, babaannesini anlatıyordu.

Paris’e göre soğuktu burası. Okyanus’tan bir deli rüzgâr esiyordu. Vakti zamanında korsanlar yaşarmış burada, denize açılıp, İngiliz gemilerini yağmalar, getirdikleri hazineleri mağaralarda, surların arasına yapılmış gizli bölmelerde saklarlarmış.

Şehrin her yerinde ayrı bir tarih yatıyordu.

 Elif gibi ince uzun bir genç kız olmaya başlamış Marie’nin bütün arzusu keşfetmek, keşfetmek, keşfetmekti…

 


Bu haftaki yazıda her birimizin isimlerini geçirmemiz istendi.

 

 

4 yorum:

  1. Efsunlu elmas benzetmesi çok etkileyici geldi bana...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. efsunlu kelimesinin kendisi sihirli gibi Füsun'cuğum:))

      Sil
  2. 👏👏👏 ne kadar güzel yerleştirmişsin isimleri . Öykü de çok güzel olmuş tebrikler

    YanıtlaSil
  3. teşekkürler İpek, sevgiler:))

    YanıtlaSil