Akşam babasıyla beraber
sevinç içinde müzeden dönen Marie, babasının doğum günü için aldığı Braille
alfabesiyle yazılmış Julesl Verne’nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabını
kolunun altında taşıyordu.
Küçük yaşta annesini
kaybetmiş dahası geçirdiği bir rahatsızlık dolayısıyla giderek görme yetisini
kaybediyordu.
Diğer çocuklar gibi okula
gidemiyor, babasının çalıştığı Doğa Tarihi Müzesine her gün işe gider gibi
gidiyordu. Fransa’nın en köklü kurumlarından olan bu müze onun okulu olmuştu.
1650 yılında ilk defa saraya
tıbbi bitkiler yetiştirmek için bu bahçeler oluşturulmuş daha sonra
genişletilerek Kral’ın bahçesi adını almış, Fransız ihtilalinde müze binaları
inşa edilmiş, bugün Sorbonne Üniversitesine bağlı olan Doğa tarihi müzesi haline
gelmişti.
İçinde tabiatla ilgili
aklınıza gelebilecek pek çok değişik şey sergileniyor ve bu müze grand établissement olarak anılıyor. Yani yüksek öğretime hizmet eden büyük bir
kurum.
Nil kıyılarından, Mısır’dan, Hindistan’dan Çin’ den
getirilen değerli taşlar, dinozor fosillerinden tutun da ipek böceğine kadar
türlü çeşitli varlık.
Yaz bahçelerinde kış
bahçelerinde yetiştirilen envai çeşit bitki, ağaç, çiçek, böğürtlen börtü böcek.
Uzak diyarların özlem’iyle
bu harikalar dünyasını gezmek için gelen, baba, dede torun her nesilden Parisli.
Gezmekle bitmeyen uzun
galeriler, koridorlar. Marie’nin küçük ömrü bu koridorlarda geçmişti. Müzedeki
herkes onu tanıyordu, çocuğun eğitimine katkıda bulunmak ve sıkılmadan vakit
geçirmesini sağlamak için ona bildiklerini anlatıyorlardı. Görmeyen gözleriyle
görüyordu aslında bu büyülü dünyayı.
Babası müzenin baş çilingiriydi.
Dünyanın her köşesinden gelmiş elmas pırlanta zümrüt yakut ve başka değerli
eşya kilit altında ve onun sorumluluğundaydı.
Müzenin bütün anahtarları babasındaydı.
Onunki büyük bir sorumluluktu.
Kızıyla arkadaştılar. Kendi
başına da ayakları üzerinde durabilecek şekilde yetiştirmek istiyordu Marie’yi.
Hafta sonlarında evde maket
evler parklar bahçeler yapıyordu. Bu yaptığı küçük sanat eserleri herhangi bir
ev modeli değildi oturdukları mahallenin ve müzenin birebir kopyasıydı. Maksadı
küçük kızına kendi başına dolaşabilmesi için adeta üç boyutlu bir harita
yapmaktı.
Bakkalın kasabın fırının
yerini bilsin kendi başına kaybolmadan mahallelerinde dolaşabilsin istiyordu.
Öyle ya ileride kendisine
bir şey olursa kızına kim bakabilirdi?
Sakin huzurlu mutlu günler
son aylarda yerini endişeye bırakmıştı. Almanlar Fransa’yı işgal etmekteydiler.
İnanılmaz ama Paris’e doğru
gelmekte olduklarından söz ediliyordu. Hitler Avusturya’da büyük bir müze
yaptırıyor, işgal ettiği yerlerdeki müzelerden sanat eserlerini oraya
gönderiyordu.
Paris’te büyük bir panik
başladı, halk tren istasyonlarına hücum etti. Aynı zamanda devlet müzelerdeki
eserleri saklamaya veya Paris dışına göndermeye çalışıyordu.
Doğa tarihi müzesinde çok
kıymetli taşlar vardı. Bunlardan Sea of Flames- Alev Denizi isimli elmas
Marie’nin babasına teslim edilmiş. Şehir dışına götürmesi istenmişti.
Bu elmas efsunluydu. Kime aitse onu tehlikelerden koruyacağına, o kişinin ölümden kurtulacağına ancak çevresindekilerin öleceğine dair bir sihir vardı üstünde.
Akşam telaşla
hazırlanmışlar. Evlerine son bir kez üzüntüyle baktıktan sonra yola
çıkmışlardı. Yanlarına Marie’nin körler alfabesiyle yazılmış kitapları, birkaç kıyafet
ve bu değerli taştan başka bir şey alamamışlardı.
Tren bileti bulmak imkansızdı.
Gecenin karanlığında babaya umut veren tek şey gökyüzünün Nur’u pırıl
pırıl, parıldayan dolunay ve yıldızlar olmuştu.
Rica minnet kuzeye gidecek
son trende yer bulunmuş, sıkış tıkış vagona kendilerini atabilmişlerdi.
Meşakkatli bir yolculuktan
sonra Kuzey Batı’da Atlantik kıyısında St Malo şehrine vardılar. Dede evi
burasıydı. Şimdi evde bir yardımcıyla beraber yaşlı amca Etien oturmaktaydı.
İki kardeş birbirlerine
kavuşunca sevindiler.
Denizin uçsuz bucaksız
mavisi, zaman zaman boylarını aşan dalgalar, deniz kenarında kalın Ortaçağ’dan
kalma kalın dayanıklı surlar ve sabah güneş ışınlarıyla parıldayan beyaz
mermer evler…Marie’nin göremediği muhteşem manzara işte buydu.
Babası ona Paris’teki gibi
model evlerden küçük bir şehir yapmaya koyuldu hemen.
Evleri büyük, tavanları yüksek,
odaları genişti. Etien’in yardımcısı Madam onlara güzel yemekler hazırlıyor,
Marie’ye arkadaşlık yapıyordu.
Etien, tavanarasında amatör
radyocu olarak çocuklar için fen dersleri üzerine yayınlar yapıyordu. Bu eksantrik
amcadan çok hoşlanmıştı Marie. O’na eski günleri, dedesini, babaannesini
anlatıyordu.
Paris’e göre soğuktu burası.
Okyanus’tan bir deli rüzgâr esiyordu. Vakti zamanında korsanlar yaşarmış burada,
denize açılıp, İngiliz gemilerini yağmalar, getirdikleri hazineleri
mağaralarda, surların arasına yapılmış gizli bölmelerde saklarlarmış.
Şehrin her yerinde ayrı bir
tarih yatıyordu.
Elif gibi ince uzun bir genç kız olmaya
başlamış Marie’nin bütün arzusu keşfetmek, keşfetmek, keşfetmekti…
Efsunlu elmas benzetmesi çok etkileyici geldi bana...
YanıtlaSilefsunlu kelimesinin kendisi sihirli gibi Füsun'cuğum:))
Sil👏👏👏 ne kadar güzel yerleştirmişsin isimleri . Öykü de çok güzel olmuş tebrikler
YanıtlaSilteşekkürler İpek, sevgiler:))
YanıtlaSil